Alanya’dan minibüse bindiğimizde saat sabaha karşı 4′ü 10 geçiyordu. 7:35 İstanbul uçağındakiler, Beyhan, İbrahim ve ben. Hiç uyumamış, enerjimi son damlasına kadar kullanmıştım o saate kadar. Yol nasıl olsa çok yorucu olacaktı. Ama ben taaa Avustralyalara, iki gün süren yolculuklarla gitmiş adamım. Benim adım Tomas durumu. Diğer arkadaşlar da uyumadılar. Uçağının saati gelen, birer ikişer servise atlayıp havaalanının yolunu tutuyordu.
Yüzünü hiç görmediğim veya en son on yıl önce gördüğüm veya yılda bir kere düzenlemeye çalıştığım ziyaretlerde sadece iki dakika konuşma fırsatı bulduğum meslektaşlarımla üç gün beraber olma şansını bulmak az bir şey değildi. Otelin, iç güzelliğine on üzerinden yirmi vereceğimiz personeli, gitmeden önce ricamızı kırmayıp sabah saat ikide kalkıp bize çorba bile pişirmişti. Malum bir kaç arkadaşımız hariç, hepimiz gurbette yaşıyorduk. Nerede bulunur bu güzel, acılı memleket çorbası bir daha.
O çorbayı pişiren, masamıza getiren, arkamızdan tabakları toparlayan bütün otel personeline en içten sevgilerimi sunuyorum.
Giderken Pınar arkamdan su döktü. ”Su gibi git, su gibi gel” demektir, yolcunun arkasından su dökmek. Pek hoşuma gitti. Çiğdemle beraber beni kapıya kadar uğurladılar. Özlemcim, uçağa biniş saatinden önce odasına çıktı, gözleri dolu dolu. Veda etmek çok zor geldi. İki saat sonra, o da yola düşecekti. Özlem yine mesafe olarak en yakınımda ama işlerden görüşmeye fırsatımız hiç olmuyor. Uzun yıllardır ilk kez bu kadar konuşma ve beraber vakit geçirme fırsatı bulmak çok güzeldi. Aynı şekilde Gülsen ile de konuşma imkanı bulduğum için çok çok memnunum.
Adnan’ı ve Rahmi’yi görmeyeli belki on yıl olmuştu. Adnan, yıllar önce basketbol oynadığım günlerde yaptığım antrenmanlara güvenip de bilek güreşinde onu yeneceğime dair nasıl kafa tuttuğumu hatırlattı. ”Hakikaten beni yenebileceğine inanıyordu!” dedi diğer arkadaşlara dönerek. Rahmi ve Gülsen ile, otelin canlı müzik yapılan bir bölümünde, dans eden Rus turistleri izledik, bolca sohbet ettik. Dilek ile ilk kez doğru düzgün konuşma fırsatı bulduk, bir akşam değişik bir restoran arayışıyla grup olarak yola düştüğümüzde, rüzgarlı ve soğuk Antalya kışına karşı korunmak için bir atkıyı paylaştık.
Ali’nin ince esprilerine gülme fırsatı çıktı bir çok kereler. Şimdi haber istemek için beni cebimden aradığında, Alanya’da yakaladığım o kahkaha atmadan durmanın imkanı olmayan komik pozu görünecek ekrandan. Müdür ile ilk kez yüz yüze tanışma imkanı bulduk. Bol kahkahalı olduğunu telefonda da anlamıştım ama yüz yüze bu kahkahayı tatmak daha bir başka oldu.
Her gece odamızda bir sürpriz bulduk. Otelden, Alanya eşrafından ve kurumumuzdan. Hiçbir zaman Amerika’ya yiyecek taşımayan ben, son gece odada bulunca çok sevindiğim turunç reçelini bavulumun bir köşesine atmadan yapamadım. Güvenlikte yakalanmadığıma da çok memnunum. Çünkü Daniel ile beraber bir gün içende kavanozu yarılamış durumdayız.
Züleyha, Kıbrıslı arkadaşlarımdan selamlar getirmişti. Fezile, Kıbrıs’tan istediğim birşey varsa Züleyha ile göndermeyi bile teklif etmişti. İnsanın böyle arkadaşları oldukça sırtı yere gelmez. Ben bu açıdan kendimi çok zengin buluyorum. Züleyha ile böyle samimi bir şekilde oturup konuşmak çok güzeldi. Umarım çok uzun sürmeden yine buluşma fırsatımız olur.
Çiğdem, herkesin sigara içtiği bir grupta sigara içmeyen üç beş kişiden biri olan bana sık sık laf attı. Eğer toplantılar bir iki gün daha uzun sürseydi, muhtemelen ben de grup psikolojisiyle başlayacaktım! Bugüne kadar sigara içmediysem, bunu can dostum İlke’ye borçluyum. Bir kez ağzımı açıp sigara içmenin ilginç olabileceği yönünde bir fikir beyan etmiştim küçükken. Sigara içersem, benimle herzaman olduğu gibi arkadaşlık etmesinin zor olacağını söylemişti. Her dakikamız beraber geçiyordu ve sigaraya başlamanın, arkadaşımı kaybetmeye değmeyeceğine kanaat getirmiştim. İlke sigara içiyor olsaydı veya sigaraya özenseydi, bugün muhtemelen ben de sigara içiyor olacaktım. Öyle olmadığına çok memnunum. Ama bizim meslekte sigara içmeyeni bulmak zordur. Orada sağlık nutukları attığım arkadaşları sıktığım için özür diliyorum da, belki dinleyen çıkar diye şansımı denedim.
Çiğdemcimle sohbet etmek çok güzel oldu. Adını bildiğim ama yüzünü hiç görmediğim yepyeni arkadaşlar da kazandım. Artık, ”falancayı tanımıyor musun? Nasıl olur sizin kurumda çalışıyor” diyenlere, ”valla tanımıyorum” yerine, ”ay tabii tanıyorum, hatta Alanya’da halay çektik” diyebileceğim.
Kısa süren Ankara ziyaretimde, annem, Özgür abim ve Oşkan ile vakit geçirmek çok güzeldi. Anneannemi sağıma, annemi soluma alıp, kuşaklar boyu diye resimler bile çektirdik. Annem, ”My farm” denilen yeni uygulamayla tanıştı. Artık işi gücü sanal domatesler üretmek, kim kaç ağaç göndermiş ona bakmak. Sanal tarlayı ekme işine öyle bir bulaştı ki, üç günlüğüne uğrayan ben bir soru sorduğumda bile, gözünü ekrandan ayırmadan cevaplıyordu. Annemle aynı yatakta yatıp uyuduk, sabahlara kadar süren çok zevkli sohbetler dolayısıyla…Özgür abim, her işini bırakıp, bir dediğimi iki etmeden, özel şoförüm gibi beni hızla sağa sola taşıdı. Özgürcüm benden birkaç yaş küçük ama geçen gelişimden beri, ona Özgür abi diyorum. Belki evlendiği için, belki araba kullandığı için, belki saçında birkaç tel beyaz gördüğüm için, belki beni bir abi gibi koruduğu için. Geçen yaz kazma gibi Antalya’ya tatile giderken, kendimi Amerika’da zannedip sadece kredi kartıyla yola çıktığımda, Özgür abim çat diye para göndermişti bana. Bir daha yakınından geçmemeye yeminli olduğum Kemer’de, ülkemizin güzelliklerini görmek üzere ilk defa yanımda getirdiğim Daniel ile birlikte, çalışmayan bankamatik önünde mahsur kalıp, ne yapacağımı şaşırdığımda imdadıma yetişmişti. ”Benim ülkemin insanı yardımseverdir” diye tanıttığım ülkemin bu son derece turistik kentine iner inmez, bir taksi şoförü tarafından üç kuruş para için kandırılıp, dağ başında Rus turistlerin arasında kendimizi bulmuştuk Daniel ile. Bize otel tavsiye etmesini rica ettiğim bakkal, ”ben nereden tavsiye edeyim oteli sana! her gün evden işe, işten eve! sanki benim derdimdi!” diye bağırdığında, Türkçe bilmeyen Daniel bile mesajı almıştı. Elimizdeki Türk parasının büyük kısmını taksiciye kaptırdığımız için, Antalya’ya inecek dolmuş paramız bile kalmamıştı. Şimdi Özgür abim olmasa, bana bankamatikten kartsız nasıl para çekileceğini uzun uzun anlatmasa, 45 derece güneşin altında pişen beynimizle aç bi ilaç ne yapacaktık acaba? Son paramızı, bir hamburgercide harcamıştık. Benim gördüğüm yerler içinde rahatlıkla, ”dünyanın en pahalı hamburgeri” diyebileceğim bir para ödemiştik üstelik.
Ankara’da İlke ve Taner’in evinde saatlerce güldüğümüz bir akşam geçirdik. Özgürle Oşkan da geldi. İlke, geçenlerde bir e-mailine geç cevap yazdığım ve ikincisine de toptan cevap yazmayı unuttuğum için bir süre, artık onu eskisi gibi yakın arkadaşım olarak görmediğimden endişelenmişti. Taner hemen ispiyonladı bunu, İlke mutfakta, evde bulunup da benim özlediğim şeyleri bir tepsiye doldurup sırayla getirirken. Bol sarımsaklı kök ıspanak bile yedim yahu! Eve dönünce, oturup İlke’ye komik bir e-mail yazdım. ”İşlerimin yoğunluğundan e-mailine cevabım gecikti, kusura bakma!” diye bir şey. Tabii ki hep çekirdek çıtladık. Üzerine kola içtik. Üzerine biraz daha güldük. İkisi de çok zayıflamış. Taner’in, ”haftaya çift idmanlara başlıyoruz İlke!” demesi üzerine iyice endişelendim ve bir ara İlke’ye, ”abi lütfen bu kadar abartmayın. Bari çift idman yapmayın. Günde bir kez spor salonuna gitmek yetsin” dedim. Sporu toptan kestiğim için bir yıl içinde on kilo aldım. Neyse ki boyumuz uzun, hala idare ediyorum biraz diye düşünüyorum. Bir ara ayağa kalkıp içeri giderken, ‘’sakın arkamdan bakıp, (amma da büyütmüş!) diye dedikodumu yapmayın haaa” dedim, elimle de belli yerleri kapatmaya çalışırken. Ama Taner, ”kapatabileceğini mi sanıyorsun!” dedi. Niyeyse Özgür abim, Oşkan, İlke buna çok güldü! Belki artık Washington’a döndüğüme göre, çift idmanlara başlaması gereken benim. Haftada birkaç gün spor yapabilsem, öpüp başıma koyacağım. Aslında kafa hazır. Daniel ile her pazartesi spora başlıyoruz kafamızda. Umarım bir gün fiziken de gerçekleştirebiliriz. Özlem dedi ki, ”ama Denizcim, eğlenerek kilo almışsın. O yüzden dert etme”. Doğru. Yemesi içmesi keyifli oldu. Daniel’ın pizzaları, ”aa yemezsen küserim” diye önüme koyduğu türlü çeşit yemekler, soğuk havada dışarı çıkmak yerine oturup televizyonda enti püften şovları seyretmek hakikaten de eğlenceliydi. Şimdi, yeniden sağlıklı yaşama dönüş yapmanın zamanı geldi.
Ankara’ya kısa seyahatimde, adının öyle yerli yersiz kullanılmasını sevmeyen canım dostum ile de görüşme fırsatı buldum. Bu sarı saçlı, çok çok ama çok akıllı arkadaşımla sohbetlerimiz hiçbir zaman yetmez. Sadece bir kez görüşebildik. Bana erken bir doğumgünü hediyesi verdi.
Bir başka faaliyetim ise, 21 yıldan sonra lise arkadaşlarımla bir araya gelmek oldu. Sağolsun Ayşen, öyle müthiş bir organizasyon yaptı ki, üç günlük seyahatimi bu toplantıya denk düşürdük. Sanki hiç ara vermemişiz gibi konuştuk, güldük. Çok çok iyi vakit geçirdik.
O günün bir başka özelliği, hem sınıf hem de takım arkadaşım olan Handan ile 20 yıldan sonra ilk kez buluşmamız oldu. Lise arkadaşlarıyla büyük buluşmanın birkaç saat öncesinde Handan ile görüşmek üzere sözleştik. Aramızda yıllar önce, çok saçma bir nedenden bir kopukluk olmuş ve sonra da, izini kaybetmiştim. O kadar fazla anı canlandı ki. Oşkan, saç düzleştiriciyi getirdi. Bu arada, gelirken bavullarım kaybolduğu için, emanet bir kıyafetle idare etmek zorundaydım. Özgür abim, bir önceki gün, ”neyse ki bavulunu kaybettiğin için hazırlanmanı fazla beklemek zorunda değilim” diye dalga geçmişti. Neyse zor bela hazırlandım, bir taksiye atladım ve Handan ile buluşacağımız kafenin yolunu tuttum. 13-14 yaşlarında küçücük kızlarken, çok gülmekten altıma yaptığım ve kahkahalarla kaldırımın kenarına yığılıp kaldığım gün aklıma geldi. Hep çok gülerdik. Her şeye gülerdik. Handan ile 20 yıldan sonra buluşmak, müthiş bir şey olacaktı. Takside elim ayağım titremeye başladı. Kafeye geçip oturdum. Ayağıma olan, tek bulabildiğim şey, topuklu bir çizmeydi. Kafam kapıya çarpmasın diye eğilerek geçiyordum kapılardan! 20 yıl sonra ilk kez buluşacağım Handan ve diğer lise arkadaşlarımın karşısına, bavulumu kaybettikleri için böyle emanet, üzerimden düşen kıyafetlerle çıkacaktım. Ama kıyafeti kim ne yapsın? Handan’ı bir süre ellerim titreyerek, birini diğerinin üstüne attığım bacağımı sık sık değiştirerek ve kafede beni meraklı bakışlarla süzenlere gülümseyerek bekledim.
Sonra Handan geldi. Nefes nefeseydi. Yanlış bir sokakta indirilmiş ve geç kalacağı korkusuyla bu kafeye depar atmıştı. İnsanın çocukluğuna yeniden bir ziyaretiydi bu büyük buluşma. Handan tamamen aynı Handandı. Saçlarını, özellikle okuldaki gibi kıvırcık bıraktığını söyledi. Öyle duygulandık ki, uzun süre gülmeyle karışık bir ağlama aldı başını gitti. Bu kadar uzun boylu iki kadını etrafta görmeye alışkın olmayanlar, yine meraklı bakışlarla bizi süzüyordu. Üstelik masada elele tutuşup ağlaşıyorduk ve kahkahalar da atıyorduk. Belki de sırf bu buluşma için, 20 yıl görüşmemeye değdi diyebilirim. Ama bundan sonra, bir 20 yıl daha beklemeye niyetim yok.
Sevdiğim bir çok arkadaşlarım var. Onları, bu kısa sürede arayamadığım için üzüldüm. Ne yazık ki zaman yetersizdi. Umarım bir dahaki gelişimde telafi edebilirim. Görüşsem de görüşmesem de, bütün dostlarıma, ki onlar kendilerini biliyorlar, buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Çok yaşayın!
Çok zorlu bir yolculuğun ardından Washington’a geldim. Yolculuğumun hikayesini ayrıca yazacağım. Seyahatler çok güzel. Ama eve dönmesi de güzel. Sabahtan beri, ağzımda memleketten şarkılar var ama nereden takıldı bunlar dilime emin değilim. Bir tanesi, ”haniii oooo saçlarıııınaaaa taç yaptığım çiçekleeeeer, hani ooo…” Bir diğeri de şu: ”tarlaya…eeektim soğaaaaan. tarlaya ektiiiim soğaaaaan…”.
Zerrincim, Pınar mesajını iletti. Yazılarımı sevdiğine çok memnun oldum. Kucak dolusu sevgiyle.



