*Bok önemlidir veya boklu meseleler
Annemle aramızda günlük Transatlantik konuşmalar, mesajlaşmalar geçiyor:
Annem: ''Timuçin bugün kakasını yaptı mı?''Ben: ''Yaptı''.Annem: ''Ne renkti?''Ben: ''Sarı''Annem: ''Ha iyi''.Ben: ''Sana postayla örnek göndermemi ister misin?''Annem: -kısa bir sessizlik ve söyleneni duymazdan gelmenin ardından-...''Rahat yapabildi mi bari?''
Annem, anneanne oldu tabii. Torununa iyi bakıldığını garanti etmek istiyor. Şimdi duymayan kaldıysa, ki Anadolu Ajansı haber bile yaptı, ben geçen gün doğurdum. İki haftalık oldu oğlumuz Timuçin. Ya da Yelda'nın ona taktığı isimle Mr. T. Bugün benim çalışma masamın arkasındaki panoda, oğlumuzun ''poo chart'ı'' var. Yani saat kaçta ve ne şiddette sıçtığına dair bir çizelge tutuyoruz. Hatta Daniel, ''saat 8:22 Timuçin babasının üzerine işedi'' diye ayrıntılı not tutuyor. Hiç haberim yoktu boklu meselelerin bu kadar önemli olacağından. Bakmayın, komik olsun diye annemle konuşmamızı öyle yazdım ama, çok hassas mesele bebeğin number two'yu yaptı mı yapmadı mı meselesi. Valla gözyaşı döküyor insan. Küçücük bebek ağlıyor orada. Çaresiz hissediyorsunuz. Bilenler bana mesaj atsın, bebekte gaz ve kabızlık hikayesini çözmede başarılı yöntemlerle ilgili. Bekliyorum.
Doğurma ve çocuk sahibi olma meselesine eskiden beri bir önyargılı bakışım vardı. Zaten 38 yaşına gelinceye kadar doğurmadığıma bakarsanız anlarsınız. Son demlerimde birden bu işe kalkışıverdim. Bu fikrimi ilk defa bir doktor dostumuza açıp danışırken yanımda oturan İlke'nin, şaşkınlıkla ağzı açık bana bakakaldığını hatırlıyorum. İlke'nin şaşkınlığı haklı, çünkü hep tam tersine yönde bir avukatlık yapmışımdır. İlkeyle Taner'in düğününü kutladığımız o muazzam tatilde Ömer, Tolga ve Didemle yaptığımız bir akşam muhabbeti geliyor aklıma hep. Tolga bana, ''demek ki sende çocuk doğurma hissi uyandıracak adamla daha tanışmamışsın'' demişti. Ben de ''hadi be'' diye geçiştirmiştim. Velhasıl o sırada ben, Daniel ile tanışalı birkaç ay olmuştu. Takip eden sene ise gidip evlendik ve üç yıl sonra kucağımızda çocuğumuzla oturuyoruz. Tolga haklıymış!
Fikrimin değişmesinde tabii, Daniel'ın kendisi kadar, kızkardeşinin ve onun çocuklarının büyük katkısı var. Ben tanıştığımda biri 2 buçuk, diğeri de 5 yaşında olan oğlanlar. Çocuk deyince benim aklıma Tercan geliyor. Anneannemin eskiden oturduğu mahalledeki komşusunun oğluydu Tercan. Diyelim o 3-4 yaşlarında, ben de 12. Nasıl oluyorsa sokakta donsuz falan dolaşırdı. Öyle ufacık, karşıma dikilir, büyük adam gibi ''senin ebeni, sülaleni!!!'' diye bildiği bütün küfürleri, bağıra bağıra yüzüme sayardı. Mahalleli korkardı bebeden ya. Böyle olabilir mesela çocuğunuz. Ya da ''para ver lan banaaaa!!! Sakız alacaaaaaam'' diye ağlayıp yerlerde yuvarlanan bir çocuğunuz olabilir. Mesela Özgür abim, annemin hassas noktasını keşfettiği için, salondaki bütün koltukların minderlerini bir bir yere atmaya başlardı, istediğini almak için. Evin dağılmasına dayanamayan annem de, ne istiyorsa verirdi. Ah sen benim oğlum olacaktın Özgür abicim, o zaman bilirdim ben sana yapacağımı! Daniel'ın yeğenlerine bakıyorum. Benden daha efendi görünüyorlar. Kimse onlarla çocuk gibi konuşmuyor mesela. Yemin ediyorum ben daha deli veya çocuk görünüyorum. Çok çok Daniel amcaları onlara ''wee wee, pee pee'' gibi şeyler söylerse kıkırdıyorlar. Ben bunları sırtıma alıp, at olup bahçede koşturduğum ve elektrik süpürgesinin ucunu kılıç yapıp korsancılık oynadığım için biraz bozdum çocukları tabii. Jaspar hala telefonda annesiyle konuşurken arka planda yırtınıyor, ''ben konuşcam horsie (atçık) ileeeee!!!''.
