Dün gece, kanepedeki malum köşeme ayaklarımı televizyona doğru uzatıp yayılmış televizyon seyrederken ve yediklerim yüzünden patlamak üzere gibi hissederken, ”ben çok şişmanım” diye homurdanıp gözümden yaşlar akıtmaya tam başlıyordum ki, Daniel’ın bir sözü beni kahkahaya boğdu.Bir gün önce televizyonda, Jessica Simpson’ın kısa sürede ne kadar şişmanladığı ve onu incecik görmeye alışkın hayranlarının son konserde şok geçirdiğini izlemiştik. Daniel, ”istediğin kadar şişmanım de, hala Jessica Simpson’dan çok çok çok daha zayıfsın!”dedi. Tabii benim boyum 1.90. İçi doldurulacak mekan bol. Ama mekanların içini doldurduğunuz zaman, enine boyuna bir şeye dönüşüyorsunuz ki, üzerine bir de hatun olmak zor. Jessica’nın mekanı da dar. Topuklu ayakkabılarla idare etmeye çalışıyor yavrum. Yine de, Daniel’ın beni güldüren sözlerindeki ince alayı farketmedim değil. Düzeltme: Daniel ”ben öyle demedim”, ”you are way hotter than FAT jessica simpson (!) demiştim” dedi. Yani (şişko Jessica Simpson’dan çok daha iyi görünüyorsun!).
Her pazartesi rejime başlıyorum. Öğlene kadar sürüyor. Bilemediniz akşama kadar. Her pazartesi spora başlıyorum. Bu hafta pazartesiyi bile boş geçirdim. Sabah kalktığımda, ”Biggest Loser” programının canavar kadın sporcusu Jillian Anderson’ın circuit programına bir daha başladım, bir haftadır yapmıyordum. Üçer setten 12 tekrarlı üç hareket yaptıktan sonra, nefes darlığından ölüyorum zannettim ve hemen bıraktım. Gençliğinde ağır spor yapmanın bedeli bu galiba. Hayatın boyunca hep böyle devam etmek zorundasın. Bırakınca da toparlaması çok zor. Tabii artık 15 yaşında değiliz.Bir de ben sıkılıyorum artık, koş koş koş. Bir kaç sene önce maratona hazırlandığım düşünülürse, belki diyorum, bu da böyle bir dönem. Geçecek. Belki, çok spor yapa yapa sıkıldım. Biraz ara vermem iyi oldu. Havalar ısınınca…Belki yeniden…Neyse işte, hepsi bahane. Sporla zayıflamaya alışmışım. Maazallah güzel gırtlağımdan kesmek çok zor. Ama belki bunu denemeliyim artık. Bilmiyorum işte. O yüzden diyorum ya, ”n’olacak benim bu halim?”.Geçen hafta Daniel ile gym’e gitmek üzere evden çıktık. Bizim spor yaptığımız yer, bir çarşının içinde. Koşu bantlarını da camın kenarına dizmişler. Gelen geçeni mi seyredersiniz artık, yoksa önünüzdeki monitörden televizyon mu seyredersiniz, size kalmış. Yani insanlar spor yapsın diye her türlü teşvik var. Eskiden, Özgür ile iki otobüs değiştirip, arkasından bir yirmi dakika yürüyerek, Anıttepe’deki koşu sahasına giderdik. Azme bakın yani! Yarım saat koşardık. Her sabah 6′da Özgür’ü uyandırmaya gitmek çok haince zevk aldığım bir şeydi. Gelmese dilimden kurtulamayacağını bildiği için, hep sözümü dinlerdi.Neyse, spor salonuna yaklaşırken, benim ayaklarım geri geri gitmeye başladı. ”Danielcım” dedim. ”Ben gelmiyorum. Şu Starbucks’tan bir kahve alayım, oturayım gelen geçeni seyredeyim. Sen bitirince burada beni bul”. Daniel da zaten zorla gidiyor ama bu manevra karşısında epey şaşırdı. ”Tamam” dedi. ”Ben de fazla kalmayacağım zaten”.Gittim Starbucks’tan bir kahve aldım. Noel, yılbaşı ağaçları ve süslerini kaldırmışlardı bu çarşıdan. Kahve alırken, bir broşür gördüm. Türkçeye şöyle çeviriyorum, ”böbrek yürüyüşüne sen de katıl!”. Bu biraz komik geldi. Malum artık her şeyin yürüyüşü, koşusu çıktı artık, bir böbrekler kalmıştı uğruna koşmadığımız. İşte yarışa katılmak için para yatıracaksınız ve böbrek hastalarına yardım edeceksiniz, kendinizi iyi hissedeceksiniz hem de sağlıklı olmak için sosyal bir faaliyete girişeceksiniz. Bir taşla iki kuş. Geçmişte, göğüs kanseriyle savaşan Susan Komen vakfının yürüyüşüne katılmışlığım vardı. Bir de, National Press Club’un, yani Washington’daki Ulusal Basın Klübü’nün 5K yani 5 kilometrelik koşusuna katılmıştım. Üstelik o sırada ayak parmaklarımdan biri kırıktı. Bu yüreklilik, devamlılık mazide kaldı tabii. Şimdi genişleme zamanı.Çarşıda oturdum, geleni geçeni seyrettim. Bir adamcağız gördüm. Çok kısa boylu, siyah ve bir bacağını çeke çeke koltuk değnekleriyle yürüyen bir adam. Tuvalete doğru gittiğini görebiliyordum. Adam küçücüktü. Bin bir zorlukla, çok yavaş yavaş ilerliyordu. Üstü başı düzgündü. Hatta açık renk bir pantolon giyiyordu ve pantolonunda tek bir kırışıklık olmamasına şaşırdım. Sonra kendi kendime kızdım. Biraz kilo aldım diye kendime hayatı zindan ediyorum. Bu insan, böyle hayatını geçirmek zorunda. Şikayet etmeye hali bile yok. Zaten şikayet etmenin anlamı yok. Ben, boğazımı tutamayıp cips, kola ile mekan dolduruyorum, bir de üstüne mızmızlık.Starbucks’tan aldığım kahve ve kahvenin yanında yenilmesi şart olan kekle beraber, Daniel’ın koştuğunu bildiğim, çarşıya bakan koşu bantlarının oraya doğru yürüdüm. Bir elimde kek, bir elimde plastik kahve bardağı, camdan tam Daniel’ı görecek şekilde konuşlandım. Camın bir yanında, bana bakarsa güleceğini bildiği için ciddi bir tavır takınmaya çalışan, koşu bandında dili bir karış koşan Daniel, diğer yanında kek yiyip kahve içen ve Daniel ile göz göze gelmeye çalışan ben.Şimdi, Orhan Pamuk’un ”Kar” romanına başladım. Onca zaman elimde bekledi bu roman da bir türlü okuyamamıştım. Demek zamanı şimdi gelmiş. Kar dedim de, şu bahar ne zaman gelecek? Gözüm yollarda kaldı.