Aralık ayı gelince, çoğumuzu alır bir telaş. Geçmiş yılın bir değerlendirmesi yapılır kabaca. Yeni yılda, yeni bir sayfa açma umudu vardır. Pazartesi başlanan rejimler gibi, Ocak ayı gelirken de, ”artık herşey çok başka olacak” havasına gireriz. Ne başka olacak? Bu kafayla, aynı tas aynı hamam, döner durur kervan. Aslında bir şeyleri değiştireceğiz diye uğraşıp didinirken, ne mesaj veriyoruz evrene? Ne kendimizden, ne etrafımızdan memnun olmadığımız mesajını.

Bugün ilk defa, Oprah dergisini aldım. Kapağında, Oprah’nın 2005 ve 2009′a yaklaştığımız bugünlerde çekilmiş iki resmi yan yana duruyor. 2005 yılında çekilen resimde Oprah, göbeği açıkta bırakan çok şık bir spor kıyafetiyle görülüyor. İncecik, sağlıklı. Günümüzdeki resme gelince, üzerinde yine şık olmasına şık bir spor kıyafeti var Oprah’nın. Ama, epeyce kilo almış olduğu görülüyor. Özellikle iki resim yan yana olunca bariz belli. Resimlerin üzerinde, Oprah’nın ağzından şöyle bir yazı var, ”bunun bir kere daha başıma gelmesine nasıl izin verdim?”.

Oprah Winfrey, ABD’nin en çok kazanan talk şovcusu. ”Ben şu kitabı çok sevdim” diyor, o kitap hemen en çok satanlar listesinin başına oturuyor. Çok sempatik. Hatalarıyla, sevaplarıyla öylece karşınızda. Kendi hayatını da bir çok yönüyle olduğu gibi paylaşma cesareti gösterdiği için de, seyircisiyle iletişim kurabiliyor. Kaç kişi var Amerika’da, dergi kapağına bugünkü şişko resmini koymaya gönüllü olacak? Üstelik Oprah, defalarca kilo alıp vermiş birisi. Hangi haliyle karşınıza çıkacağı belli değil. Sürekli değişiyor. Dergideki yazıda Oprah, her daim ince ve parıltılı ve genç kalabilmeyi başarmış Tina Turner ve Cher ile yaptığı röportajı anlatıyor. Şöyle diyor Oprah, ”Tina Turner ve Cher arasında dururken, kendimi şişko bir inek gibi hissettim. Kaybolmak istedim. Röportaj yaparken, şöyle düşünüyordum: Burada gerçek yaşlı kadın kim? Benim. Onlar sadece ışıldamakla kalmıyor parlıyorlar”.

Ne yalan söyleyeyim, o kadar işe yaramaz programları izleyen ben, Oprah’nın programından sıkılırım. Hanım teyzelerin stüdyoda oturup, ”onu okuyun, bunu yüzünüze sürün, şu egzersizi yapın” konuşmaları biraz baygınlık verici geliyor bana. O yüzden, markette kasada beklerken, kapağını ilginç bulduğum için alıp okuduğum dergi beni şaşırttı. Hiç fena bir dergi çıkmadı. İçinde bir çok okunacak, kaliteli yazı buldum.

Oprah’nın kendini içinde bulduğu durum, çok insani. Tabii büyük bir sanayii de var burada. Oprah’nın zayıflamak için yaptığı diyetler, diyet içecekler, onu zayıflatmaya çalışan Bob Green gibi vücut geliştirme uzmanları, kitaplar, reklam gelirleri sözkonusu. Hangi kitabı okuyacağına, kime oy vereceğine, hangi yüz kremini kullanacağına Oprah’nın liderliğinde karar verenler, onun nasıl zayıflayacağını da takip edecek.

Çok küçüklükten beri, ”planlı olalım, disiplinli olalım” diyen öğretmenlerimin sözünü dinleyen ve her yıl, yeni yılda nasıl bir Deniz olmak istediğim üzerinde, önemli bir proje üzerinde çalışır gibi çalışan ben, bir süredir bu alışkanlığımı bıraktım. Küçücük bir kızken saçımı taa tepeden at kuyruğu yapardım, böyle planlar projeler hazırlığına girişmeden. Niye? Hani ”Kara Murat” filmlerini bilirsiniz. Siyah-beyaz dönemden. Kartal Tibet, Kara Murat’ı oynardı. Pek de bir yakışıklıydı. (Ama ben Ediz Hun’a aşıktım, o ayrı.) Sokakta oyun oynarken herkes Kara Murat olmak ister, ben Camoka! Camoka kötü adam tabii. Alnı açık ama, tam tepeden uzun saçlarını at kuyruğu yapıyor, at üstünde giderken o saçlar bir sağa bir sola sallanıyor. İlkokul ikinci sınıfta çok başarısız bir çete kurma deneyimim olmuştu, biraz Kara Murat’tan, biraz da ”Gizli Yediler” kitaplarından özenti. Tuğba, Halide, ben başrollerdeydik tabii ama başka bir kaç kız daha vardı sınıftan. İsmimiz de olmalıydı. Benim önerdiğim ismi açıklıyorum: ”Kara Kelebekler!”. Öbür kızlar tutmadı tabii. ”Ya kara olmasın beyaz olsun” buyurdular. Ben de, adı Beyaz Kelebekler olan bir ”gizli” kuruluşa katılmayı hiç mi hiç uygun bulmadım. Toptan keyfim kaçtı. Zaten beş dakika sonra herkes unuttu.

Neyse ben böyle projelerimin üstüne giderken, saçlarımı tepeden toplayıp Camoka oluyordum. Camoka şöyle şöyle yeni yıl planları yapıyordu o zamanlar, ”derslerime daha çok çalışcam, Özgür’ün kafasına vurmiycam, onu da oyunlarda oynatıcam, bütün derslerim beş olacak, paramı boşa harcamayacağım, tutumlu olacağım, anneme evde yardım edeceğim, tenisçi olacağım vs”. Bu planlara her yıl, hayatımdaki gelişmelere göre bir şeyler eklendi: Nasıl daha iyi bir basketbolcu olunur, şu kadar kilo ne kadar zamanda verilir, üniversite sınavına nasıl hazırlanılır, 30 yaşına gelmeden yapılması gerekenler.

En zoru, listenin uygulamasıdır. Camoka’nın saçlar bile işe yaramaz. Acaba at eksik de ondan mı? Daha Ocak bitmeden, liste hasır altı edilir. Koca bir yıl vardır, bunları yapmak için. Yıl sonu gelince de, bir önceki yıl yapılamayanlara, yeni umut ve istekler de eklenerek yeni ve daha uzun bir liste elde edilir. İşte böyle böyle bugüne geldik. Bugün, telefonda bir arkadaşım dedi ki, ”abi sen her zaman tuttuğunu koparan bir kız olmuşsundur”. Bu laf kulağıma yabancı gelmiyor. Daha önce başka bir arkadaşımdan da duymuştum, benimle ilgili benzer bir yorum. ”Kafasına koyduğunu yapar”. Böyle bir imajımın olması güzel. İyi de ben içimde hiç öyle hissetmiyorum. Belki de gözüm hep, yapmayı tasarlayıp da gerçekleştiremediğim maddelere takılı kaldığı için. Belki, ”bu yıl da şunu şunu başardım, aferim bana” demeyi esirgediğim için.

İşte bu davranış kalıbı bizim başımızı belaya sokuyor. O zaman hep, aklımız gelecekte bir yerlere takılı kalıyor, iyisiyle kötüsüyle bugünü kaçırıyoruz. Hep bir sabırsızlık. Şu da olsun, bu da geçsin, pazartesi gelsin, yeni yıl geçsin de…O hedeflediğimiz yerlere geliyoruz, yüzümüzde bir anlık gülümseme, sonra o da geçip gidiyor. Peki ne için bu kadar endişe, çaba?

Geçenlerde okuduğum bir yazıda, yeni bir yaklaşım öneriliyordu. Diyor ki, ”bir kere de kendini olduğun gibi kabul et, değişmeye çalışma”. Bilmem deneyecek miyim? Acaba Camoka’yı bir süre rafa kaldırabilecek miyim? Yeni planlar, yeni projeler, bu sene öğrenilecek şeyler diye vakit kaybetmek yerine sakin sakin yerimde oturup huzur duyabilecek miyim? Yapabilir miyim hiç bilmiyorum.

Bu yıl, yeni yıl planı yapmıyorum. No new year resolutions! Buyur bakalım 2009. Oprah gibi, Amerikan başkanlık seçiminde kimi tercih ettiği önem taşıyan, başarılı, güçlü bir kadın bile kendisini ”şişko inek” gibi görüyor, kendisini değiştirmeye çalışıyorsa, belki de yanlış olan ”daha iyi” olmaya yönelik tutumumuz. Belki de hayatta her şey olması gerektiği gibi. Niye kabul edemiyoruz, öyle olduğu gibi?

Daha bir şeyler yazacaktım ama uykum geldi. Saat geç olmuş. Zaten Daniel bayram yazım üzerine, ”amma uzun yazmışsın. Bu kadar uzun yazıyı kimsenin sonuna kadar okuduğunu zannetmiyorum” diye bir yorumda bulundu. O yüzden ben kaçıyorum. Hadi eyvallah.




Bazen bayram bana geç geliyor. Tabii tabii, deliye her gün bayram ama, bayram bazen bana hiç uğramıyor. Birileri hatırlatmazsa unutuyorum. Bazı arkadaşlarımdan gelen e-mailler ve telefonlarla hatırlıyorum. Galiba, hatırlamak istemiyorum. Çünkü biliyorum ki annem dolmalar, börekler, kızartmalar yapmış, teyzemler, dayımlar, ikizler, kızlar, Özgür abimle Okşan, merdiven çıkmaya gücü yettiyse belki anneannem de katılmış kocaman sofrada bayram yemeği yemişlerdir. Üzerine çay içmiş, çok yüksek sesle aynı anda konuşup gülmüş, eğlenmişlerdir. Nitekim öyle de olmuş. Sonradan annem doğruladı bu tahminimi. Biz Özgürle küçükken bayram sofralarında sürekli kaş göz işaretleri yapıp birbirimize gülerdik. Hele bir bayram sofrasında, öyle komiklikler olmuştu ki ikimiz de inanamıştık. Özgür dönüp bana, ”kendimi Levent Kırca’nın skeçlerinden birinde zannettim” demişti.

Burada yaşayan bir arkadaşımla lafladık biraz telefonda. Bayramı nasıl geçirdiğimi sordu. İşte şöyle geçirdim: Birinci gün, dişçiye gittim! Gurbette bayram ne gezer? Danielcım da benimle geldi. Metronun yetişmediği bir yerde olduğu için dişçinin ofisi, taksiye bindik. Hava bir soğuk bir soğuk. Avustralya’nın 15 dereceye inen kışlarını ”çok soğuk” zanneden Daniel, kuzey yarım küreye taşınınca, hanyayı konyayı anladı tabii, son bir kaç senedir. Ben hep çok üşüyen bir insan olduğum için, kış mevsimini hiç tutmam. Dolma gibi giyinirim hep. Yine de üşürüm. Daniel, benim, ”palto giy, montunun fermuarını lütfen çek, şapka tak, atkı al, sana eldiven almamız lazım” uyarılarımı pek dinlemiyordu başta. Dişçiye gittiğimiz gün anladı. Yolda durup eldiven aldık ona. Ben utanmasam ve de taşıması zor olmasa en kalın battaniyeye sarınıp dolaşacağım valla. Yani bu Washington’un soğuğu pek pis oluyor. İnsanların soğuktan donup öldüğü bir hava bu.