İki hafta önce Daniel ile sabah beşte kalktık. 7 buçukta sezeryan olacağım. Bir gece önce nasıl dokunaklı konuşmuşum zavallı Daniel ile. ''Ben ölürsem bir planın var mı? -ki olabiliyor biliyorsun, iki sene önce bir kadın aynı hastanede sezeryandan 12 saat sonra ölmüş, mikrop kapmış, NBC'ye haber olmuş-'' dedim. Daniel bu işi bu kadar dramatize ettim diye hep bana kızıyordu ama sesini çıkarmıyordu. Hep sineye çekti biliyorum. ''Aa niye sezeryan oldun?'' diyen varsa, size tek bir lafım var, bakınız Tercan'ın bana söyledikleri küfürlere...Zaten nedir bu Amerikalı kadınlardan çektiklerim, hamile forumlarında kavga falan ettim, dedim ''I am so going to have a c-section!''. Diyorlar ki, sezeryan bencillikmiş, doğal yol daha iyiymiş falan falan. Sonra da altındaki yorumlarda okuyorsunuz, dördüncü derece yırtık olmuş normal doğumda, yok 19 ay acı çekmiş, ikinci çocukta aynı yerden yırtılmış, seks hayatı bitmiş vesaire vesaire. Ben almayayım çok teşekkürler. Almadım da zaten, valla da iyi yapmışım. Şimdi size başımdan geçenleri anlatayım.
Doktorumu çok seviyorum. Daniel ile birlikte özenle seçtik. Tanıştığımız ilk doktor, çok genç bir kızdı. Şimdi google var ya, sanki bana, ben bu kızdan daha fazla şey biliyormuşum gibi geldi, google'a öyle güveniyorum ki, utube'dan ''sezeryan ameliyatı nasıl yapılır?'' diye video bulup, onu bile öğrenebilirim diye düşünüyorum. -Tabii tabii- Neyse bu kızcağız bende güven hissi uyandırmadı. İkinci doktor, yine genç bir adamdı ve acelesi varmış gibiydi hep. Sorularımızı yanıtlıyorken sıkılıyor gibiydi. Sonra Dr. Andrew çıktı karşımıza. Sarı siyah kareli bir gömleği ve papyonu vardı, doktor kıyafetinin altından görünen. Şöyle saçı başı dökülmüş (kel) ve kulakların kenarında kalan saçlar da biraz beyazlamış bir doktor. Çıkışta Daniel'a, ''hah şöyle yaa, biraz saçı beyazlamış bir doktor istiyorum ben karşımda!'' demiştim. Diğerlerinin katı görünüşüne rağmen bizim doktor, Daniel'ın esprilerini kaldırabilen, bizimle birlikte gülen bir adam çıktı. Ama sezeryanın yapılacağı gün doktor bir türlü gelmek bilmedi hastaneye. Sonunda hemşireler telefon ettiler ve doktorun, işlemin iki saat sonra yapılacağını zannettiği ortaya çıktı. Neyse ki evi yakın olan doktor, on dakika içinde hastanedeydi. Ben son görüşmemizde, ''haftasonunda iyi dinlen!'' diye arkasından bağırmıştım. Böyle apar topar hastaneye gelince, ''sabah kahveni içtin mi, kendini nasıl hissediyorsun?'' diye sorular sordum. Güldü doktor, kendisini iyi hissediyordu, ameliyata hazırdı.
