Şimdi dışarda lapa lapa kar yağıyor. Bu sabah başladı. Bütün haftasonu yağacakmış. Kar fırtınası diyorlar. Görülmemiş çoklukta yağacakmış, her yeri kar basacakmış. Kürekler tükendi mağazalarda. Washington ve civar eyaletlerinde kürek yok! Evinizin önündeki karı küreyeceksiniz ya, işte ondan lazım. Komşudan almak olmaz burada, çünkü yan komşunun kapısını çalın bakın ne oluyor. O kapının açılması, denizin ikiye ayrılıp geçenlere yol vermesi kadar mucizevi birşey olacaktır.

Dün İzzy Facebook'ta markette çektiği bazı resimleri yayınlamış. Et bölümü bomboş. Deniz ürünleri camekanı, bomboş. Süt, yumurta bölümü bomboş. Meteorolojiden haberi alan, marketleri doldurmuş, kapış kapış herşey satılmış. Daniel da koştu gitti Giant'a, yani yerel süpermarkete, upuzun kuyruklar olmuş. Neyse, bulabildiklerini almış, çok eziyetli bir bekleyişten sonra.

Ben, bu ülkeye geldiğimden beri bu tür haberleri duyduğumda, neyin ne kadar gerçek olduğuna, söylenenin ne kadarının doğru olduğuna ilişkin inancımı yitirdiğim için, duruma şüpheyle yaklaşıyorum. 20 ila 30 inç arası (50 ila 75 santimetre arası) karar yağacak diyorlar. Bu doğruysa, ebemize birşeyler olacak demektir. Ne kadar doğru olduğunu göreceğiz. Ayrıca ben Türküm tabii, bana birşey olmaz o ayrı.

Washington'a ilk geldiğimde, yani bundan 11 sene önce, birgün Ümitle metroya inerken, hemen herkesin elindeki şemsiye dikkatimizi çekti. Hava günlük güneşlikti ve bu şemsiyeleri bu insanların neden taşıdığını çıkaramamıştık. Dönüş yolunda şakır şakır ıslanınca, dışarı çıkmadan önce hava durumunu dinlememiz gerektiğini, Türkiye'de yaptığımız gibi, balkona çıkıp ''aa bugün hava güneşli'' tespitinde bulunmanın yanıltıcı olduğunu öğrendik. ''Yarın öğleden sonra saat 3'ü 5 geçe yağmur yağacak!'' buyurulduğunda, biz de artık elimizde şemsiyelerle hazırdık. Bizde hava durumu çok genel anlatılır. Televizyonlardan hatırladığım, mesela ''Türkiye'nin orta kesimleri az bulutlu, sağ köşesi kar yağışlı, sol alt köşesi de sağanak yağışlı geçecek'' kadar genel anlatılır hava durumu. ''Orta kesimler az bulutlu'' ne demektir abi, ben bilmiyorum. Bana ne yani bundan. Belki de cahilliğimden böyle konuşuyorum. Ülkenin orta kesimlerinde uçurtma uçurmak isteyen çocuklar, bu hava durumunu dinleyip ona göre, ''ah lan, yarın bulutluymuş. Ertesi gün çıkartırız uçurtmayı dışarıya'' diyordur belki. İnsan bilmeden konuşmamalı aslında. Ben de bilmiyorum valla, ne yalan söyleyeyim. Orta kesimin sınırları nerede başlayıp biter mesela? Onu da bilmiyorum.

Mesela bir Floyd kasırgasından bahsetmişlerdi. Floyd muydu acaba adı, şimdi geçmiş zaman unuttum. Ben geldim geleli sayısız kasırga geldi geçti bu doğu kıyısına. Washington'ı da etkileyen Floyd'du galiba. Korkunç birşey olmasını bekledik. Hızlı hızlı yağmur yağdı, camlar sallandı. Ha bir de elektrikler kesildi. Bazı evlerin, arabaların üzerine ağaçlar devrilmiş ama çok müthiş bir felaket olmadı kanımca. Kentte trafik ışıklarının bile çalışmadığı, her trafik kavşağına polis yerleştirilen tek durum oydu. Kısa süre önce de yine bir kar fırtınası dendi. Yine marketlere hücum oldu. İçecek suyu zor bulduk. Ama yağan kar öyle felaket birşey değildi.