Dişçimiz Dr Chen (Daktır Çen), çok tatlı bir adam çıktı. Beni ona gönderen ”esas” dişçimin zannettiği gibi korkulacak şeyler olmadığını söyledi. Köprü denilen şeylerin nasıl temizleneceğini uygulamalı olarak gösterdi, ben de ayna tutup izledim. Dr Chen, beş kere falan bana ”ay sen çok gençsin” dedi. Ben de hani gencim kabul ederim de, o kadar da değil. Sonra anladım ki, Bethesda denilen yaşlı, emekli mahallesinde olduğumuz için, muhtemelen Daktır Çen’e gelenler 80-90 yaşlarında. Ben, dişçinin gözüne genç gözükmüş olmalıyım onlardan sonra. Esas dişçim, çektiği x-reyi meğer göndermemiş Daktır Çen’e. Neyse ki Daktır Çen, rahatsızlık duyarsam onu aramam için ev ve cep numarasını verdi. Aferim, böyle şeyler yapmazlar burada. Valla Amerika’da, ”beni Türk doktorlarına emanet edin” lafının kıymetini anladım. Beni Türk daktırlarına emanet edin! Buradaki sağlık sistemi ve doktorları hiç mi hiç beğenmiyorum. Bazen duyuyorum Türkiye’den kalkıp buraya gelenleri sırf doktor için. Ben olsam gelmezdim, ne yalan söyleyeyim. Bir kere kalite düşük. Denetim mekanizması yok. Ve sigorta sistemi, soygun esasına dayalı. Dünyanın parasını ödediğiniz iyi bir sigorta şirketi var diyelim mesela. Hani olmasın, kimsenin başına gelmesin ama, mesela Obama’nın annesi yazık öyle vefat etmiş. Kadıncağız kanser olmuş, sigorta şirketleri aylık ödediği primleri yükselttiği gibi, o masrafı ödemeyiz, bu masrafı ödemeyiz diye tutturmuşlar. Annesinin telefonda sigorta şirketleriyle konuşmalarını dinleyip üzülen genç Obama, bu çaresizliği gördüğü için, bugün sağlık sistemini düzeltmeyi öncelikleri arasında sayıyor. Valla başarılar. Nasıl düzelecek ben göremiyorum.

Bir ara, Amerika’da diş yaptırmak o kadar pahalıya mal oluyordu ki, diplomat bir arkadaşım, ”dişçiye vereceğim parayla Türkiye’ye uçar, ailemi, arkadaşlarımı görür, dişimi de orada yaptırır gelirim” demişti. Öyle de yapmıştı. Bugünlerde dişçi fiyatları Türkiye ile Amerika arasında çok farklı değilmiş anladığım kadarıyla. Neyse, Daktır Çen dişime floss yaptıktan sonra ödediğim parayı açıklıyorum: 120 dolar! Sigortamın, dişi de kapsadığını sanıyordum. Dişçinin sekreteri sigorta şirketini aradı, emin değillerdi. Aetna diye bir yer varmış, orayı arayacağım da soracağım. Ölme eşeğim ölme. Bir yandan da çalışıyoruz biz, bir işimiz var. Ayrıca sanal çiftliğimin domateslerini ekip biçmek, hasadı toplamak gibi önemli hobilerim var. Daniel, ”herşeyin bu kadar zor olmasına inanamıyorum” dedi bana. Ben hep söylüyorum. Her yeri çatlak bir bürokrasi ve yaptıkları işte yeterli kapasiteleri olmayan, kurallar kitabıyla sınırlanan, yaratıcılık ve esneklikten muzdarip insanlar bu ülkede sıklıkla karşımıza çıkıyor.

Dişçi macerasından sonra, bir Japon lokantasına gittik Daniel ile. Çok sıcak bir çorbayı paylaştık. Arkasından, bir kitapçıya gidip kahve içtik. Dişçiye gitmek zorunda olmasam, bu soğukta burnumu dışarıya uzatmazdım aslında. Ama dışarı çıkmak iyi oldu. Kitapçıda evrenin oluşumuyla ilgili bir dvd seçtik. Koskocaman bir dünyanın ortasında kendimizi bir şey zannettiğimiz, küçük küçük şeylerle uğraştığımız hayatlarımız aslında, başka büyüklüklerle kıyaslanınca hiç kalıyor. Şu evrenin nasıl işlediğini bir öğrensem, başka da bir şey istemiyorum. Ama elektrik denilen şeyin aslında nasıl işlediğini daha yeni öğrenmiş birisiyim. Biraz haddimi bilmem lazım. Daha gidecek çooook yolum var ve belki de evreni kavramanın yolu, imkanı yok. Elektriği de, bu işlerden anlayan yetkili kişi olarak Daniel’a sordum. Dedim ki, ”tamam ben bunu okudum kitaplardan. Denileni de anlıyorum. Ama elektriğin nasıl çalıştığını tam olarak kavradığımı söyleyemem. Sen bir mühendis olarak bana bunu anlat lütfen!”.

Önce bir anlattı, aradan bir iki gün geçti, ben kafamda bazı şeyleri tarttım, hazmettim. Sonra bir kere daha anlatmasını istedim. Ancak ondan sonra, elektrik nasıl birşeydir, kafamda hayal edebildim ilk defa. Buraya yazmıyorum, çalışın, öğrenin. Sonra aranızdan bazıları, ”haa haa hala öğrenememiş” demeye kalkar, benim kafam atar.

Kitapçıdan sonra, bu kışı böyle evde geçirirsem ve bu hızla kilo almaya devam edersem, yaz mevsimine, kış uykusundan uyanan bir ayı olarak kalkmak istemediğime kanaat getirdiğim için, aylardan sonra spor salonuna gittim. Kapıdaki çocuk, elli saat neden uzun zamandır ortalarda görünmediğimi, kocamın da gelmediğini kafama kaktı. Amerika’da spor yapmamak çok ayıp bir şey. Kilo almak da öyle. Ben geçen yıldan beri spor salonuna çok az uğradım. Bugün, üç haftadır beni görmeyen bir arkadaşım, ”yüzünü unutacağım, artık görüşelim” deyince, ”top gibi oldum, yuvarlanıp gidiyorum” dedim. Bu arada, soyunma odasındaki aynada, üzerimdeki eşofmana takıldı gözlerim. Eşofman epeyce bir çekmişti. Kocam sağolsun, ben haber peşinde koştururken, iyilik olsun diye ne bulursa yıkıyor. Böyle bir alışkanlığı var. Çamaşır yıkayan koca nerede bulunmuş, şikayet etmiyoruz tabii. Ama bazı şeyler çok sıcak suda yıkanınca çekiyor. Şimdi benim boyu dizime kadar çeken bir yün pantolonum ve büstiyer olarak kullanabileceğim bir mavi kazağımın yanı sıra, fena halde kısalmış bir eşofmanım da oldu.

Üzerimde bu eşofmanla, ”nereden çıkardım bu soğukta başıma spor yapmayı” diye içimden söylene söylene gittim koşu bandına çıktım. Beş dakika yavaş yavaş yürüdüm. Sonra yavaştan koşmaya başladım. Yanımdaki koşu bandına bir kız çıktı. Yan gözle görüyorum. Kız ısrarla bana bakıyor. Amerika’da öyle gözünüzü birisinin üstüne dikmek çok ayıp. Türkiye’de ısrarla bakılması normaldir. Hatta, ”ne bakıyosun yaa” dersiniz, ”bakharım saa ne?” diye de cevap alırsınız. İşte bu kız da bana böyle bakınca, anlamalıydım Türk olduğunu! hahaha. Bir döndüm, Yelda. Ne güzel sürpriz.

Yelda kick box yapmaya gelmiş. ”Tamam” dedim. ”I got my call. Ben de kick box yapacam”. Çıktık salona. Kafasında beyzbol şapkası, uzun siyah saçları örülmüş, iri yapılı bir siyah kadın, kollarını kavuşturmuş, önümüzde dikildi birden. Hesap sordu, kimdik, neyin nesiydik, niye gelmiştik. Ezik ezik cevapladık. 55 dakikalık dersi verecek hocamız Tamara’ydı bu. Genelde beklediğimden daha iyi çıkardım dersi. Ama bir yerde toptan ne yaptığımızı kaybettim. Bir baktım, bir ara bütün sınıftakilerin yüzü bana dönük, tekme yumruk benden tarafa doğru ilerliyorlar. O zaman anladım, benim bir yerlerde yanlış yaptığımı. Tamara koşarak geldi yanıma, ”beybii, beybiiiii yapabilirsin!” diyor. Bu beybi de nereden çıktı? Tam benim önümde durdu ki, hareketi kavrayabileyim. İki havaya yumruk sağdan, iki tane soldan, bir sol tekme, arkanı dön, geriye tekme, diğer tarafa dön, tekrar baştan yumruklar! Müziğe uyacaksın, hareketleri kaçırmayacaksın ve başkalarına bakınca da şaşırıyorsun, çünkü onlar arasında da şaşıranlar var. Neyse ben yine de kendimi tebrik ettim, nefes darlığından ölmeden dersi geride bırakabildiğim için.

Bu kick box hikayesinin yapıldığı sınıfın her yeri camla kaplı ve spor salonunda başka şeylerle meşgul olan herkes de, bu müzikli, hareketli sınıfı izliyor tabii. Dışarı çıkınca, oradaki hocalardan bir kız, ”aa nasıl eğlendin mi sınıfta?” diye sordu sırıtarak. O zaman acı gerçeği anladım. Gayet dorky yumruk ve tekme sallayarak kick box yapıyorum zannederken, bu hatun ve daha kimbilir kimler kimler ”aha haaaa” diye gülüyordu. Hak vermeden de yapamayacağım tabii. ”Napoleon Dynamite” diye bir film vardı, seyretmeyenlere ödev veriyorum, hemen seyredin. Orada filmin sonunda bir dans sahnesi var, aslında çok başarılı ama, çok da dorky. İşte ben de kendimi o filmdeki Napoleon gibi hissettim. Hatta koşarak olay mahallinden uzaklaşmak bile geldi içimden.

Çıkarken Tamara, Yelda ile bana, ”haftaya yine görüşüyoruz derste!” diye bağırdı. Öyle bir hisse kapıldım ki, haftaya gitmezsek Tamara gelip Yelda ile beni bulacak ve dövecek. O yüzden, gitsek iyi olur. Sonra Yelda ile gittik tavuk aldık bakkaldan. Eve geldik. Daniel tavuklu sandviç hazırladı. Onu oturduk yedik, bayramlaştık. Spor yaptım diye hücrelerime kan gitti, iyi hissettim, biraz kendime geldim. Bayramın ikinci gününü ise haber yazarak geçirdim. Şikayet edemem, eğlenerek çalıştım.

Tabii, arife günü başımdan geçenleri anlatmazsam olmaz. Aslında bunu anlatmayacaktım. Ve her şeyi de anlatamam. Çünkü olayın içinde geçen arkadaşım, ”Deniz bunları yazmayacaksın blogunda değil mi?” dedi. Yazmıycam ama biraz yazıyorum, kızmazsan ”Adının Açıklanmasını İstemeyen Arkadaşım”. Şimdi, bu Adının Açıklanmasını İstemeyen Arkadaşımın baş harflerinden oluştuğu için onu kısaca AAİA olarak analım. AAİA, Yelda, ben, bi de Daniel yemek yemeye gittik. Aslında baştan kararlaştırmamıştık ama olaylar bizi bir şekilde buluşturdu ve hadi birşeyler atıştıralım dedik. Epeydir konuştuğumuz ama gerçekleştiremediğimiz bir şeydi. Hava nasıl soğuk nasıl soğuk. Tir tir titriyoruz. Gitmeyi kararlaştırdığımız lokantanın önünde, ”pazar günleri 6′da açıyoruz” yazmasın mı! Yaklaşık bir kırk dakika zaman var 6′ya. Etrafta da gidilecek yerler var ama biraz yürümek lazım. Bu soğukta duramıyoruz.

En yakınımızda, hiç gidilmeyesi bir yer var. Bu yerin bizim için tek çekici özelliği, gitmek istediğimiz lokantanın dibinde olması. Bir özelliği daha var aslında ama yazmıyorum. ”Hadi be” dedik, gözümüze kestirdik, kırk dakikalığına, bizim lokanta açılıncaya kadar, orada oturmaya karar verdik. Biz içeri girer girmez bir sessizlik oldu. Yavaş yavaş masaların etrafından dolaşırken, bütün gözler şaşkınlıkla bizi izliyordu. Kırk dakikayı zor ettik ama en azından üşümedik ve bol bol güldük. Sonra, baştan beri gitmek istediğimiz yerde iyi vakit geçirdik.

Çıkışta, o adının açıklanması istenmeyen yerin önünde bir takım siyah, kocaman pazulu adamlar itişmeye başladılar. Ben böyle durumlarda koşarak uzaklaşmak gerektiğini bilmeme rağmen, olduğum yerde durdum kaldım, adamlara bakıyorum. Daniel koluma girip beni uzaklaştırmasa, öyle de donakalmıştım herhalde.

Hepinizin bayramını kutlarım. İyi bayramlar. Üşütmeyin bu soğuklarda.




Uzun zamandır Amerika’da yaşamaktan, gerek iş için, gerekse içinde yaşadığım kültürü derinlemesine anlayabilmek için çoğunlukla İngilizce yazılmış kitaplarla geçiyor vaktim.