Epidurali yapan diğer doktora, bana ayrıca sakinleştirici birşey verip veremeyeceğini sordum. Aslında çok sakindim, kendimi iyi hissediyordum ama nedense ameliyat masasında kafayı üşüteceğim, çok duygusallaşıp ağlayacağım zannediyordum. Doktor sabırla, ''sakinleştirici birşey veremeyiz, o zaman o sakinleştirici bebeğe de gider ve onu uyutursak doğduğunda ağlamayacak. Biz de iyi olup olmadığını bilemeyeceğiz. Merak etme iyi olacaksın'' dedi. Yeni usul, sezeryan sırasında anne uyanık. Sadece göğüsten aşağısını hissetmiyorsunuz, epidural denilen mucize iğne sayesinde. Doktor, sezeryan sırasında seninle sohbet edeceğiz falan dedi bana. Daniel'a göre hastane kıyafeti bulamadılar. Daniel da yanımda olacak elimi tutacak. Ama o da hiçbir şey görmek istemiyor. Benim göğüs hizama mavi bir perde koyuyorlar. Amerika'da gelenek, babalar bebeğin göbeğini kesiyor. İşte hesapta onlar da katılsın, bir payları olsun doğumda diye. Daniel, ''Doktor sensin, sen kes göbeğini, ne yapacağını bilen sensin'' dedi. Babalar da ameliyathaneye giriyor ve annenin elini tutuyor. Anne, Leonardo Da Vinci'nin ''vitruvian man'' resmindeki gibi kollar iki yana açık yatırılıyor ve hatta eller masaya bağlanıyor. Bana, ''senin elini bağlamayacağız ama o elleri, karnının civarında görmeyelim'' dediler. Ne işim olacak, iç organlarıma dokunup ne yapayım yani? Epidurale herkes korkunç birşey dedi, ben hiç hissetmedim. Çok hafif bir iğne batma hissi, o kadar. Hande, ''belki sen hissetmemişsindir Denizcim'' deyince, ''bi dakka sen bana (sen ayı gibisin de ondan hissetmemişsindir) mi demek istiyorsun?'' diye hesap bile sordum. haha. Bu yazı tabii, kırkikinci kere Timuçin'in uyanması ve altının değiştirilmesi, beslenmesi, kucakta tutulması vesileleriyle bölündü ama ne yapalım. Gidip gelip yazıyoruz, kafa karışıklığını affedin, olduğu kadarıyla.
Neyse efendim, vitruvian man hesabı yatmışız. Bir baktım, odaya ekstra bir doktor daha girdi. Bu arada benim belden aşağım açıkta, yüzümde perde. Odada kıyamet gibi insanlar. Hah dedim, bir kişi daha eksikti, sen de geldin, tamam olduk. Birden sol elimi tuttu doktor! Yok artık dedim, bir döndüm, doktor zannettiğim adam Daniel! O endamda hastane kıyafeti bulamamışlar ama doktorlar için daha büyük kıyafetler varmış, o yüzden doktor kıyafetiyle Daniel yanımda, elimi de tutuyor. Maske, gözlük falan, biraz da fazla adrenalin, kendi kocamı tanımadım. (Bakınız hafıza-i fotoğraf-ül elbülbül yazısı) Çok süper bir hemşire vardı ameliyatta. Her iyi insanın adı Tracy mi olur bu ülkede? Hemşire Tracy, buzdolabı gibi ameliyathanede dişlerim birbirine vura vura masada yatarken, iki tane ısıtılmış battaniyeyi kafamın, omuzlarımın etrafına sardı, üşümeyeyim diye. Allah razı olsun. Kadın, epidural olurken de resmen bana sarıldı, teskin etti. Belki ondan anlamadım acısını falan. Yalnız Tracy, ''doktor şimdi incision'a (kesme işlemi) başlayacak'' deyince, ''I don't wanna know, I don't wanna know!!!'' (Bilmek istemiyorum, bilmek istemiyorum!!!) diye bağırıverdim. Tracy hemen, ''ay siz nerelisiniz, ne iş yapıyorsunuz, ay ne kadar enteresan, demek Türksün. Benim babam da Türkiye'de görev yapmıştı, ben biraz Türkçe bilirim'' diye başladı beni oyalamaya. Ben cevap yetiştirmeye çalışırken, bebeği çıkardılar bile. Türkçe bilen Amerikalı Tracy hemşireden bir ''Maaşallah!!!'' lafı işittim. Doktor ve hemşirelerle, ''bana bakın bebek karışmasın haa, NBA'e adam yetiştiriyoruz, valla burayı dağıtırım'' türünden şakalaşmıştık. Bana, ''Deniz hiç merak etme, bu bebek hiç başka bebekle karışmaz!'' dediler. Çünkü bizim Timuçin, Tracy'nin dediği gibi Maaşallah 4 kg. 200 gr doğdu. Yanaklar tombik tombik. Sanırsın üç aylık. Annesiyle babasına çekmiş tabii.