''Korku toplumu'' diyor Daniel. Her mevsim, ortaya bir felaket senaryosu atılır. Yakın zamanda domuz gribi hikayesi vardı. Önce umursamasanız da, kenarından köşesinden izlediğiniz haberler kanınıza giriveriyor. ''Ulan'' diyorsunuz, ''Bi de hakkaten öyleyse. Ya korkunç bir grip felaketiyle sarsılırsak! Bi de Amerika'dayız ki, artık silahlı kavga falan çıkar, kimseden bir yardım alamazsınız''. Zaten sağlık sistemi satılmış. Bu civarda dünyanın en zenginleri yaşıyor. Parası olan bir şekilde yine aşısını, tedavisini bulur. Helikopterle kendilerini aldırtırlar. Biz kalırız felaketin ortasında mahsur.

Haber takip ettiğim için ve bunların bi de oturup haberlerini ne yazık ki yıllar boyunca yazdığım için çeşitli felaket senaryolarını, bu senaryoların nasıl büyüyüp bir çığa dönüştüğünü, herkesi paniğe sevkettiğini anlatayım biraz. Bu kentte ilk yazdığım haber, o sırada benim üstüm olan Ümit'in bana layık görüp ''otur sen bunu yaz'' dediği, ''Washington'ı fareler bastı'' haberiydi. Washington Post'ta tam sayfa çıkan bir haber. Efendim, kentin çöp toplama sisteminin çalışmaması, dikkatsizlik vs. derken, artık fareler işi iyice azıtmış, gündüz vakti bile sokakta cirit atar olmuşlardı. İkinci yazdığım haberi de hatırlıyorum: ''Washington'da kuduz yarasa paniği''. Geceleri ortaya çıkan bu yarasalar arasında kuduz vakaları çıkmıştı, haberimiz olsundu. Annem, benim yazdığım haberin Türk gazetelerine yansıdığı gün telefon etti. ''Evladım, kuduz yarasalar varmış Washington'da. Aman dikkat et!''. ''Anne, ben yazdığım o haberi zaten yaa!''.

11 Eylül'ün hemen öncesinde, ''Amerikan sularını tehdit eden köpekbalığı'' meselesi vardı. İşin özü şu, okyanusta yüzerseniz, okyanus bu yani, içinde köpekbalıkları da oluyor, her yaz mevsiminde iki, üç kişi haklanıyor. En iyi ihtimalle kol, bacak ısırılıyor. Aslında bunun haber değeri bile yok. Köpekbalıkları da canlı. Suyun içinde gördüğü hareket eden şeyleri bir ısırıp, yenilir mi yenilmez mi diye tadına bakıyor. 11 Eylül olunca, köpekbalığı konusunun bir daha açıldığını duymadım. Daha büyük bir haber varken, daha büyük bir korku kaynağı varken, köpekbalıklarını kim takar? Zaten bizim Geceyarısı Ekspresi filmiyle bütün Türk milletinin ve Türk polisinin adını dünyada çıkarmışlar 9'a, inmez 8'e misali, Jaws filmi yüzünden de köpekbalıklarının adı çıkmış.