Ben edebiyatı çok severim. Öyle böyle değil. Ve sonradan öğrenilmiş hiçbir dil, ne kadar iyi öğrenmiş, kanıksamış olursanız olun, kendi diliniz kadar anlamlı gelmiyor. Türkçe iyi yazılmış bir yazının tadını hiç bir şeyden almıyorum. Ekmek, su, bana bir de kütüphane verin, size uğurlar olsun. Bazen İngilizce rüyalar görüyorum. Arada kendimi İngilizce düşünürken yakalıyorum. Bazen arkadaşlarımla şakalaşıyorum, ”yarısı İngilizce yarısı Türkçe düşünen ve konuşan, her iki dilde de tam olamayan birisine dönüştüm” diye.

Ben bu meslekte bir stajyerken, Amerika’da uzun yıllar geçirdikten sonra Türkiye’ye gelen Tansu Çiller’in konuşmalarındaki atasözleri ve deyimlere gülerdim. Bunları hem kendi içinde hem de birbiriyle karıştırırdı. Hatırladığım bir tanesi, ”kol kırıldı, yeğenim içinde kaldı” gibi birşeydi. Google’dan bakın çok lazımsa tam doğrusu.

Aynı şeyin başıma geleceğini düşünmemiştim o zamanlar. Bir kaç sene önce, bir grup Türk meslektaşımla Washington’da bir basın toplantısı öncesinde sohbet ederken, çok bilinen bir atasözünün doğrusunun ne olduğunu tartışmıştık. Herkes birbirine yakın birşeyler söyledi ama hiçbiri kulağımıza doğru gelmedi. Dili iyi kullanmak bizim işimizdi. Ama başka dilde yaşıyorduk her gün. Başka dilde okuyorduk gazeteleri, başka dilde televizyon izliyorduk. Bu, ”kolumuz kırık, yeğenimiz içinde” halimize gülmekten başka yapacak şey yoktu.

Bu ülkeye geldiğimden beri, kültürü tanımak için elimden ne geliyorsa yapıyorum. Gazetelerin fal ve dert anlatılıp tavsiye istenen köşelerini baş tacı ettim. İnsanların umutlarına ve dertlerini nasıl anlattığına bakarak çok şey öğrenebilirsiniz. Amerikan siyasetini zaten iş gereği izliyorum ve bununla ilgili her dakika yeni bir kitap çıkıyor. Bazılarını okuması çok zevkli. Özellikle, bildiğinizi düşündüğünüz yakın geçmişteki bir olayın ”perde arkası” anlatılıyorsa. Ayrıca büyük bir keyifle okuduğum başka kitaplar da var.

Türkçe kitaplar, biraz fantazi. Bir yakınınız gelecek de Türkiye’den, bir tane de size bir kitap getirecek. O kitabın sizin zevkinize hitap etme ihtimali her zaman yüksek olmayabiliyor. Bazılarına göre böyle ”garanti” yazarlar var. Türkiye’den gelen arkadaşlar, tanıdıklar, mesela Orhan Pamuk kitapları getirir hep. İkincisi Ahmet Altan’dır. Yıllar içinde, aynı yazarların aynı kitaplarından birkaç adet biriktirdim. Her zaman elinde sürpriz bir kitapla gelen tek istisna bir tanıdığım var. Çok garip, kimsenin okumayacağı tarih ve sanat ve edebiyat eserleridir bunlar. Müthiş bir keyifle okursunuz hep. Edebiyat zevki, sahaf sahaf gezmek, bir hazine arar gibi yazarları keşfetmektir benim için. Bir yazar keşfedersiniz ve kitabın sayfalarından okurken bal damlar. Böyle insanın içini hoş eden, taa kalbine giden kitaplar vardır.

Siyah çerçeveli gözlükleriyle koltuğuna çekilip, taşıması bile zor kitapları büyük bir hızla okuyan, sonra okuduklarından öğrendiğini bizlerle paylaşan babama çok özenirdim. Küçücük bir rafım vardı, o rafı kitaplarla doldurursam dünyalar benim olacak diye düşünürdüm. Haftalığım vardı, gidip bir kaç kitap alırdım ve hepsini kısa sürede okuyup bitirirdim. Özenle o kitap rafına dizerdim. Kaç tane ”Suna tatilde!” serisinden almam lazım acaba?

Bana okumayı annem öğretti. Evde, üç yaşındayken olan olayları nasıl hatırladığıma şaşarlar hep. Özgür abim, ”hadi lan! nerden hatırlıycan” derdi. Ama evin büyüklerinin, ”aaa hakkaten de öyle olmuştu, ben bile unutmuşum” benzeri tepkileriyle, benim doğruyu söylediğime o da ikna oldu zamanla. Okul öncesinde annem bir tablo hazırlamıştı. Harfler, bir büyük bir de küçük olarak yazılıydı üzerinde. Ah şu K harfi yok mu! ”Bilmiyorum işte, K mıdır nedir, git başımdan anneeeee”.

Valla ben daha geçenlerde anladım, annemin yaptığının ne büyük bir şey olduğunu. Kızardım ona eskiden. Zora gelmek istemez çocuklar. Ama annemden korkmasam, iyi bir öğrenci olamazdım gibi geliyor. Ailecek beni çok çalışkan zannettikleri bir ortaokul dönemim olmuştu, lisede hemen üzerimden attığım bir dönem. ”Ay Deniz 8 alsa ağlamasını taaa evden duyardık” diye bütün sohbetlerde kahkahalarla anlatılır. Halbuki ben 8 aldığıma hiç üzüldüğümü hatırlamıyorum. Anneme 8 aldığımı nasıl söyleyeceğime üzülürdüm. Yüzünde bir endişe belirirdi böyle zamanlarda. Ya vazgeçersem? Ya okumazsam? Haksız da sayılmazdı. Bu okumama meselesinin geçmişi vardı. Bir gün, ”ben ilkokuldan sonra okumayı düşünmüyorum, haberiniz olsun” diye yemek masasında duyurmuştum bizimkilere. Beşinci sınıfı bitirmeme az zaman kalmıştı. Bunu ciddi ciddi, sokakta oynarken ve kırmızı çizmelerime bakarken düşündüğümü hatırlıyorum. Kararımı vermiştim.

Babam hemen, okumayanlara uygun meslekleri saymaya başladı. O yaz, ilkokulu bitirir bitirmez, yandaki apartmanın merdivenlerini silerek başlayabilirdim! Kapıcı arıyorlardı zaten! Bakkala çırak verebilirlerdi mesela beni. Hasan Amca ile beraber, okula giden diğer çocuklara leblebi tozu satacaktım o zaman. Kesekağıdından yapılmış küçük külahlarda şekerle karıştırılmış leblebi tozuna bayılırdık zamanında. Adamın ağzı dili birbirine yapışır, konuşamazsın, yutkunamazsın. Bu örnekler, benim ağlayarak masadan kalkmamla sona erdi. Mesaj açıktı. Okursam desteklenecektim ve yan gelip yatmak serbest olacaktı boş zamanlarımda. Okumazsam, çalışacaktım. Sıkıya gelemeyeceğimi o zamandan hissetmiş olmalılar. Bir kaç sene daha okula gitmeye katlanacaktım artık.

Bu konuşmanın ardından, hep bir alışkanlık haline getirdiğim ve gurur duyduğum, kanepede uyuma taklidine geçtim. Gözkapaklarım hiç kıpırdamıyordu. Çalışırdım bunun üzerinde. Kuzenim Tuba’ya sorardım hep. ”Tuba gözüm kıpırdıyor mu böyle, bir bak!” Annem ütü yapıyordu ve endişe içinde, ”ya gerçekten okumazsa? Zorla okutacak halimiz yok ya” dediğini hatırlıyorum. Korkuyordu. Annemle babam bana hep, ”bizim gibi olma” dediler. Yıllar sonra babam, ne dese dinletemediği için, hep kendi bildiğimi okuduğum için, ‘’senin sular idaresinde bir memur olmanı tercih ederdim” demişti bana. Niye sular idaresi dediğini bilmiyorum. Ne var yani, onu da olabilirdim, bir sakıncası yok. Annem, daima arkamdan iten bir güçtü. Bugün, istersem bakkal Hasan Amca’ya çırak da olabilirim, yan apartmanın merdivenlerini de silebilirim, alırlarsa sular idaresine de girebilirim veya başka birşey de yapabilirim. Ne yaptığınızın çok önemi yok. Ama annem bana, çok önemli bir şey verdi: ”Seçenekleri olan, kendine yeterli bir insan olma şansını”. Çocuklara biraz yön vermek gerekiyor. Dedim ya, bunu daha geçen gün anladım.

Amma da lafı dolaştırdım yine. Sait Faik’i anlatacaktım halbuki. Okulda kara tahta önüne çıkıp da ağladığım o müthiş günden başlayarak. Annem, birinci sınıfa başlarken, ”okulda herşeye parmak kaldır, bilmesen bile” demişti. Ben biraz salak bir çocuk olmalıymışım, denilenlerin çoğunu sorgusuz sualsiz yapar, ancak başım belaya girdikten sonra, neler olduğunu çakardım. Hayat Bilgisi kitabı vardı bizim zamanımızda. Yazının adı, ”Son Kuşlar”. Kim anlatacak bunu tahtada? Deniz gel sen anlat, madem bu kadar çok isityorsun anlatmayı! Hahahaha. Yazıyı çok beğenmiştim. Ama cümleleri papağan gibi tekrarlayamadım. Kalple yazılmış iyi bir yazıyı nasıl anlatabilirsiniz? Ancak kötü bir taklit olur. Ben de öyle tahtada kendimi bir sahtekar gibi hissettim. Bu güzel yazıyı, yazıldığı gibi güzel anlatamayacaktım. O yazı ancak, aynen okunursa o yazı olacaktı.
Sınıftakiler eğlenerek bana bakıyordu. Uzun bir suskunluktan sonra kek kük birşeyler söyledim, üç beş cümle, yerime oturdum. O Türkçe öğretmenini hiç sevmezdik. Notu kıttı. Asla 10 vermez, bununla övünürdü. Bir gün beni ayağa kaldırdı ve ”yazdığın kompozisyonda hiç bir eksik bulamadım. Ama bugüne kadar hiç kimseye 10 vermediğim için, hiçbir şeyin mükemmel olduğuna inanmadığım için sana da 9 veriyorum!” demişti. Yıllar sonra tesadüfen kızıyla tanıştım. 9 bile vermezdim. Başka da bir şey demiyorum.

Bu akşam, birden bire içimde, ”Türkçe okumalıyım” hissini duydum. Ne okumalı, ne okumalı? Gittim şu kitabı buldum: ”Sait Faik, bütün eserleri, mahalle kahvesi, havada bulut”. Ne güzel ne güzel ne güzel bir eser. ”Gramofon ve Yazı Makinesi” başlıklı olanını okudum. Ne kadar ince bir yazı. Uzun uzun gramofon ve yazı makinesinin kendisi için ne anlama geldiğini gayet entellektüel bir dille anlattıktan sonra, son paragrafta realitelere getiriyordu sizi. Öyle çok sevdim ki, buraya da yazacağım o son paragrafı. Ama elinize geçerse okuyun hepsini:

”…İşte arkadaşımın hayatında benim bildiğim, -yalnızken duyduklarımı yazmıyorum- böyle yerleri olan yazı makinesi ile gramofonu, bir kış günü kar lapa lapa yağarken birimiz gramofonu, ötekimiz yazı makinesini yüklenerek pek hoşlandığımız Yüksekkaldırım’a doğru götürüyorduk. Arkadaşımın şiddetle paraya ihtiyacı vardı. Sevdiği kız, sanatoryumdan çıkıyordu. Ne mantosu vardı, ne kombinezonu…Ayakkabıları, hem arkadaşımın, hem de kızınkiler su çekiyordu.”

Siz ne derseniz deyin, ben Sait Faik’in arkadaşının Orhan Veli olduğunu hayal ediyorum.

”Ben Sait Faik’in yazılarını beğeniyorum” demek zor geliyor. ”Ben kim oluyorum, ne haddime” diye düşünüyorum. Sait Faik, öyle kendisini beğendiğinizi söyleyince de kızabilir. ”Kınalıada’da bir ev” yazısında şöyle diyor:

”…İşte bu merak yüzünden hikayeci geçinirim. Hikayelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler, kızarım. Kendim beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez. Kınalıada’ya gelince…İşte onu pek merak eder, bir türlü inemem, bu gidişle inemeyeceğim de…”

Bu yazıyı okuyanların Türkçe güzel kitap tavsiyelerini bekliyorum. Hatta şiddetle teşvik ediyorum.




Bir hindi gününü daha geride bıraktık. Perşembe, ABD’de şükran günüydü. Bu şükran gününün nereden geldiğine dair seksen tane teori var. Bazıları çok romantik. Amerika kıtasına yerleşmeye ilk gelen koloniler, uzun yolculuklardan sonra gelip ülkenin doğu kıyısına ayak basmışlar. Bir de bakmışlar, zalim bir soğuk. Zaten yoldan gelmişler, çoluk çocuk, üstüne yiyecek ekmek de yok. Malum, Amerika kıtasında yerliler yaşıyordu, ”Amerikalılar” gelmeden önce. Yerliler, çoluk çocuk bunları aç bi ilaç görünce acımışlar, ellerinde ne var ne yok bunlara aşure gibi bir şey yapıp yedirmişler. Patates, mısır falan. Hikaye o ki, ateşin başında hep beraber sohbet edip eğlenmişler.