Öylece bakakalıyorsunuz. Şimdi yani, şu yanımdaki masada hemşirelerin, üzerindeki beyaz yapışkan nesneyi temizlediği, gözüne kremler sürdüğü bu akpak bebek benim içimden mi çıktı? Bu bir mucize! Bu, yaşamadan, hissetmeden anlatılabilir birşey değil. Yani ben gidip kıymalı makarnalar, Fettucini Alfredolar, tiramisu yedim, o yediklerim bu oğlanın eti, kanı, canı oldu öyle mi? Bir küçücük tohumdan. Geçen yıl balkonda domates yetiştirdiğimizde de böyle hissetmiştim. :) Domatesleri yemeye kıyamamıştık bir süre Daniel ile. Diyorum ya, mucize.
Kıymetli arkadaşlarıma da verdikleri her türlü destek için bir kez daha teşekkür ediyorum. Hepinizi çok seviyorum.
Ben de sonunda, ''o kadar da gizli olmayan bir gizli klübün'' üyesi oluyorum. Daha önce hiç bilmediğiniz bir alana ayak basarsınız ya, hani ayağınızın altından halıyı çekiyorlarmış gibi. ''Ulan ne halt yiyeceğim burada?'' dersiniz. İşte hamilelikle başlayan ve birkaç gün içinde hayırlısıyla ayak basacağım annelik böyle birşey galiba. Geçenlerde Reyhan'ın tespit ettiği ve benimle paylaştığı gibi, bu alanda müthiş bir kadın dayanışması, sevgi alışverişi sözkonusu.
Sayın Başbakan, Washington'a çeşitli gelişlerinde bana sormuştur: ''Ne oldu bebeği büyüttün mü?''. Ben de her seferinde, ''Efendim, bizde bebek yoktu'' demişimdir. O da, ''Aa? Yok muydu yaa?'' diye yanıt vermiştir. Aynı sahne, yıllar içinde birkaç kez tekrarlandı. Taa o zamanlardan bende bir potansiyel olduğunu görmüş olmalı kendisi. Bir dahaki gelişinde denk düşerse artık, ''Evet büyütüyorum'' diyebileceğim. Ama bu kez de, ''Üç taneye tamamla, daha geç olmadan!'' sözlerini duymaktan endişe ediyorum.
Burada geçirdiğim on yılda tanık olduğum kadarıyla, Washingtonlular'ın coşkulu, arkadaşça bir günlük selamı vardır, ama çoğunlukla arkası boştur. ''Gel bir kahve içelim'' dersiniz, bin dereden su getirilir. Kahve içmeye layık olduğunuzu kanıtlamanızı isterler. En başta ne iş yaptığınız önemlidir. Arkasından, arkadaşlarınızın kim olduğu, arkasından nerede oturduğunuz, hangi marka araba kullandığınız vs. gelir. Karşınızdakinin çıkarları çerçevesinde işe yaramayacak birisiyseniz, hemen başınızın üstünden uzaklara bakıldığını farkedersiniz. ''Acaba civarda konuşmaya değecek başka birileri var mı, bu karşımdakinden hemen kurtulmalıyım'' arayışıdır bu.
Şimdi böyle bir ortamda, hayli şişmiş hamile karnımla etrafta dolaşırken, nasıl nasıl nasıl bir sevgi ve ilgi görüyorum anlatamam. Kadın, erkek, çoluk çocuk, tanıdık, tanımadık demeden. Hande'ye de söyledim, iki üç gün içinde doğuracağım da, ondan sonra karnıma yastık bağlayıp dolaşmak istiyorum. Aksi takdirde bu sevgi ve ilgi bitiverecek şak diye. Yirmi metre ötedeki arabaların hemen yol vermesinden tutun da, sevgi dolu gülümsemelere, kolumdan tutup kız mı oğlan mı diye tahmin etmelere, yararlı tavsiyeler vermelere kadar.