Benim hatırladığım ulusal korku haberlerinden biri de Batı Nil virüsüydü. Bu virüsü taşıyan sivrisinekler sizi bir soktu mu, vay halinize yani. Grip olup ölüyordunuz. Burnu akan hastaneleri doldurmaya başladı. Televizyonda, Washington'ın çeşitli yerlerinde Batı Nil virüsü kapıp mortayı çeken kargacıkların, serçelerin haberlerini izledik. Birgün, Batı Nil virüsüyle ilgili haberleri izleyip, Washington Post'u da okuduktan sonra oturdum bu konuda bir haber yazmaya. Yazarken yazarken, öksürmeye başladım, burnum da aktı. Birden kendimi ikna ettim, kesinlikle Batı Nil vürüsüydü bu. Dikkat edin bir de Nil Nehri'nden geliyor bunlar zavallı Amerikalılar'ın başına musallat olmaya. Efendim acaba birisi kasıtlı mı getirmiş bu virüsü buraya, kuşlar mı taşımış falan da falan türü haberler.

Arkasından Sars çıktı. ''Pis Asyalılar'dan'' çıkmıştı bu kuş gribi. Tonlarca kuş itlaf edildi. Havaalanlarında öksürüp burnunu silenler karantinaya alındı. Birgün sinema zevkimizden hep konuştuğumuz eski bir büyükelçiye Washington sokaklarında rastladım. En son hangi filmi izlediğini sordum. ''Artık gidemiyorum sinemaya. Sars var biliyorsunuz'' dedi. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Ama herkes etkileniyor bir şekilde. Neyin ne kadar doğru olduğunu bilmeyince. 11 Eylül sonrası, şarbon krizi vardı. Efendim, Washington ve çevresinde koca koca apartmanlar vardı. Bunların havalandırma girişlerine şarbon bir atılırsaymış, yüzlerce kişi bir anda ölürmüş. Şehir efsanesi de değil anlattığım. Ciddi gazete, televizyon haberi. Zavallı postacılar öldü, zaten sürekli küfrettiğim, son derece yavaş işleyen Amerikan posta sistemi çöktü. Gidip postamıza dokunamaz olduk. Bizim apartmanda, ameliyat eldiveniyle posta alanlar türedi.

En son domuz gribi paniği, anlatmaya bile gerek yok hepiniz biliyorsunuz. Aşı kuyrukları her yerde. Fos çıktı. Gripten 40 bin kişi ölüyor her yıl bu ülkede zati. Yaşlı insanlara, bağışıklık sistemi iyi durumda olmayanlara yaramıyor grip olmak. Bunun domuzu da kuşu da bir.

Bir ara deli dana meselesi vardı, Kanada'dan Amerika'ya giriyordu bunlar. Dikkat ediniz hep başka ülkelerden geliyor hastalık. Öyle diyorlar burada. Burada hiç hastalık falan olmaz yani, mümkün değil. Muhakkak dışardan gelmiştir. Bu deli dana hastalığından muzdarip hayvanlar Kanada'dan ithal edilmişti. Kesilip afiyetle yenmişlerdi veya yenilmek üzerelerdi. Şimdi bunun etini yiyen insanların beyinleri arıza yapacak ve öleceklerdi. Sonra o meselenin de adı duyulmaz oldu. Beyaz et sektörünün bir komplosu olmalıydı bu bana göre.

Ha bir de zehirli domates ve ıspanak meselesi vardı. CNN'den ayrılan Lou Dobbs diye bir şerefsiz gazeteci vardır. Şerefsiz diyorum, çünkü Meksikalılar'a takmıştı. Amerika'nın başına ne kötülük geliyorsa hepsi Meksikalılar'ın suçuydu. Utanmasa, ''toplama kamplarında yakalım bunları. İş gücümüzü çalıyorlar'' diyecekti. Dobbs, yemedi içmedi, insanı hasta eden domateslerin geldiği yerin Meksika olduğunu buldu! Ne kadar doğru bilemeyeceğim, çünkü Dobbs, kılı dönse Meksikalılar'dan biliyor. Her gün her gün biz bu adamı dinledik akşam haberlerinden önce Amerikan CNN'inde. Meksikalılar, ağızları var dilleri yok, eşekler gibi çalışırlar, para yaparlar, Amerikan ekonomisine katkıda bulunurlar, bir de böyle deli gazetecilerden laf işitirler. Neyse Dobbs benim kanımca, CNN'den kovuldu ama burada kuraldır, birini kovunca, ''biz kovduk, canı cehenneme'' demezler hayatta. Güzel bir kılıf bulurlar. Lou Dobbs'ın son iddiası şuydu. Dobbs'ın karısıyla birlikte New Jersey yakınında oturduğu evine, otobandan geçen bir kamyonetten ateş edilmiş, tek bir tane kurşun duvara saplanmış. Dobbs suçu kimden bildi dersiniz? Tabii doğru tahmin ettiniz! Meksikalılar! Aslında Meksikalı birisi yaptıysa şaşırmam ama Dobbs'a, benim gibi Meksikalı olmayanlar da sinir oluyordu. Dobbs'ın asıl araştırması gereken, taze domatesin adını kötüye çıkarıp konserveye yüklenilmesinden çıkarı olanlar olmalı. Bizim mesleğin her meseleye uyan en basit sorusu şudur: ''Cinayetten kimin çıkarı var?''. Muhtemelen katil odur çünkü.