Romantik olmayan başka hikayeler de var. O da, yetiştirmesi gayet zahmetli mısırdan nasıl hasat alınacağını öğrendikten sonra Amerikalılar’ın -ki bunlar aslında İngiltere’den, Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan gelenler biliyorsunuz-, yerlileri birer birer temizlemeye başladığı. Çünkü malum, hepimize yetmez yiyecek. Adamlar size aşure yapıp karnınızı doyuruyor, siz de karşılığında çiçek hastalığı mikrobu bulunan battaniyeleri ve ev yapımı kötü viskiyi hediye diye veriyorsunuz. Çoğu telef olmuş hastalık ve alkolden, zaten hayatta kalanları da, doğu kıyısından başlayarak yavaş yavaş batıya doğru akınlarla temizlemişler. Hatta arkasından ”Kızılderili filmleri” çevirmişler. Yerlileri vahşi, hayvan gibi yaratıklar olarak gösteren. Ama Amerikalılar’ın hakkını yememek lazım. Benim oturduğum doğu kıyısındaki Washington bölgesinden başlayarak batı kıyısına kadar bir çok nehrin, kentin adı, aynen yerlilerin koyduğu adlarla anılıyor. Mesela Potomac nehrinin adı da yerlilerden geliyor.

Neyse, bu hindi gününün arkasında, ”az daha aç kalıp ölüyorduk, Tanrı bizi seviyor da kurtardı, biz de şükranlarımızı sunalım” zihniyeti var. Kasım ayının son perşembesi şükran günü olarak kutlanıyor. Hindi yeme adeti ne zaman eklenmiş bilmiyorum. Hindi İngilizce’de ”turkey” demek. Türkler bozuluyor. Ben de, eve kablo televizyon bağlamaya gelen adamdan Avustralyalı kocama kadar, ”hindiii, hindiiii” diye dalga geçilmesinden usandım aslında. Soğuk bir yüz ve düz bir sesle, ”ha evet evet çok komik. Hindi di mi! Çok brilliant (parlak) bir espri!” diye yanıtlamayı adet edindim. Kablocu adam, ”aa ben hindiyi (turkey) çok severim, ama yemesini!” demişti. Daniel da, perşembe günü ilk hindi pişirme denememiz öncesinde, hindiyi bağlamak için kullanılan ipleri belime dolayıp, ”eveeeet, şimdi sıra hindiyi bağlamaya geldi!” dedi.

Ben yemedim içmedim, bir kamu hizmeti olarak bu ”turkey” meselesinin de nereden geldiğini araştırdım. Söyleyenlerin yalancısıyım. Efendim vaktiyle bu hindiler, Hindistan’dan ithal edilirmiş bütün dünyaya. Tabii batıya gitmeden önce de, Türkiye’den geçermiş. Biz de muhtemelen o yüzden Hindistan’a, ”Hindi-stan” diyoruz bence. Ama bilmiyorum, yalan olmasın. Batılılar, bu hindiler en son Türkiye’den geldiği için, ”Turkey bird” (Türkiye kuşu) demeye başlamışlar. Zamanla bunun kuşu düşmüş, sadece ”turkey” kalmış. Buyrun bakalım!

Ben alışverişi yaptım, hindiyi Daniel’a teslim ettim. İki saat falan sürdü fırında pişmesi. Sonra oturup yedik. İkimiz de sevmedik. Daniel, ”nasıl olsa bu da kuş” diye düşünüp, tavuk yerine koyup sebzelerle karıştırdı ve çorba yapmaya çalıştı. Evi korkunç bir koku kapladı. O kadar dayanamadık ki, çorbayı oracıkta bırakıp hemen evi terkettik. Dönünce de, ziyan oluyor diye üzüldük ama attık hepsini.

Şükran günlerini ben sevmem. Herkes sıkıcı bile olsa ailesiyle yemek yerken, sizin gurbette ve aileden, can dostlardan uzakta olduğunuzun altının bir kere daha çizilmesidir benim için. İlk şükran günümde, Kasım ile Mary beni yemeğe götürmüştü. İlk defa güzel pişirilmiş bir hindi ve cranberry sosu yemiştim. Böylece birinci yıl anlamadım şükran gününün travmatik bir şey olduğunu. Arkasından gelen şükran günlerinde, hatta biraz öncesinde bir huzursuzluk kaplardı içimi. Birileri davet edecek mi diye beklerdim. Güzel davetler aldığım, çok hoş, aile ortamında yemekler yediğim de oldu, evde oturup hüzünlendiğim de. Bir yıl, şükran gününü tek başıma geçirdim. Hazır kızarmış tavuk budu aldım bakkaldan. (artık her bakkal dediğimde Elçin aklıma geliyor ve gülüyorum). Yanına da pilav yaptım, onları yedim güzel güzel. Sonra da, şükrettim her şey için. İnsan bir durup oturunca, şükredecek çok şeyi olduğunu daha iyi görüyor. O günden beri, pek takmıyorum. Maksat şükran duymak, gerisi boş.

Bir de tabii, evsizler ihya oluyor şükran günleri ve noelde. Adım başı para isteyen birileri yolunuzu kesiyor. Hatta, ”aa bu şükran gününde beni boş mu çeviriyorsun!” diye arkanızdan bağırırlar, bir şey vermeden geçerseniz. Şükran günü ve noel, günah çıkarma günleridir. Zenginlikler biraz da fakirlerle paylaşılmalıdır. Apartman yönetiminden de bir kağıt gelir, özetle, ”pamuk eller cebe, bu apartmanın temizliğiydi, kapıcılığıydı derken şu ve şu arkadaşlar bütün yıl çalıştılar, yılda bir kere de siz onlara biraz para verin, sevindirin” yazar kağıtta. Herkes hakkı görür bu bahşiş alma meselesini. Ben bir yıl vermedim bahşiş. Vermeyince de kötü. Sonra, ön kapıdan çıkarken ”kapıcı çocuk bana soğuk mu davrandı ne!” diye paranoyaya kapılıyor insan. Halbuki belki de o gün çocuğun kafası yerinde değil.

Bir evsiz adam var, bizim metro çıkışını mesken tutmuş. Daima orada görüyorum. Yıllardır. Bir gün, çantamdaki çok lezzetli bir bagel’ı çıkarıp bu adama verdim. ”Hayır bayan, teşekkür ederim, aç değilim” dedi. Utandım, yerin dibine geçtim. Para vereyim dedim, çıkarttım bir beş dolar. Beş dolar aslında çok fazla bir rakam. Genelde adet, 25 sent vermek. Yani bir çeyreklik. Beş doları görünce adam, ”ben sadece çeyrekliğiniz varsa isterim, beş dolar almam!” demesin mi…Adamın karşısında iyice bir ezildim, ezildim, yer yarılsaydı da içine girseydim. 25 sentim yoktu, beş doları vermek için ısrar ettim. Almadı. ”İyi” dedim. ”Ben gidiyim o zaman. İyi günler size”. Şimdi her metro çıkışında karşılaşıyoruz yine. Kafam önümde. Ben cebinde üç kuruş parası var diye hemen ”yardım eden, iyiliksever” rolüne soyunup, karşımdakini de aşağı bir yere koymuştum aslında. Belki istediğim, kendimi daha iyi hissetmekti. Adamın tutumuyla bu yüzümü gördüğüm için foyası ortaya çıkan birisiyim. Evsiz adam dimdik duruyor, benden yana bakmıyor.

Amerikan filmlerini izlediyseniz, biraz bilirsiniz. Şükran günü, aslında ailece toplanıp hindi yenilen ve birbirine laf sokuşturulup kavga edilen, küsülen bir gündür. Mesela Washington’da yaşarsınız ama Iowa’daki ailenizle birlikte olmak için oraya uçarsınız. Üstüne masada yıllık geleneksel aile kavgasını yaptığınızı düşünün. Ertesi günü boşuna ”Black Friday” (Kara Cuma) diye adlandırmamışlar. Hindi gününün travmasını atlatmak için, bu ülkede çok popüler bir yöntem olan alışverişe koşulur hemen. Sabah beşten itibaren mağazaların kapılarında kuyruk olur. Kara Cuma günleri ben burnumu kapıdan uzatmam. Delilik çünkü. Neymiş, her şey çok ucuzmuş. Kilit soru, ”ihtiyacım var mı?” olacaktır. Ama arkadaşlarımdan, ”tutamadım kendimi, gidip iki gömlek aldım, çok ucuzdu çünkü” benzeri lafları çok duyuyorum. Alışveriş bu ülkede bir rahatsızlık tabii. O alınan şeylerin çoğu, etiketleri çıkarılmadan dolaplarda üst üste yığılıyor. Yıllarca el sürülmeyen şeyler dolapta bekleyebiliyor. Satın alma gücüne sahip olduğunu göstermek, kendini iyi hissetmenin bir yolu.

Şükran günü öncesinde bir de ABD başkanlarının geleneksel, ”hindi affetme” töreni var. Her yıl iki hindi, başkanın bir mahkumu affetme yetkisinde kullanılan İngilizce’deki ”pardon” fiili ile ”affediliyor”. Bu hindiler güya hayatları boyunca iyi bakılıyor. Ama Beyaz Saray’ın ahçısı, başka hindileri affetmiyor! Şanssız hindiler, yemek olarak Beyaz Saray’ın sofrasına geliyorlar.

Hindi günü geçmiş olsun hepimize. Bu yazıyı okumak için zaman ayıran herkese şükranlarımı sunarım.




Her şeyin giderek sanallaştığı bir dünyada yaşadığımızı görüyorum. Sürekli internet başında zaman geçirmek belki de bizi sabırsız yapan. Bir tıkla her işimizi hallediyoruz. Çabuk da yaşlandık internetle. ”Bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler kurabilirim ben, 90′lardan bahsederken. Öyle çok şey değişti ki o zamandan bu yana. İnternetsiz bir dönem, çok uzak bir geçmiş gibi. Yazdığımız haberleri biz ilk önce, modemle geçerdik. E-mail kullanmazdık. Benden sadece on yaş büyük meslektaşlarımın, ”haberin değeri, eline gelen teleksin titremesinden anlaşılır” benzeri sözlerini hatırlıyorum. Ben telekse yetişmedim. Ama ilk yazdığım haberler de dos programındaydı. Hani o karanlık ekranda komutlar vererek işlem yaptığımız dönemler.

Bugün, gelen postayı kontrol etmek için merdivenlerden inerken, içimde büyük bir sabırsızlık hissettim. Bazı işler var ki, internetten halledemiyorsunuz. Türkiye’de bu kadar hızlı ve etkili değil daha internet, bunun farkındayım. Ama Amerika’da internete dayanmayan hiçbir şey yok. Sevgiliye romantik mektuplar yazıp heyecan içinde cevabının gelmesi beklenen dönemler çok gerilerde kaldı. Artık her şey çok hızlı. Bir e-mail mesajıyla ayrılıyor artık çiftler. Yaz gönder, bitti. Hepimiz sabırsız olduk. Beklemeye tahammülümüz yok. Postayı almak için merdivenlerden inmek zorunda kaldığıma yerinirken buluveriyorum kendimi. Şunu da bir tıkla halletmek mümkün değil diye. Zaman kaybediyorum diye de endişeleniyorum. Sık sık duyuyorum, ”ah şu gün 24 değil de bir kaç saat daha fazla olsaydı, kendime de zaman kalsaydı” denildiğini tanıdıklarımdan. Her şey otomatik oldu ama hayatımız daha zorlaştı bence. Eskiden mesela, çamaşır günü olurmuş. O gün sadece çamaşır yıkanan koca bir gün. Belki elde yıkamak zordu ama, başka bir iş yapılmıyordu. Otomatik makinalar çıktı, herkes çok mutlu oldu. Artık ellerimiz aşınmayacak, kendimize daha fazla zaman kalacak diye. Bir çok işi makinalar yapıyor, internete dayanıyoruz da, niye hala kendimize zaman bulamıyoruz? Kaybolan zamanları kırpıp kırpıp yıldız mı yapıyorlar? Kim bunun sorumlusu?

Ne olacak, bir çok işi bir araya sıkıştırmak zorunda kalıyoruz bu kez de. Çamaşırlar makinaya atılacak, bulaşıklar makinaya dizilecek, o gün yapılacak yemekler için alışveriş, oturup yemekleri pişirmek gerek. Bu arada artık eşitlik var ya, işe gidip çalışıyoruz da. Bazen ben, organizasyon yapmaktan yoruluyorum. Liste çıkarma alışkanlığından, çok elzem bir durum olmadıkça vazgeçtim. Listeler moralimi bozuyor. Sabah kalkar kalkmaz, listedeki bütün maddeleri yerine getirmenize imkan olmadığını görüyorsunuz. Aralarından seçim yapmak gerekiyor. ”Uzun zamandır görüşmedik, başka işler daha önemli demek senin için” diyen arkadaşların sitemleriyle suçluluk duymamak mümkün olmuyor. Sanki zaman, az biraz daha hızlı ilerliyor benden ve ben yetişebilmek için sakin sakin yürümek yerine koşmak zorunda kalıyorum. Hatta bazen depar atıyorum. Sonra da ayağım takılıp düşüyorum tabii. ”Yavaşlık” diye bir kitap okumuştum. Amerikalı bir gazeteci yazmış. Bir kaç işi aynı anda yapmaya çalışırken, aslında bütün yaptığımız işlerin kalitesini azalttığımızı düşünüyor. Kendi hayatından da örnek veriyor. Benimkine çok benziyor bu örnek. Sabah, bir yandan açık televizyondan haberleri bir kulakla dinlerken, aynı anda gazeteleri okumak. Bazen, gazeteyi hesapta okuyup bitirdiğimde, bir yandan da televizyonu dinlediğim/seyrettiğim için, hepsini yarım yamalak yapmış olduğunu görüyorum. Adam sonunda bilinçli olarak yavaşlamaya karar vermişti ve hayatının kalitesinin arttığını görmüştü. Önce gazeteyi oku, arkasından da televizyon haberlerini dinleyip bilgilerini cilala. İşe yarıyor.