Geçen hafta doktorun ofisine grip aşısı olmaya gitmem gerekti, telefon edip aşının geldiğini haber verdiler. Kaplumbağa gibi ağır yürüyorum. Birden yağmur başlamasın mı? Bir baktım, bizim mahallenin bakkalı, Etiyopyalı beş çocuk doğurmuş canım teyzem Teni atladı dükkandan, arabasının kapısını açtı ve ''nereye gidiyorsan götüreyim seni'' dedi. Hani bunlar bizim ülkede sık gördüğümüz şeyler de, ben bu kentte karda kayıp kolunu kıran yaşlı teyzenin yanından hızla kaçıveren, sorumluluk almak istemeyen insanlarla karşılaştığım için, en küçük bir iyilik gördüğümde gözüm yaşla doluyor. Benim Iowalı (Ayovalı diye okunacak) arkadaşım Krissy'ye sorarsanız, Amerika'nın kalbi denilecek orta kesimlerinde durum Washington gibi değilmiş. Washington kendine özgü bir yer. Şöyle örnek vereyim. Birkaç yıl önce Yabancı Basın Merkezi'ne gidiyorduk bir meslektaşımla. Binaya girince, asansörün gelmek üzere olduğunu gördük, bir toplantıya yetişecektik ve daha önceden de tanıdığımız, muhtemelen aynı toplantıya gitmekte olan Japon gazeteci -ki Japonlar da kibarlıklarıyla bilinirler ama Washington insanları değiştirebiliyor-, asansöre atladığı gibi, kapının çabuk kapanması için düğmeye basıverdi. Ben ve arkadaşım ''ay lütfen kapıyı tutar mısınız'' diye bağırdığımız halde. Elimi kapanmadan araya sıkıştırdığım ve açmayı başardığım asansör kapısında, Japon gazeteci halen kapıyı kapat düğmesine üst üste basıyordu. Arkadaşım ve ben, ''we made it!'' (Yetiştik) diye coşkulu bir şekilde gülüşürken, Japon gazeteci suratını asıp başını eğmiş, yere bakıyordu.Hal buyken, alıştığım günlük davranış biçimi buna benzerken, şimdi gördüğüm ilgi ve sevgiden şımarmış durumdayım. O yüzden, karnıma yastık bağlayıp dolaşma hakikaten gerçekçi bir opsiyon olabilir.
Göbekli olmak çok enteresan bir duyguymuş. Mesela ayakkabınızı bağlayamıyorsunuz diyecektim ama ne ayakkabısı? Ayakkabı giymeyeli aylar oldu. Parmaktan geçmeli bir terlik aldım kendime, iki numara büyük! Alırken farketmedim. Onu giydim bütün yaz. Şimdi şimdi, hamileliğin sonuna geldik diye mi nedir bilmiyorum, ayağımın şişi iner gibi oldu da, ne kadar büyük bir terlik aldığımı görüyorum. Pediküre gitmek bir zorunluluk. Bu göbekle, ayaklarıma yetişmemin imkanı yok. Bu hafta düştüm yola, gittim Nam'ın nail salonuna. Nam'dan galiba ilk blog yazımda bahsetmiştim. Bu sefer Nam yoktu. Çat kapı, herzaman yaptığım gibi, randevusuz. Ama gönlüm Tracy'de. Tracy, uzun uzun ayaklarıma, ellerime masaj yapıyor. Oradan çıktığımda yepyeni bir insan oluyorum. Bunu bildiğim için, gözlerim korkuyla Tracy'yi aradı, acaba boş muydu o sırada diye.