Şimdi bizim eve temizliğe gelen Yliana Perulu. Onun yardımcısı da Guatemalalı. Yliana, her eşya için güzel bir yer buluyor kendine göre. Ben elime geçeni sağa sola atarım. Fotoğraf makinasının adaptörü, internet adaptörü, dijital ses dinleme cihazı gibi minik minik ve fakat benim mesleğim için çok kilit aletler, ne zaman temizlik olsa, bir yerlere giriyor. Başbakan'ın Aralık ayındaki son Washington ziyaretini izlemek için evden çıkmadan çantamı hazırlarken, dışarda çalışırken kullandığım internet adaptörünü hiçbir yerde bulamadım. Neredeyse ağlayacağım. Daniel ile evin altını üstüne getirdik. Daniel bana soruyor: ''En son ne zaman kullandın?''. Yeminler ediyorum, ''Valla herşey gibi çalışma masamın üzerindeydi. Şuraya sol tarafa koymuştum. Çok iyi hatırlıyorum'' diye. Yaklaşık bir saatlik aramadan sonra, çocukluk yöntemine başvurdum. Herzaman işe yarar. Şöyle bir tekerleme söylüyorsunuz, ''Şeytan aldııı gööö tüüür düüüüüü, saaa taaa maaa daaaan geee tiiir diiii, şeytan aaaldıı....'' Sır aslında tekerlemede değil. Kulaklar dikilmiş, gözler açık ve sanki başka bir görünmeyen hissiyat da açılıyor. Çalışma masamın üzerinde süs olarak duran, hiçbir zaman kapağını açmadığım küçük kutucuğun kapağını kaldırıyorum. Adaptör üzeri 409'la silinip parlatılmış haliyle bana göz kırpıyor. Eyyooo! O günden bugüne, biraz Lou Dobbs'ın da katkısıyla, ne zaman birşey bulamasak ve bunun sorumlusunun da Yliana değil biz olduğumuzu çok iyi bilsek de, biraz şakayla karışık şöyle konuşmalar geçiyor bizim evde:

Daniel: ''Did you see my sports shoes?'' (Spor ayakkabılarımı gördün mü?)
Deniz: ''It should be in the closet''. (Dolapta olmalı)
Daniel: ''Nope. But I know what happened to them'' (Hayır. Ama onlara ne oldu biliyorum)
Deniz: ''What?'' (Ne?)
Daniel: ''Mexicans!'' (Meksikalılar!)

Gelelim yine kar meselesine. Marketlerde niyeyse tuvalet kağıdı bitiyor ilk önce! Yani ileri görüşlülüğün böylesi. Kar yağacak, yollar kapanacak, markete mal getiren araçlar işlemeyecek ve kapış kapış giden tuvalet kağıdı biterse, aman Tanrım popomuzu neyle sileceğiz? Çok kilit bir mesele. Aman suyla yıkarım, elimi de yıkarım derseniz, haha çok yanıldınız. Burada, taharet musluğu (korkunç bir laf, yazarken içim fena oldu, sanki burnuma otobüs mola yeri tuvalet kokusu bile geldi) denilen şey yok tuvaletlerde. Eğer çok zenginseniz! ve evinizi siz falan yaptırdıysanız, bir numara ve iki numara için kullanılan klozetin yanına bir de yavrusundan koyuyorlar. O yavru klozet sadece popo yıkamak için. Musluğa da bide deniliyor. Popo temizliği zenginlere mahsus, ayrıcalıklı bir durum.