Çoğumuzun kafası, windows içinde windows (pencere içinde pencere) gibi açılan düşüncelerle karışmış durumda. Bir pencere açıyoruz kafamızda, bir konuda konuşmaya başlıyoruz, arkasından bir çağrışım yapıp başka bir pencere açıyoruz ve pencere pencere açıla açıla kendimizi başlangıç noktasından çok farklı bir yerde buluveriyoruz. Epeyce eskiden, Taha Akyol’un bir kitabını okumuştum. Kitabın adı aklımda kalmadı ama ”düşünme disiplini” denilen kavram kafama yerleşti. Basit şekliyle, düşünme disiplini, belli bir konuya tam olarak odaklanabilmek ve yan meselelerle vakit kaybedip suyu bulandırmamak ve asıl konudan uzaklaşmamak. İşte sanal dünyamız, düşünme disiplinini korumamızı da zorlaştırıyor.

Şimdi hazırlanın, ”aylaklığa övgü” dizmenin girizgahını yapıyorum. Zamanında çalıştığım gazetede, masada oturmak kabul edilemezdi. Çaylak stajyer olarak bunu anlamam zaman almıştı. Bu yüzden herkes kendisini sokağa atıp alışverişe çıkar, dondurma yemeye gider veya buna benzer birşeylerle uğraşırdı. Velev ki masada otururken yakalandınız. O zaman, müdürler etrafta dolaşırken muhakkak telefonda olmanız gerekiyordu. Çalışan gazeteci. Ofisten erken çıkılamazdı. Saati vardı. İşiniz olmasa bile. Bütün bu, ”-miş gibi yapmalardan” herkes yorgun düşüyordu. İnsanların çalışmadığını zannetmeyin. Herkes, rekabet ortamı yüzünden eşekler gibi haber peşinde koşturuyordu. Ama bir haberi kendi başınıza pişirmiyorsunuz. Konuyla ilgili bilgisi olan kişilerden alacağınız yorumları beklemek zorundasınız. Cep telefonunun daha olmadığı dönemlerde telefonun başında az beklemedim. Halbuki aylaklık serbest olmalı. Özellikle de stresli işlerde. Japonların öğle uykusuna yattığını duymuştum. Bir saat, her iş yerinde öğle uykusu için zaman veriliyor. Herkes yenilenmiş olarak kalkıyor ve daha verimli oluyor. Ben de, diğer stajyer arkadaşlarla kendimi sokağa vurup, sağda solda bir saat aylaklık edip gazeteye geri döndüğümde kendimi çok iyi hissederdim. Kafamda yeni fikirlere yer açılmış olarak dönerdim masama.

O yüzden, sadece önemli görülen işlere odaklanmak yerine, aylaklığa da zaman ayırmak şart. Burada Amerikan çocuklarına bakıyorum. Üzülüyorum hallerine. Anne babaların idealleriyle süslü piyano dersinden, matematik kursuna, futbol antrenmanından kütüphaneye koşturup duruyorlar. Boş oturmaya vakit yok. Sokakta oynamak diye bir kavram yok. Okul bittiğinde, yaz geceleri bizim mahallenin çocuklarıyla sokakta bahçe demirine tüneyip çekirdek çıtladığımız, boş boş konuştuğumuz ve güldüğümüz günleri düşünüyorum. Bundan daha iyi meditasyon olamaz herhalde. Kimsenin öyle fazla oyuncağı yoktu mesela. Kırk yılda bir, birisi annesini kandırıp top aldırırsa yakantop oynanırdı. Ya da ip atlardık. Çin-çan. Gerisi hayal gücümüze kalmıştı. Birinci sınıfa başladığımda, en yakın arkadaşım Bertan ile, okula yürümeden önce bizim bahçede çamurdan televizyon, koltuk takımı falan yaptığımızı hatırlıyorum. Sonra bizim bahçenin musluğunda yıkanan o ellerle sınıfa gidip, tırnak ve mendil kontrolü de varsa, çamurlu tırnaklarla Yıldız öğretmenden laf işitirdik.

Taha Akyol’un düşünme disiplininden bahsettikten sonra, pencere açıp başka konulara dalmak biraz komik olacak ama, ilkokula başlama hikayemi buraya sıkıştırmak istiyorum. Mahalledeki bütün arkadaşlarım, (Esra, İdil, Bertan) benden bir yaş büyüktü. Ama ben, hepsinden uzun boyluydum. Annemin, babamın, halamın okula yazdırma çabaları, ”yaşı küçük” diye müdür tarafından defalarca geri çevrilirken, Bertan beni okula yazdırıverdi. Bir gün yine böyle çamurla oynuyor, çok başarılı eserler çıkardıyorduk. Yüz metre ötedeki okulun zili çalınca Bertan, ”aa ben geç kaldım, hemen okula koşmam lazım” dedi. Oyunumuz yarım kalmış, ikimizin de canı sıkılmıştı. Elimizi yıkarken, ”Deniz sen de gel benle okula. Öğretmen bir şey demez” dedi. Çok sevindim ve hemen ”tamam” dedim. Anneme haber vermeden okul yolunu tuttuk. Sıdıka öğretmen, ”aa Bertan sınıfa misafir getirmiş ne güzel” dedi. Bana pek bir ilgi gösterdiler. En ön sıraya oturdum. Öğretmen, ‘’sen kaçıncı sınıfa gidiyorsun yavrum, beşinci sınıfta mısın?” dedi. Bende tabii taa o zamandan boy pos yerinde! Hemen şikayet ettim, daha 5 buçuk yaşındayım diye müdür beni okula almıyor, ”bir yıl daha bekleyin” diyordu. Ama Esrai, İdil, Bertan hepsi aynı sınıfa gidip eğlenirken, mahallede bir tek ben kalıyordum. Onlar okuldan dönsün diye bekliyordum. Tahtaya adımı da başarıyla yazdıktan sonra öğretmen, ”annene söyle, müdüre bir kutu şeker yaptırsın yarın gelsin. Ben seni sınıfıma alacağım” dedi. Koşa koşa eve gittim. Annem uzun süre bana inanmadı. Sonra ikna olmuş olacak ki okula gittik ve benim okul hayatım başlayıverdi. Üzerimde pembe ceket ve etekle, bana siyah önlük dikilinceye kadar, Halide, Hakan ve Ümit ile en arka sırada yan yana oturdum. Bertan, en önde oturuyordu.

Kaybolan saatlerin peşine düştüm ya. Zamanımın bir kısmı aylaklıkla geçiyor. Ama bu aylaklıklarım bana neşe veriyor, besliyor. Mesela televizyonda izlediğim saçma sapan programlar. Reality şovları kaçırmıyorum. Normal, düzgün insanların hayatları iyi şov programı olmuyor. O yüzden ne kadar yaratık varsa, onların hayatı realite şov olarak sunuluyor. Mesela ”90210 Plastic Surgeon”. Adam Beverly Hills’in en çok para yapan doktorlarından. Ameliyat öncesi, ellerini yumruk yapıp şınav çekerken gördüğümde gülmüştüm. Kolsuz bir ameliyat önlüğü var. E o kadar uğraştığı kaslarını göstermesi lazım. Ne var ki, adamın bu hali beni güldürüyor. Şınav çekmek hadi neyse, bir gün, elinde ”nunchuck” (nançak okunuyor, bazı yerlerde namçak diye de geçiyor) salladığını görünce hayretle baka kalmıştım. Bu adam sizi ameliyat etsin ister misiniz?

Bugün izlediğim ”Real Housewives of Atlanta” (Atlanta’nın gerçek evkadınları) dizisi bir başka örnek. Böyle arkadaşlıklar olmasa da olur. NBA ve NFL yıldızlarının karılarından evkadını olur mu? Malikanelerde oturuyorlar ve kendilerine iş yaratmaya çabalıyorlar. Aslında iş miş bahane, tek dertleri, saç baş yaptırmak, giyinip süslenip birbirleriyle kavga etmek. ”Böyle de iğrenç bir şov olur mu?” diye başlayıp bir bakıyorum karakterlerin başına bir sonraki bölümde ne geldiğini öğrenmeye can atıyorum. Kırk yılda bir Türkiye’ye geldiğimde de işim gücüm bunları seyretmek. En son gelişimde Daniel’a, ”Dest-i İzdivaç” şovunu tercüme ettim mesela. Gözlerine inanamadı ama çok da hoşuna gitti şov. Daha önceki gelişlerimden birinde, ”kaynanamı kim öptü” veya ”gelinim olur musun” benzeri bir adı olan şovu izliyordum. Önümde bir çekirdek dağı ve iki litrelik kola şişesi duruyordu. Babam kapıdan içeri girip, çıt çıt çıt çekirdek yediğimi ve gözümü televizyondan ayırmadığımı görünce, ‘’sen de mi!” demişti, Brütüs tarafından karın boşluğundan bıçaklanmış Sezar edasıyla. Odadan çıkarken de, ‘’senden bunu beklemezdim” demişti.

Bir de magazin haberlerini (Amerikan) benden iyi kimse bilemez. Ben bütün dergileri okurum. People, Globe, National Enquirer, Us weekly, In style ne ararsan. Marketteki çocuk bile, bunları alırken, ”ben de bunları kim alıyor diye merak ediyordum?” dedi. Ben alıyorum ne var? Aslında adet, bir kitapçıda arkadaşınızla buluşmak (Yelda) ve bu dergileri karşılıklı okuyup, kıyafetleri, çantaları ve Lindsay Lohan’ı, Heidi ile Spencer’ı, Angelina Jolie ve Brad Pitt’i, Jennifer Aniston’ı, Tom Cruise ve Katie Holmes’u takip etmektir. Bazen dört saati böyle geçirdiğimi hatırlıyorum. Daniel önce, ”ha ha ha, bunları mı okuyorsun” diye küçümsemişti. Kenarından köşesinden bir başladı, artık bırakması mümkün değil. Geçen yaz 2 buçuk yaşındaki Jaspar, ”Daniel Amca, bunlar kız dergisi!” diye bağırarak bu dergileri Daniel’ın elinden çekiştirmişti. Artık bu dergileri onun elinde görmüyorum. Bana, ”ne oldu, Tom ile Katie ayrılmadı mı hala?” diye soruyor arada sırada.

Şimdilerde ”My farm” (Benim Çiftliğim) diye bir program var, facebook içinde. Oraya fena kafayı takmış durumdayım. Arkadaşlarınız size ağaç fidesi, keçi, tavuk, inek, at gönderiyor. Siz de bu ağaçları dikiyor, tarlayı ekiyorsunuz. Her gün de, ”domateslerim çıkmış mı?” diye bu programı ziyaret etmek şart. Önce tarlayı belliyorum. Arkasından çilek, mısır, domates, patates, pirinç, buğday tohumlarından seçip ekiyorum. Bunların hepsi ‘’sanal paraya” maloluyor. Parayı da idareli kullanmak lazım. Ekip biçtikten sonra kazandığım paralarla kendime kırmızı bir ahır almaktı son günlerdeki amacım. Hatta Levent’in kırmızı ahırını görünce kıskançlıktan çatlayacaktım. Levent bana, ”Denizcim valla mümkün olsa göndericem sana bir kırmızı ahır” demişti. Sonunda ekip biçtiklerimden elde ettiğim sanal 50 bin dolarla kırmızı bir ahır almayı başardım da, çiftlikte yetiştirdiğim atları, koyunları, tavukları, keçileri satabiliyorum. Hasat mevsimi de iki günde bir geliyor. Sanal ne de olsa. Kim bir mevsim bekleyebilir hasat için? Ben değil. Bu yazı uzun oldu, düşünme disiplinini de yine koruyamadık. Ben kaçıyorum.

Bi dakka şunu da ekleyeyim. Meditasyonun bile internette yapılanı var. Bir yere tıklıyorsunuz, gong çalıyor, tekrar gong çalıncaya kadar sessiz oturmanız lazım. Dünya barışına katkı sağlamış oluyormuşsunuz. Ben diyenlerin yalancısıyım.

Yazının başlığını, yazdıktan sonra attım. Bana haber yazmanın çok kilit noktalarını öğreten ve bu dünyadan çoktan göçmüş olan bir abim, ”önce başlık atılır” derdi. Ben yazıyı yazdıktan sonra atıyorum başlığı. Demek herkesin bir başka yoğurt yiyişi varmış. O yüzden ”paşa çayı” meselesini de anlatmam lazım. Benim bir arkadaşım var, annesi yabancı kökenli. Gençken evlenmiş bir Türkle ve Türkiye’ye yerleşmiş, Türk kültürünü öğrenmiş. Bu dönemde bir gün evine komşular misafirliğe gelmiş, çocuklar vesaire. Bir hanım, oğlu için paşa çayı istemiş. Paşa çayı, malumunuz, çocukların dili yanmasın diye üzerine soğuk su eklenen çaydır. Niye paşa çayı denmiş, kökenini bilemiycem. Arkadaşımın annesi, ”tamam” demiş mutfağa koşmuş. Bir telaş bir telaş. Bu paşa çayı ne ola ki? Sonunda çareyi bulmuş. Salona dönüp, ”kusura bakmayın, paşa çayımız kalmamış!” demiş. Hadi ben kaçtım.