Tracy bir köşede oturuyordu. Fakat kader bu ya, Zenni kolumdan tuttu beni ve pedikür koltuklarından birine de doğru yöneltti. İngilizceleri hiçbirinin pek iyi değil. Hepsi Vietnamlı çalışanların. Galiba Amerika'daki bütün pedikürcüler Vietnamlı. Bu işin bir mafyası olmalı. Zenni'ye, ''ben Tracy'yi istiyorum'' dedim. Hamilelikten şımarmışım tabii, bir dediğim iki edilmiyor ya. Zenni, ''bir dahaki sefere önceden telefonla ararsın. Burasının kuralları var. Şimdi ben yapacağım pedikürü sana'' demesin mi! Hayır bir de kolumu tutmuş sıkıyor, neredeyse itiyor beni koltuğa doğru. Kolumu kurtardım ve kararlılıkla tekrarladım, ''ben Tracy'yi istiyorum''. Tracy, kaşlarını korkuyla büzmüş bir bana bir Zenni'ye bakıyor. Dükkandaki üçüncü bir çalışan, Tracy ve Zenni Vietnamca bir kavgaya tutuşuyorlar. Kenara çekiliyorum, bir bardak su dolduruyorum kendime ve kavga yatışıncaya kadar suyumu yudumlayıp bir sandalyede oturuyorum. Lee geliyor ve ''kimi istiyorsun'' diye soruyor. Ben de, ''Tracy'' diyorum. Hatta, ''Tracy olmazsa şimdi buradan gidiyorum'' diye blöf bile yapıyorum. Neyse istediğime ulaşıyorum ve Tracy ile ben baş başayız. Oh oh kremler, dizimden ayaklarıma uzun uzun masaj. Zenni çıldırıyor. Vietnamca bağırıp çağırıyor, içerki odaya gidiyor. Oradan bile duyuyoruz bağırmasını. Tracy ve Lee artık elleriyle ağızlarını kapatıp gülüyorlar bu duruma. Kimbilir ne küfürler yiyorum. Hatta Zenni, çantasını kapıp bir dolaşmaya çıkıyor. Sonra Tracy ve Lee'den, Nam yokken Zenni'nin nasıl kendisini patron ilan ettiğini ve herşeye karıştığını duyuyorum. Bu yüzden iş bile kaybediyorlar. Herkes Tracy'yi istiyor. Her gelen, Tracy'yi soruyor. Doğal olarak. İşini iyi yapmanın bedeli bu. Tracy ayağıma masaj yaparken, artık gözlerimi bile kapatıyorum. Uyudum uyuyacağım. Müthiş rahatlamışım. İçim minnettarlık hissiyle dolmuş. Zenni'nin adını, o yokken sorup öğreniyorum. Sonra Tracy ve Lee'ye diyorum ki, ''adını öğrenmeliyim ki bir dahaki sefere randevu alırsam, Zenni dışında kim olursa olur diye talep edeceğim''. Tracy ve Lee kıkır kıkır gülüyorlar.
Dükkana, Baby Björn denilen, küçük bebekleri göğüste taşımaya yardım eden taşıyıcılarla iki tane anne geliyor. Başka müşteriler de var. Ama bana bakıp, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde gülümsüyorlar, başlarını eğip selam veriyorlar. İşte tam o sırada, daha önce hiç bir fikrim olmayan bu annelik gizli klübüne artık benim de dahil olduğumu iyiden iyiye kavrıyorum. İyi ki Daniel ile tanıştım ve iyi ki bana çocuk sahibi olma düşüncesini verdi ve iyi ki böyle birşey oluyor. Bunu ben söylüyorum yani siz düşünün. İki sene boyunca Daniel'a, ''herkesin çocuk sahibi olması gerekmiyor. Biz de seyahat ederiz'' benzeri nutuklar atan ve ikna eden ben. Arkadaşlarıyla, ''Çocuk doğurmak banal birşey. Ben böyle birşeyle uğraşamam, uğraşmak istemem'' diyen ben. Dokuz ay boyunca beyin hücreleri yenileniyormuş hamile kadınların demiştim. Valla başka biri oluyormuş insan. Bencillikten sıyrılıyorsunuz.
Geçen haftasonu can dostumun baby showerında da tanık olduğum birşey bu. Bir sürü çoluk çocuk etrafta koşturuyor. Hayatım boyunca böyle şeylerden kaçınmışımdır. Hiç gelemem. Nasıl mutlu mutlu oturdum, çocukları keyifle seyrettim, bana hiç gürültülü falan gelmedi. Yelda çıkınca dayanamayıp sordu, ''sana hayret ettim. Deniz ne zaman patlayacak diye baktım. Ama hiç tepki vermedin. Hiç rahatsız olmuşa benzemiyordun'' dedi. Aynı baby shower'a katılan ve kanepede yanımda oturan Gül'ün de orada söylediği birşey vardı. Küçük kızı kırkıncı kez kanepenin tepesine çıkıp oradan bir salvoyla kendisini Gül'ün başından aşağı atarken çocuğu başarıyla yakalayan Gül, bir yandan da bize ''başka bir boyuta geçiyorsunuz. Çocuk tepenize yapsa da, (ah canım benim ne şeker şeysin sen, dünyada senin kadar güzel birşey olamaz) diye düşünüyorsunuz'' deyiverdi. Bunu benim daha önce anlamama imkan yoktu. Şimdi karnımın içinde dalga dalga oynayan ve varlığını belli eden bu canlıya bakarken, Daniel'ın ''Deniz galiba canlı canlı bir tavşanı yutmuşsun sen, karnının içinde birşey oynuyor'' gibi esprilerini dinlerken, hayatın ne kadar mucizevi birşey olduğuna her an ve her an, yeniden ve yeniden şaşırıp duruyorum.