Şimdi diyelim ki, birgün uyandınız, arabanız boydan boya balçık çamurla sıvanmış. ''Kim yaptı lan, eşşoleşekler!'' dediniz, sıra geldi zararı temizlemeye. Elinize bir rulo tuvalet kağıdı alıp temizleyin bakalım ne olacak? İşte tuvalet kağıdıyla poponuzu silerseniz, orada da öyle bir manzara kalır bence. Sonra da, ''aman bu Araplar sokak ortasında kaka yapıyor, çok pisler'' falan der batılılar. Doğru aslında. Ben Kahire'de bizzat gördüm. Ama adam, valla neresinden çıkardıysa, hani şu Arap Kadri'nin ibriği gibi birşey çıkarıp suyunu döktü ve yıkadı poposunu. Tek sıkıntı, şehir merkezindeki, heykeltraşın bıyıklarını yapmayı unuttuğu aslanların hemen altında bu işlemi yapıyor olmasındaydı. Entari giyince, özel yaşam da gizli tutulabiliyor böyle durumlarda hem.

Bir yandan camdan kar gibi bembeyaz yağan bir şeyi izlerken ve kar romanı diye başlık attığım bir yazı yazarken, nasıl oldu da konuyu boka getirdim, valla bilmiyorum. Mecburen başlığı, yazıyı btirdikten sonra değiştiriyoruz yine. 30 inç kar yağarsa ve yiyecek ekmeksiz kalırsak, ben de bunun hesabını Meksikalılar'dan sormaz mıyım!






Bir kitap okuyorum. Uzun zamandır okuduğum en iyi kitap. Çiğdem tavsiye etti. İçinde masallar var. Masalların yorumları ise kadınların hem yüzeyde gördüğümüz hem de görünmeyen yüzüne, o herşeyin içinden çıktığı, herşeyin beslendiği büyük sessiz boşluğa işaret ediyor. Kitaptan bazı şeyleri anneme de anlatırken ve bir yandan da google'dan ''acaba Türkçeye çevrilmiş mi?'' diye bakarken, gördümki evet, Türkçesi de var. Her gençkıza lazım. Ben yerinizde olsam gider okurdum.

Kitabın adı ''Women Who Run With The Wolves''. Meali, ''Kurtlarla Koşan Kadınlar''. Yazarı Clarissa Pinkola Estes. Alt başlıkta ''vahşi kadın arketipi'' gibi bir şey daha var. Amazon'dan ısmarladığım kitabı elimde gören Daniel, ''nedir o?'' dedi merakla. Başlığını görünce de şöyle bir gözlerini devirdi. Kimbilir yine ne çoraplar örecektim başına. Ama merak da etti, ne ola ki bu vahşi kadın arketipi yani, değil mi ama? Ve bu kitabı okuduktan sonra bulanan kafamla kimbilir ne parlak fikirlerle ortaya çıkacaktım. Aynen de öyle oldu. :)