Saat sekize üç var. Hava çoktan kararmış. Soğuk. Sinemanın önü bebe kaynıyor. En son liseye giderken bu yaşta bebe görmüştüm birarada. Bir enerji bir enerji, bu soğukta! Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Arı kovanına düşmüş gibi hissediyorum. Düşmedim hiç de, düşsem böyle olur belki de. Kuyrukta yüzbin milyon tane bebe. Saat...Vakit...Nasıl oluyorsa bir kaç dakika içinde sıra bize geliyor, Daniel, ''Quantum of Solace'' diyor gişedeki adama. ''saat sekiz için, iki kişi''. Mısır almıyoruz, kola da almıyoruz. Mısır ve kola olmadan ben sinemada çok sıkılırım. Hatta sinemaya gitmenin anlamı yok, mısır ve kola yoksa. Vakit yok. Salona giriyoruz, daha yirmi dakika falan sürecek gelecek program reklamları başlamamış bile. Her yer bebe kaynıyor. En önden dördüncü sırada, en sağda koltuklara oturuyoruz. ''Burası çok yanda, ne biçim!'' diyorum. Daniel, sinema ekranında da yazdığı gibi bana ''please enjoy the show!'' (lütfen keyifle izleyin) diye yanıt veriyor. Sinema ekranında böyle bir şey yazması çok saçma. Sanki orada yazmazsa ben akıl edemeyeceğim filmi keyifle izlemeyi. Belki keyifsizim, hayret bir şey. Keyif benim değil mi?

Bizim oturduğumuz tarafın en önünde dört koltuk var. O dört koltuğun üzerinde 8 adet kızlı erkekli bebe oturuyor. Sürekli birbirleriyle itişiyorlar, birileri yere düşüyor. Filmin başlamasına rağmen konuşmalarına ara vermiyorlar. Onların arkasında oturanlar da aynı gruptan. Sürekli bir koltuk rotasyonundalar. Gülüşmeler. Kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Yaş ilerledikçe tahammülsüzleşen, genç olmanın ne demek olduğunu unutan biri gibi davranmayayım diyorum. Filmin ilk yarım saatinde, bu 15 yaşlarındaki bebelerin itişmelerini, gülüşmelerini, konuşmalarını dinliyoruz. Salon dolu. Ama kimse onları uyarmaya cesaret edemiyor. Yarım saati geçirdikten sonra benim sinirlenme limitim doluyor. Kafamdan türlü senaryolar yazıyorum. Susmalarını mı söylemeli, yoksa çıkıp sinema güvenlikçilerine mi şikayet etmeli? Sonunda, en sağda oturan sarışın kızın kahkahalarından, Ceymis Bond'un ne dediğini anlayamaz hale gelince, biraz da bezginlikle yükselttiğim bir ''Şaaaat aaaappp!'' (Susun!)çıkıyor ağzımdan. Herkes bunu bekliyormuş. Arkamdan bir adam, ''Yes! Şat upp!'' diye kuvvetle onaylıyor. Bebeler tınmadıkları gibi, cevap yetiştiriyorlar. Bir tanesi bana ve arkamdaki adama, ''yu şat up!'' diyor. Bir başkası, ''şat yor trep!'' diye bağırıyor. Daha fazla gülmeye ve konuşmaya başlıyorlar.

Kafamdaki senaryolar giderek ağırlaşıyor. Hayalimde, yerimden fırlayıp bebelerin önüne dikiliyorum, ''bu kadar konuşacak şeyiniz varsa, çıkın bir kafeye gidip konuşun!'' diyorum. Sonra, bunun işe yaramayacağını düşünüyorum. Hemen bunu silip yerine daha sert bir şey konduruyorum. En iyisi şu durmadan kahkaha atan sarışın kızın saçını çekerim. Şöyle sertçe, arkaya doğru. Şaşırtıcı bir hareket olmalı. Sonra hızla, yanında oturan ve sürekli ön sıra ile arka sıra arasında yürüyüş yapan oğlana bir tokat patlatırım. Belki yanındaki oğlana da. Tabii bunun bedeli olur. Kalkıp bir tane bana yapıştırırlarsa ne olacak? Daniel bu işe karışırsa alayını döver. Belki, koşup hemen ön sıradakilere okkalı birer tokat patlatıp sonra da sinemadan kaçmak lazım. Zaten film çok sıkıcı! (Seyrettin mi de sıkıldın?)

Bu arada, acaba Daniel bu konuda ne düşünüyor diye dönüp bakıyorum. Daniel, gözlerini bile kırpmadan, çok sert bir ifadeyle öndeki bebelere bakıyor. Anlıyorum ki o da benimle benzer düşünceler içinde. Bir süre sonra bebeler sıkılıyorlar, -dedim ya film çok ama çok sıkıcı-, çıkıp gidiyorlar. İşte şimdi filmi seyredebiliriz. Filmdeki hatun epeyce güzel. Bir tane daha taş hatun peydah oluyor. Sonunda bu taş hatunlardan birini petrole bandırıp çıkarıyor birileri (nasıl olduğunu görmüyoruz) ve de tertemiz beyaz çarşafların üzerine öylece yatırıyor. Niyeyse çarşaflara petrol bulaşmamış. En çok buna şaşıyorum. Ne kadar da temiz iş çıkarmışlar diye. Bu kızcağıza bu fena işi kimin yaptığını ise anlayamadım. Seyrettirmedi ki bebeler filmin başını.

Filmdeki gürültü ve vahşet ve sıradan senaryodan fenalık geliyor. Daniel'a dönüp, ''gitsek mi acaba?'' diye soruyorum. Kafasını iki yana sallıyor ''hayır'' anlamında, gözü filmde. Ama arada bir derin derin iç çekmesinden, onun da çatlamak üzere olduğunu anlıyorum. Artık tek çarem var. Meditasyon! Tara na naaaam. Hemen gözlerimi kapıyorum. İçimdeki büyük derinlik, huzur vs. diye...Valla işe yarıyor. Filmin gürültüsünü bile duymuyorum pek. Beni rahatsız etmiyor artık. Daniel, ''what's up?'' (ne oluyor?) diye elini omzuma atıncaya kadar sürüyor. Gözlerimi açıp, ''filmden çok sıkıldım. O kadar sıkıldım ki daha fazla sıkıldığım bir zamanı hatırlamıyorum!'' diyorum. Sonra bundan daha kötü durumda olan insanları düşünmeye çalışıyorum. Mesela hapiste olabilirdim. Daha dün bir dergide hapisteki bir adamın harika bir dille yazdığı yazıyı okumuştum. Bu nasıl bir insani derinlik, nasıl bir güzellik diye içim erimişti.

Ortabatı Amerika'nın kavurucu yaz sıcağında, herkesin unuttuğu bir hapishanede, on beş gün güneş yüzü görmedikten sonra, elleri arkadan kelepçeli, avluya çıkarılmıştı adam. Diğer mahkumlarla beraber tek sıra halinde. Gökyüzüne bir bakış atmak, bir kuş sesi duymak, ağaca benzer yeşil bir şey görmek istiyordu. Bütün umudu buydu. Gardiyanlarsa, yukarı bakmayı yasaklamışlardı! Herkes ayağına bakarak yürüyecekti. Kelepçeler ellerini kesiyor, bileklerinde kanlı izler oluşturuyordu. Boynu kırılmış olan hücre arkadaşı, o haliyle yürümeye zorlanıyordu. O durumda bile adam, ''ne yapabilirim, burada insanlık adına, benim yapabileceğim iyi olarak ne var?'' diye sormuştu kendisine. Şakır şakır terliyordu. Gardiyanlar, rüzgar fanlarını kendilerine doğru tutmuşlar, bir köşede bekliyorlardı. Adam, ''böyle yerlerde insanlığın unutulması çok rastlanan bir şeydir. Sadece mahkumsunuzdur. Elinizin acıdığı, aşırı sıcaktan fenalaştığınız, kırık boyunla yürümek zorunda bırakıldığınız için kimse size üzülmez'' diyordu. Adam, meditasyon bildiği için, biraz huzur bulabilmişti. Diğerlerini düşündü. Onların acılarını hafifletmek için ne yapabileceğini. Hücreye döndükleri zaman, hücre arkadaşı, kendisine gerektiği gibi tedavi imkanı tanınmamasından, bu halde yürümeye zorlanmasının zalimliğinden bahsederken, adam şöyle düşündü: Hücre arkadaşım için şunu yapabilirim. Onu kalbimi açarak, dikkatle dinleyebilirim. Acısını, sıkıntısını boşaltmasına izin verebilirim. Böylece onu düşünen, dinleyen bir insan olduğunu bilecek ve bu ona bir var olma sebebi verecektir.

Tabii söylemesi kolay. Dışarda veya içerde, nerede olursak olalım, bu şehirden nereye kaçarsak kaçalım, kendimizi de yanımızda götürdüğümüz için, bu ele avuca sığmayan, yerinde duramayan enerjiyi de aynen taşıyoruz. Mesele, nerede olursak olalım, kendi enerjimizi tanımak, onu olduğu gibi kabul etmek, içinde bulunduğumuz durumdan kaçmak yerine keyfini çıkarmak. Acı veya tatlı. Sonuçta, her şey geçiyor. Biz bile, bir gün gelecek, geçeceğiz bu dünyadan. Kalan hiç olmamış. Kimse duymamış. Nasıl geçeceğimize karar vermek ise bize kalmış.

Bu felsefi ve duygusal ve de meditasyonsal bölümden sonra gelelim Ceymis Bond'a. Bizim Etiyopyalı bakkalda çalışan Vasand'a göre, (Vasand Sri Lanka dilinde güneşin doğuşu demekmiş, Vasand'ın yalancısıyım), yeni Ceymis Bond filmi çok çok ama çok güzeldi. Tabii Vasand, bakkalda çalışmanın ve günlük çok lezzetli yemekler pişirmenin yanında, her gün spor salonunda 3 saat geçiren bir çocukcağız. Daniel'a bakıp, ''bir gün senin gibi olacağım!'' diyor. Spor salonuna gidip çalışmakla, Daniel gibi kolay bulunmayacak uzunluk ve genişlikte bir adam olamayacağını söylemek istemiyoruz şimdilik. Bir gün kendisi anlayacaktır diye varsayıyorum. Büyüyünce...Daniel kadar büyüyemeyince...

Bu yeni Ceymis Bond konseptini pek tutmadım. Nerede eski Bondlar. Sean Connery için sekiz tane hatunun biri gelir biri gider. Hiç ama hiç arkasına bakmaz Bond. Kızlar da birbirini kıskanmaya kalkışmazlar. Tabii film bu ne de olsa. Ceymis, niyeyse, bir önceki filmde ölen kızı düşünüp ona üzülüyor sürekli. Gözler kan çanağı, elinde içki bardağı, günlerce gecelerce uyumuyor. O kadar da vurdulu kırdılı bir hayat yaşarken hem de, uykusuz olur mu? C vitamini alması lazım, B kompleks vitamin alması lazım. Hem de bütün bu yorgunluğun üstüne 8 saat bir uyku çekmesi lazım. Maazallah adam hasta düşer. Neymiş, üzülüyormuş. Kendisi çatır çatır adamları öldürmesini biliyor ama. Hiç sormuyor, bu çatıdan attığım gardiyanın acaba evde bekleyen karısı, çocukları var mıdır, duyunca annesi babası üzülür mü diye. Nereden çıktı bu duygusallık anlamadım. Senaryoyu hiç ama hiç anlamadım. Daniel çıkışta, ''o binadaki yangın nasıl başladı sen anladın mı?'' diye sordu. ''Ben meditasyon yapıyordum, bina falan görmedim'' dedim. Başka soru sormadı. Gözlerimi açık tuttuğum aralarda, Fidel Castro'ya benzeyen bir üniforma giymiş ''kötü adam'' karakterini gördüm. Judie Dench, Bond'un annesi rolündeydi. Hesapta patronu biliyorsunuz. Ama böyle bir ''anne şefkati'' falan numaraları sıkıştırmışlar filme. Halbuki, en başında Judie Dench, ya da filmdeki adıyla Em, ''Bond'un bütün pasaportlarını ve kredi kartlarını iptal edin'' diyordu, sözünü dinlemedi diye. Ona güvenmiyordu en başta.

Filmin sonu nasıldı en ufak bir fikrim yok şu anda. Sadece iki saat onbeş dakika önce filmden çıktığımız hesaba katılırsa, bu çok enteresan. Tek hatırladığım, film bittiği zaman ''Yeeeey!!'' diye (Türkçesi Yaşasın!) bağırdığım ve el çırptığım. Bu arada Bond'u canlandıran Daniel Craig'e haksızlık etmeyeyim. Çok şık hareketleri var. Ama bir daha gitsin başka bir film seçsin kendine.