Kendini sevemeyen, sevgi almadığı için vermesini de bilmeyen insanlar yıkıcı olur diye okumuştum. Kendini ve etrafını sevebilenler ise, bu sevginin sınırlarını genişletme, paylaşma eğiliminde olurmuş. Galiba hamilelerin sokaktaki yabancılardan bile gördüğü ilgi ve sevginin temelinde bu var. Hayatı, hayatın devamlılığını koruma ve kollama güdüsü. Herkese bir sevinç veriyor yeni bir canlının dünyaya gelecek olması. Umut veriyor.
İki günde bir telefon ve e-mail ile ''hala doğurmadın mı yaa'' diye sabırsızlıkla soran dostlarıma duyururum. Hala doğurmadım! Aaaaa...Haber vericez herhalde.
Geçen gün Cihanla konuşmamız beni ağlattı. ''Ne kadar şanslı bir çocuğun var. Senin gibi hep gülen, mutlu bir annesi olacak'' dedi Cihan bana. Son yıllarda daha güzel birşey duyduğumu hatırlamıyorum. Herkese sevgilerimle.
''Joy Division'' adlı İngiliz punk-rock grubunu bilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı'nda bir Nazi toplama kampı genelevinden alıyor adını. Solisti Ian Curtis'in 23 yaşında intihar etmesinden sonra grup üyeleri ''New Order'' adıyla devam etmiş ve Joy Division'dan bile daha büyük ün yapmıştır. Zaman zaman arkadaşlarımdan, The Clash ve New Order gibi grupları hala büyük bir keyifle dinliyorum diye, 1980'lerde kaldığım, bu müziklerin eskidiği yönünde şeyler duysam da hiç aldırmıyorum. Long Live Punk Rock and Post Punk Music!
Dün gece Ian Curtis'in acılı bir hayat geçiren eşi Debbie'nin yazdığı otobiyografiye dayanarak çevrilen ''Control'' adlı 2007 yapımı ve Cannes Film festivalinde ödül almış olan filmi izledim. Siyah beyaz çevrilen bu film, çok kara, ağır. Bir insanın kalbindeki, ruhundaki fırtınaları nasıl anlatırsınız? Hayattaki problemlerle head-on (bodoslamasına mı diyelim) başa çıkmak yerine, iyice problemlerin içine gömülen bir yaklaşımı seçiyor Curtis ve sonunda içinden çıkamayacağı bir hal aldığına inandığı hayatını terk ediyor.
''İntihar bencilce birşeydir'' diye okumuştum bir yerlerde. İçinde, geride kalanlardan intikam arzusunu barındırdığı için. Sonuçta ölen, dünyanın acılarından kurtulur. Geride kalanlar ise, ömürleri boyunca bu acıyı taşımak zorundadır. Belki suçlayan bir parmak doğrultulmuştur kendilerine. ''Sen böyle biri olmasaydın...Bana bunları yapmasaydın...Senin yüzünden!''. Curtis de, karısı ve sevgilisi arasında kalmış bir adam. Karısına verdiği, ''seni ömrüm boyunca seveceğim'' sözünün altında ezilen, küçük bebeklerinin suratına baktıkça suçluluk duygusu ağırlaşan, söylediği yalanların içinde boğulan. Bir türlü, karısı ve sevgilisi arasında seçim yapamayan. İlk intihar denemesinde karısına bıraktığı kısa notta Curtis, ''ben gidiyorum. Artık kavga etmenize gerek yok. Annik'e (sevgilisi) sevgilerimi iletirsin'' diyor. Kimseyi de yargılamak mümkün değil.
Osho'nun şu meyanda sözlerini okumuştum. Çok doğru geliyor. Hayattaki problemleri çözemezsiniz diyor Osho. Bu problemler bitmez. Onlara yukarıdan bakabilirsiniz. Uzaktan. Sadece, problemlerle sizin aranıza zaman girer. Mesela ortaokulda, lisede yaşadığınız problemler, onlarla karşılaştığınız sırada size korkunç geliyordu. Bunalımın, hatta belki intiharın eşiğine bile gelmiş olabilirsiniz. Bugün geri dönüp baktığınızda kahkahalarla güleceğiniz problemleriniz! Mesele, problemleri çok fazla kişiselleştirmekte, büyük resmi görememekte belki. Eninde sonunda, en büyük acılar da, en büyük mutluluklar da, zamanın tek yönlü ilerleyen okuyla hep geride kalıyor. Hepsi geçiyor. Bir tek bu an var elimizde.