Önce hızlı hızlı okudum. Su içer gibi. Masalsı anlatım çok çarpıcı. Masallar aklınızda kalıyor. Yaşadığınız deneyimlerle nasıl çakıştığını görünce ve sizin benzer durumlarla karşı karşıya kaldığınızda ne yaptığınızı masal kahramanıyla karşılaştırınca çok şaşırıyorsunuz. Bana göre bütün masallarda temel fikir, kadının o sihirli, herşeyi yaratan kendi iç dünyasıyla temasını koparması veya iç dünyasına dönmeyi sık sık ertelemesinin, farkındalığını askılığa asıp sürekli dış dünyada yaşamasının ne kadar tehlikeli olduğu üzerine. Macera dolu hayatımız boyunca düştüğümüz tuzaklara işaret ediyor yazar. Bence çok harika bir ismi olan Clarissa Pinkola Estes'i burada alnından öpüyorum. Her masalın bir kenarında kendimi, arkadaşlarımı, annemi buldum. Bu özellikle bir kadın kitabı da değil, onu da söyleyeyim. Biraz kadınlar hakkında fikir edinmek istiyorsanız, ''ay bu kadınları anlamak imkansız'' diyenlerdenseniz, bu kitapla içinize azıcık ışık doğabilir. O ışık, kendi hayatınız kadar etrafınızı da aydınlatan bir şeye dönüşebilir. Ama anlayana tabii.

Kadınlar, toplumun çok ciddi haksızlığa uğrayan kesimi. Kadınların koşullarının iyileştirilmesi için bunca çaba da bu yüzden. Dün internetteki Türk gazetelerinden bir haber okudum. Dram. Daniel'a da anlattım. Muhafazakar bir aileden gelen bir genç kadın, biri zorla evlendirildiği adamdan, diğeri de sevgilisinden olan ikiz erkek bebekleri dünyaya getiriyor. Habere göre, sabah kocasıyla, akşam sevgilisiyle beraber olmuş. Şüphelenen koca DNA testi yaptırıyor ve ikiz bebeklerden sadece birisinin babası olduğu ortaya çıkıyor. ''Kendi bebeğini'' alıyor. Diğer bebek, anne kendine bile bakacak durumda olmadığı için kimsesizler yurduna veriliyor. Dahası kadın, peşine düşen erkek akrabalarından kaçmak zorunda. Yakalanırsa, ''aile namusuna sürdüğü lekeyi'' temizleyecekler. Daniel en çok bebeğin babasının, kendi oğlunu, ikiz kardeşinden nasıl mahrum etme hakkını kendinde gördüğüne şaştı. Ben, kendisini yaptığı hatalarla bu korkunç dramın içinde bulan kadına ve yetimhaneye verilen bebeciğe üzüldüm, resmen kalbimden kan aktı. Dünden beri bunu düşünüyorum. Kadınlar ezildikçe, kendi içlerindeki yaratıcı gücü keşfetmelerine izin verilmedikçe, desteklenmedikçe bütün toplum bunun acısını çekecek, bu acılar bir şekilde herkese dokunacaktır.

Kitaptaki masalların değindiği tonlarca kadın problemi var. Bunlar iç dünyamızda olup bitenlerin dışarı yansımasına ilişkin şeyler. Daha kitabı bitirmedim ama buraya kadar, beni en çok etkileyen bölümün ''hanım kız olma'' ve ''pençeleri sökülmüş olma'' ile ilgili olduğunu söyleyeceğim. Hepimizin şu ya da bu şekilde muzdarip olduğu bir mesele bu. Haksızlığa reaksiyon gösterememek ve hatta resmen işkenceye dönüşen bir durum karşısında bile ''savaş veya kaç'' temel tepkisini verememek. Kitapta anlatılan önemli bir psikolojik araştırma var. Bir köpeği kafese koymuşlar ve kafesin sağ tarafına elektrik vermişler. Köpek bir zaman sonra o tarafa gitmemesi gerektiğini öğrenmiş. Bunu öğrendikten sonra kafesin sol tarafına elektrik vermeye başlamışlar. Köpek bu kez, artık o tarafa gitmemesi gerektiğini öğrenmiş. Testin bundan sonraki kısmı çok enteresan. Bilimadamları, bu sefer kafesin her yerinden gelişigüzel şekilde elektrik vermişler. Köpeğin tepkisi şoke edici. Ne yaparsa yapsın bu herhangi bir yerden gelecek elektrik şokuna karşılık veremeyeceğini anlayan köpek, umutsuzluk içinde yere uzanıp kalmış. Kafesin kapısını açtıklarında kaçmasını beklemişler. Ama öyle bir umutsuzluk içine düşmüş ki köpek, kaçmaya kalkışmamış. Yani, gelişigüzel gelen elektrik şokuyla yaşamayı öğrenmiş! Yani, anormal bir durumla yaşamayı öğrenmiş. Kaçma refleksini bile unutacak kadar!

Estes diyor ki, işte kadınların yaptığı da buna benziyor. Kötü davranış, ilk keresinde bir şoka neden oluyor. İkincisinde daha az bir şoka ve zamanla alışıyorsunuz. Bu toplum tarafından üzerimize dayatılan imaj nedir? Kadın yumuşak olmalı, kadın hanımefendi olmalı, ölçülü davranmalı, kavgaya eğilimli olmamalı, herkese hoşlukla davranmalı. Ama Estes'e göre bu doğal değil. Doğada mesela kurtlar, sahip oldukları şeylere bir tehdit ortaya çıktığında ya o diyardan gidiyor, ya da kıyasıya savaşıyorlar. Kadınların ise, pençeleri sökülmüş. Kabaca kitaptan çevirdiğim şöyle bir bölümü aktarıyorum doğrudan:

''Aşırı iyi olmadaki problem, tsunami gibi, büyük bir dalga gibi yükselmesi ve birgün önündeki herşeyi yıkıp geçmesi. İyi olmak adına bir kadın çarpık ya da kendisine zarar veren bir düzene gözlerini kapatabilir ve bununla yaşamaya çalışabilir. Bu anormal durumu kabul etme çabaları, tepki gösterme, bir konuya işaret etme, değiştirme, doğru ve adil olmayan üzerinde bir etki yapmaya yönelik içgüdülerine de zarar verir. İçsel veya dış dünyasını tehdit eden bir durum karşısında bir kadının hala iyi ve düzene uygun hareket etme çabası, o kadını ruhsuzlaştırır. Bilgiden ve harekete geçme yeteneğinden yoksunlaştırır.''

Ben, kendisine çok çok kötü davranan eşlerinin tutumuna bile ''ama o da çok yoruluyor, çok stres altında'' diye bahane bulan kadınlara tanık oldum. İyi insan olmak, kötüye uymamak adına haksızlığa uğradığım bazı durumlarda ''büyüklük bende kalsın'' diye tepki göstermediğim oldu. Pençeleri sökülmüş hanımkızlarız biz.

Kitabı okurken okurken, ben o pençelerin yeniden yerinden çıktığına şahit oldum. O yüzden, hepiniz ayağınızı denk alın! Benim en sessiz, en düşünceli, karıncaları incitmeden yolda nasıl yürümesi gerektiğini tartan canım arkadaşım Yelda'ya bile ''Yelda bak böyle bir kitap okuyorum, ayağını denk al haaa!'' dedim. Ona böyle birşey söylemem tabii çok ironik olduğu için güldük.

Beni etkileyen masallardan biri Vasalisa oldu. Cinderella'ya benziyor, oradaki gibi Vasalisa'nın bir üvey annesi ve üvey kızkardeşleri var. Vasalisa, kötü kalpli üvey annesinin dediklerini yaparsa, kıskanç üvey kızkardeşlerle iyi geçinebilirse, içine düştüğü bu durumdan çıkabileceğini zannediyor. Kıskançlığın gücünü görmezden geliyor. Üvey anne ve kızkardeşleri, sözde sönen evin ateşini tazelemek için onu ormana bir cadının yanına gönderirken de gözünü bile kırpmadan yola çıkıyor. Onların her dediklerini yaptığı için. Ama üvey anne ile kızkardeşlerin umduğu, cadının Vasalisa'yı öldürmesi. Vasalisa, ormanda kazandığı deneyimler sayesinde öyle bir bilgiye sahip oluyor ki, evine geri döndüğü zaman, o bilginin ışığında üvey anne ve kıskanç kızkardeşler kül oluyorlar, Vasalisa üzerinde etkileri kalmıyor. Sembolik masal, iyilikle herşeyin üstesinden gelinebileceği saflığından vazgeçip gerçekleri görmeye, kötünün varlığını kabul etmeye ve ona uygun şekilde davranmaya davet ediyor sizi. Bu demek değil ki, illa kılıçları kuşanalım, savaşalım. Kötüyü, onun zulmüne katlanıp iyilik yapa yapa yeneceğiniz saflığını elden bırakmanızı öğütlüyor bu masal.