Sıklıkla, genç yaşında intihar eden Jeremy'yi düşünüyorum. Hep 16 yaşında kalacak bir çocuk-adam. ''Kız meselesi'' yüzünden. Yirmi yıl sonra bile, en yakın arkadaşının rüyalarının kahramanı olmayı sürdüren. O adımı atmasaydı Jeremy, bugün bizimle sofrada oturup barbeküden keyif alıyor olabilirdi. O günlere de gülerek bakılırdı. Otelden check-out yapar gibi, hayattan check-out yapmak. Kafamızda yarattığımız düşüncelerin, inançların altında ezildiğimiz için hayat bu kadar zor geliyor belki. Çoğunlukla problemler, gerçek problemler değil. Endişeler, korkularımızla bizim beslediğimiz problemler var daha çok. Bunlar gölge sorunlar.
Bir kitap okuyorum. ''Waking up to What you do...A Zen Practice for Meeting Every Situation with Intelligence and Compassion''. Yazarı Diane Eshin Rizetto. Hayatta karşımıza çıkan durumlara zeka ve şefkatle çözüm bulmaya ilişkin Zen uygulamaları diyelim. Yazar çok basit bir günlük meselesinden bahsediyor. Kocası da kendisi de yazar. Vakitlerini yazmaya ayırıyorlar. Sıklıkla da sabah kahvesi sırasında mutfakta musluk başında sohbet ettikleri zaman, yazarın en hoşuna giden zamanlardan biri. Birbirlerine çalışmalarını anlatıyorlar. Ancak yazar, birşeyler atıştırıp da kirli tabakları musluğun içine bırakan kocasına yavaş yavaş kızmaya başlıyor. Buradan senaryolar ve problemin ilk tohumu da ortaya çıkıyor. ''Demek ki benim zamanımın, onunki kadar kıymetli olduğunu düşünmüyor'' diyor yazar kocası için. Veya, ''Kadın olduğum için, bu tabakları yıkamanın benim görevim olduğunu varsayıyor'' diyor. Kocasının bu durumdan haberi bile yok. Çok çok, düşüncesizlik, aklı havadalık. Bu düşünce balonları büyüyor büyüyor ve birgün yazar, kocasının bir sorusunu yanıtsız bırakıp, kapıyı çarpıp çıkıp gidiyor. Şimdi adamcağız oturup düşünsün de bulsun bakalım, acaba ne oldu? Yıkanmamış iki tabağın yaptığına bakın siz.
Genellikle yaptığımız, yazarın yaptığına benzer. Herkesin kafasındakileri sanki çok iyi biliyoruz. Neyin neden yapıldığına ilişkin tahminler yürütüp sonuçlara varıyoruz ve hatta buradan kaynaklanan bir eyleme geçiveriyoruz ki kendimizi istemediğimiz bir yerde bulabiliyoruz. O sırada olandan daha fazlasını üretmeden, olanı olduğu gibi görmeye ilişkin yazarın sözleri beni etkiledi. Hatta şuna benzer bir örnek veriyor yazar: ''Şimdi mutfakta kahve hazırlayan kocamın çıkardığı sesleri dinliyorum. Uzakta bir kuş ötüyor. Açık pencereden odama rüzgar doluyor...''. Hayat aslında bu kadar basit işte. Sadece olanı görmek, senaryo yazmadan, çarpıtmadan. Hem kendimiz, hem de başkalarının nasıl olması gerektiği, nasıl davranması gerektiği konusundaki fikirlerimiz, ideallerimiz bizi sıkıştırıyor. Kendimizi veya birbirimizi bir ''hata prizmasından'' görme saplantısı içine düşebiliyoruz.
Bugün ben, New Order dinleyeceğim. Ian Curtis'in ve Jeremy'nin ruhu huzura kavuşsun diye dua da edeceğim. Ve Allah hepimize akıl fikir versin de, başımıza gelenleri büyüteçle görmekten vazgeçelim diyeceğim bir kez daha.