Gerekirse kılıç kuşanmasını da bilmek lazım. ''On Soruda Dalai Lama'' diye bir film izledik geçenlerde Daniel ile. Ben Dalai Lama'yı birkaç sene önce Washington'a geldiğinde tesadüfen gördüm. Bende çok derin iz bıraktı, o yüzden anlatayım. Amerikan kongre binasında bir toplantı izledim. O gün haber bakımından çok yoğun bir gündü. Bir haberden koşa koşa çıkıp kongreye gelmiş, zor bela, bu önemli haberin fotoğrafını çekmiş, ardından haberimi yazabileceğim yakında bir kafeye nasıl en çabuk gidebileceğim düşüncesiyle, kafamda ve kalbimde türlü sıkışıklıklarla kongrenin önündeki kocaman beyaz merdivenleri ikişer ikişer zıplayarak iniyordum. Birden o Budistlere özgü marun rengi kıyafetli insanı gördüm. Gözünde gözlükleri, gülen yüzü. Etrafında ona sevgiyle saygıyla davranan birkaç yardımcı insan. Bir tekerlekli sandalye getirdiler. Dalai Lama yaşlıydı, bütün gün programından yorulmuş olmalıydı. Amerika'da mekanlar o kadar büyüktür ki, yürü yürü bitmez. Bu adamcağızın, kongrenin o geniş meydanlarını, geniş koridorlarını yürüyerek geçmesi tabii realistik değil.

Dalai Lama beni görmedi bile. Ama ben ona öyle bakakaldım. Karşımda müthiş bir ayna olmuştu bu kırılgan, şefkat dolu bir ışık saçan adam. Ben, pis Washington kentinin, karışık, kirli, çıkarcı insanlarının arasında kendi işimi çabuk yetiştirme kaygısıyla, ne gelen baharı görüyordum ne de kendi insani ihtiyaçlarımı önemsiyordum. Ruhumu besleyen şeylerden çok ama çok uzaktım. Hızla koştururken duvara çarpmıştım. Bu adamla benim gittiğimiz yolun tezatlığı müthişti. Dalai Lama çoktan kongre binasına girmişti. Ben, merdivene oturup kaldım ve ağlamaya başladım. O gün hayatımda bir dönüm noktası oldu. Ara sıra durup nereye gittiğinize, neyi neden yaptığınıza bakmak çok önemli.

Şimdi gelelim filme. Dalai Lama'ya filmde şöyle bir soru soruluyor: ''Siz, şiddete karşısınız. Budizm felsefesi şiddetin karşısında. Ama hiç mi kendimizi savunmayacağız? Diyelim ki birisi eline taşı aldı, niyeti de kötü, üstümüze doğru geliyor''. Dalai Lama'nın cevabı beni şoke etti. Dedi ki, ''Kendini savunmak senin birinci görevin. Eğer başka yol kalmadığına inanıyorsan, canına kastediliyorsa karşı saldırıya geçmelisin''. Artık bu hayatınız mı olur, evlatlarınız mı yoksa kocanız mı olur, yoksa eviniz mi, yoksa oturduğunuz topraklar mı olur, yoksa fikirleriniz mi olur, bir kasıt varsa, bir tehdit varsa buna karşı gerektiğinde pençeleri çıkarabilme gücünü içinizde bulabilmeniz dileğiyle diyorum. Cinderella akıllandı artık. Çok yaşa Vasalisa.