Sinemadan çıkmak da epey zaman aldı. Her yer yağmur gibi bebe kaynıyor. Birden anladım. Bunların hepsi, ''Twilight'' (Alacakaranlık) denilen yeni gençlik filmine geliyordu. Gençlik filmi diyorum da, vampir filmi aslında. Tanıdığım birisinin tavsiyesi ve bütün kitapçılarda boy boy afişleri nedeniyle gidip kitabını almıştım. İlk bölümünü Daniel ile beraber okuduk. Sonra bana sıkıntılar bastı. Kurgu şeyleri, çok çok ama çok başarılı değilse okuyamıyorum ben. Hiç de kolay beğenmem, bilen bilir. Daniel sonuna kadar okudu. Sonra da, ''lise çocukları için yazılmış, vampirlerin aşk romanı'' diye özetledi durumu. Sinemanın önündeki bebeler, bu filmi görmeye gelmişti. Bazen ben de böyle uyduruk bir roman yazayım, biraz para kazanayım diyorum. Sonra, öyle uyduruk bir roman yazarken ne kadar ama ne kadar çok sıkılacağımı düşünüp vazgeçiyorum. Düşünmeye bile değmez. Varalım zengin olmayalım. Zaten bugün bana Kanada piyangosundan para kazandığım duyuruldu e-mail ile. Niyeyse (!) Kanada piyangosunun parası bir Afrika bankasındaymış. Benden, sosyal güvenlik numaramı, banka hesap numaramı ve bilimum bilgileri istiyorlar. Koskoca Kanada piyangosunun e-mail adresi ise bir gmail adresi. Adres aynen şöyle: JamesKing@gmail.com Kanada piyangosuna katıldığımı hatırlamıyorum. Bana zaten sık sık piyangodan para çıktığı e-mailleri geliyor. Veya, falanca falanca kişinin bilmemne bankasında parası mahsur kalmıştır, bir süre bu parayı sizin hesabınızda saklamak istemektedir. Transfer için acaba banka numaranızı vermeniz mümkün müdür. İşlem çok aceledir, acilen bilgiler gönderilmelidir. Böyle kandırmaca e-maillere kanan eminim çok insan vardır. Onları buradan saygıyla selamlıyorum. Herkesin zayıf bir noktası var. Bir diplomat arkadaşım, e-maille gelen ''free laptop'' (bedava dizüstü bilgisayar) yazısına kanmıştı mesela. Laptop gelmediği gibi, evinin telefonu susmak bilmemişti. Saflığını kanıtlamış birisi olarak, fırsatçı şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı hedef kitle arasında kayıtlara geçmişti adı.

Ben gidip kendime bir sütlü çay yapayım. Bu yazıyı göndereyim. Hepinize son Ceymis Bond'dan daha iyi senaryolu aksiyon filmleri dilerim. Sırada seyretmek için beklediğim çok enteresan bir film var. Kolu yerine makinalı tüfek takılı olan Japon bir kızın heyecanlı maceraları. Çok güzel olduğuna şüphem yok! Yarın hava yine soğuk olacakmış.

Yelda atkımı hala vermedin bana, çok ama çok üşüyorum! (hahahaha, şaka şaka)



Hep keyifli olduğum zamanlarda yazı yazmaya özen gösteriyorum. Ama bir süredir yazamadım. Keyfim olmadığından değil, zamansızlıktan, yorgunluktan. Oturdum hemen okuyucularımı bilgilendiriyorum. Malum, küresel finansal krizi konuşmak üzere Türkiye’nin de aralarında bulunduğu G-20 ülkesi liderleri Washington’da toplandı, biz de izledik. ”G” İngilizce’deki ”Group” (Grup) kelimesini temsil ediyor. Yani G-20, 20 ülkeden oluşan grup demek. Yazının başlığında çok kilit bazı ifadeler kullandım. Gazeteciler çok sever. Birincisi, ”çok gizli”. Hiç adama sormazlar mı, ”madem çok gizliydi, basına niye bu kadar kolay sızdı?”. İkinci ifade, ”perde arkası”. Bu da, gazetecinin, ”ben perdenin arkasında olup bitenleri bile öğrenirim” demesidir. Halbuki, o aynı perdenin arkasını öğrenen başka gazeteciler de vardır. 55 kişinin bildiği bir mesele niye ”perde arkası” olsun. Bir de haberler hep ”masaya yatırılır”. Niye bilmem. Ben de yazının başlığını ”G-20 zirvesinin çok gizli perde arkasını masaya yatırıyorum” diye koyacaktım ama bizim meslekte uzun başlık atmak olmaz.

Washington’a Türkiye’den bir ziyaret olduğu zaman, vaktimin çoğu, diğer arkadaşlarımla birlikte otel lobisinde beklemekle geçiyor. Bu kez de öyle oldu. Aslında zirve çerçevesinde sadece bir akşam yemeği ve ertesi gün de sabahtan öğlene kadar National Building Museum’da (Ulusal Bina Müzesi) zirve için toplandı liderler. Bu kez beklediğimiz otel, Beyaz Saray’a karşıdan bakan, stratejik konuma sahip bir otel. Liderler veya Beyaz Saray’da işi olan her kim varsa, Beyaz Saray işi öncesinde veya sonrasında bu otelin lobisinde, restoranında, barında rastlamak mümkün. Bu otelin lobisine gidip saatlerce oturan Türk ve yabancı gazeteci arkadaşlar biliyorum. Tabii yabancı gazeteci demem biraz komik, çünkü biz Türkler olarak burada yabancı gazeteciyiz. Başka yabancı gazeteciler de var. Washington’da 1000 kadar yabancı gazeteci vardı bir zamanlar, ki ben bu rakamın enflasyona uğradığını zannediyorum. Amerikalı gazetecileri de sayarsanız, bu kentte her yer gazeteci kaynıyor. Hemen her gün burayı ziyaret eden bir ülke lideri var.

Geçtiğimiz pazar gününü, bir otelin lobisinde, bilgisayar odasında ve restoranında beş saat bekleyerek geçirdim. Neyse fazla karıştırmayayım herşeyi baştan anlatayım. Otel lobisine sonra geleceğiz.

Birinci gün. Sabah erkenden bir ”düşünce” kuruluşundayız. Evde meditasyon yaparak düşünmeme üzerinde çalışırken, gündüzleri düşünce kuruluşlarındaki toplantılara gidiyoruz. Güvenlik için biz katılımcılar çok daha erkenden oradayız. Salon çok çok çok soğuk. Zaten grip atlatıyorum. Yeri gelmişken, ”neti pot” diye bir şey var. Dr. Mehmet Öz de tavsiye ediyormuş. Çaydanlığın demlik kısmı gibi birşey. İçine ılık su ve bir dolu yemek kaşığı tuz atıyorsunuz. Varsa deniz tuzu. Bu demliğin ucundan burnunuza tuzlu suyu yavaş yavaş akıtıyorsunuz. Annecim kusura bakma, senin bana gönderdiğin üstü meyva desenli porselen demliği bu iş için kullandım. O Türk malı üstü meyva desenli porselen demlikten, Yelda’da da var, Seda’da da görmüştüm. Her ikisine de annesi vermiş. Kızları Amerika’da yaşayan annelerin ortak bir noktası olmalı. Dönelim neti pota. Tuzlu su, burnun diğer tarafından dökülürken mikroplar temizleniyor. Grip, nezlenin ilk belirtisinde hemen bunu yapıp, bir sabah bir akşam tekrarlarsanız çok iyi geliyor. Ben öyle yaptım. Ayrıca 1000 mg. C vitamini ve B vitamin kompleksinden oluşan bir başka vitamin daha aldım. Bizim müdür söyledi vitamin almamı. Ben de dinledim. İyi ki öyle yapmışım. Aşırı yorgunluk dışında, işimi yapabilecek kadar gücüm vardı. Daniel da, her ne kadar erken kalkarsam kalkayım, bu dönem içinde muhakkak her gün kahvaltı hazırladı benim için. Şunu da araya sıkıştırayım. ”Vegemite” diye (Vecimayt okunuyor) Avustralya yapımı bir ürün var. Hani hep ”Amerika’da herşey var” derler ya. Vegemite yok! Bu durum, her sağlıklı Avustralyalı’nın vegemite sürülmüş tost yemesi gerektiğine inanan kocam için katlanılamaz birşey. Bir iki hafta önce aklıma geldi, internetten bunu ısmarlamanın yoluna baktım. Ve tabii ki, Los Angeles’ta bir şirket bu ürünü ithal ediyordu. Ismarladım, geldi. Avustralyalılar, bir yabancıyı aralarına kabul ederken, gizli bir teste tabi tutuyorlar. Vegemite sevmiyorsanız, -ki bu çok muhtemel, aşırı tuzlu simsiyah, koyu bir macun bu Vegemite ve Avustralyalılar dışında seveni az-, o zaman sizin bir iki tahtanız eksikmiş gibi muamele görebilirsiniz. Ekmeğin üstüne sadece çok ince bir tabaka olarak sürülmesi gerekiyor. B-12 vitaminleri bakımından zengin olan bu ürün, kimilerine göre Avustralyalı çocukların çok gürbüz ve sağlıklı olmasının arkasında yatan sır.

Düşünce kuruluşunda halime acıyan bir yazar, atkısını vermeyi teklif ediyor. Teşekkür ediyorum ama almıyorum. Zaten üzerimde, bu kış milli üniformam olacağını zannettiğim çok kalın, yünlü bir ceket var. Toplantı beklediğimden çok daha uzun sürüyor. Haberi hemen yazmam lazım. Konuşma yapılırken not aldığım dizüstü bilgisayarımı kapatmadan, tek elimle taşıyarak binadan çıkıyorum. Bir kafede oturup haberimi yazmaya başlıyorum. Bir destan kadar uzun oluyor. Hande bana çay ve kek desteği yapıyor. Yazmayı bitirir bitirmez, koşa koşa metroya. Diğer toplantının yapılacağı binaya gidiyoruz. O toplantı biraz daha kısa sürüyor. Yazması diğerine göre daha az zaman alıyor. Bu arada, yabancı basın merkezine, G-20 basın akreditasyon kartlarımızı almaya gidiyoruz aynı gün içinde belki beş kere. Çoğu gazetecinin kartı çıkmamış. Yabancı basın merkezi, suçu Beyaz Saray’a atıyor. Zirve ertesi gün başlayacak. Ve basın akreditasyon kartı olmadan, o bölgenin civarından geçmek bile mümkün olmayacak. En sonunda yabancı basın merkezinden, ”adınız listede ama kartınız henüz basılmamış. İsterseniz gidip gizli servisin ofisinden kartınızı bastırıp hemen orada alabilirsiniz” mesajı geliyor. Diğer gazeteci arkadaşlardan, gizli servisin önündeki gazeteci kuyruğunun bir mili aştığı haberleri geliyor. Çoğu kimse gitmeye tenezzül etmiyor. Otelde biraz daha bekledikten sonra, ertesi gün zirveyi izleyebilmek için, gizli servis binasına gitmekten başka çaremiz olmadığına kanaat getiriyoruz. Bilal, Tolga ve ben, kalkıp gidiyoruz. Sırada 10-12 kişi var. Kimlik basan ise iki kişi. Ve önümüzdeki bir Japon gazeteci, sanırım bütün Japonya için akreditasyon kartı çıkarmaya çalışıyordu. Bu akreditasyon işi olmasaydı, kuyrukta beklemek yerine, yorgun geçen bir günün ardından gidip bir kaç saat daha fazla dinlenebilecektik. Çok yorgun olan Bilal’i zaten, ikinci toplantıdan sonra otele giderken, ”çok yakın, taksiyi boşver, yürüyelim” diye kandırmıştım. Ama otele giden yolların güvenlik için kapatılacağını hesaba katmamışım. Çok uzun bir süre, elimizde ağır çantalarla soğukta yürümek zorunda kalmıştık. Bunun üzerine, gizli servise gidip kuyrukta beklemek hepimizi germişti. Bilal beklerken yere bağdaş kurup oturdu. Sıra bize geldiğinde, resimlerimiz çekilirken birbirimizle dalga geçip güldürmekle uğraşıyorduk. Neyse saat 10:00 gibi işimiz bitti ve ben eve, çocuklar da otellerine dönebildiler.

Zirve günü, kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hesapta bir program vardı ama içindeki bir çok unsur belirsizdi. Her an değişiklikler yapılabilirdi. Üstelik hava çok yağmurlu ve rüzgarlıydı. Fırtınadan bahsediliyordu. Saat sekiz gibi telefonun alarmıyla uyandığımda hala çok yorgundum. Bütün o yorgunluğun üzerine, fotoğraf çekeceği için saat dörtte kalkmak zorunda olduğunu bildiğim Tolga’yı düşündüm. Zirve için önce ABD Dışişleri Bakanlığı’na gitmek gerekiyordu. Buradan otobüslerle bizi G-20′nin toplanacağı National Building Museum’a götüreceklerdi. Başka türlü zirveyi izleme şansınız yok. Güvenlik için izlenen yol bu. Hemen hepimizin ABD Dışişleri Bakanlığı basın kartları olmasına rağmen, ekstra güvenlikten geçtik. Her milletten gazeteci için ayrı bir otobüs tutulmuştu. Türkiye otobüsünde sadece altı gazeteciydik. Bir de bize mihmandarlık yapan gönüllü Amerikalı öğrenci vardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önünde bize, elimizdeki çantaları yere dizmemiz söylendi. Yan yana hepimiz çantaları binanın önünde yerde sıraladık. İçindeki dizüstü bilgisayarları açıp, çantaların üstüne koyduk. Cüzdanlarımızı ve telefonlarımızı aldıktan sonra bize, ”anons yapacağız, gidip kafeteryada oyalanın” dediler. Yarım saatten fazla bir zamandan sonra bizi çağırdılar ve gidip çantalarımızı topladık, bize ayrılan sekiz numaralı otobüse bindik. Hispanik şoför nedense sinirliydi. ”Hello” dememe rağmen cevap alamadım. Bizim otobüs en sona kaldı, nedense şoför bir türlü otobüsü zamanında hareket ettiremedi. Bunun üzerine bize bir polis eskortu verdiler. Cumartesi cumartesi, Washington’un trafik sıkışıklığında, önümüzde polis eskortuyla, bütün trafiği atlatarak sokaklarda ilerledik.

Türkiye’den otobüsle çıkılan gezilerde müzik olur, şarkı söylenir, göbek atılır. Biz de, Türk otobüsü olmanın hakkını vermeliydik. Siyah ceketlerimiz, ciddiyetimiz ve yorgunluğumuz bir anda geride kaldı. Nuh, dizüstü bilgisayarındaki bir laz havasını çalmaya başladı. Ve şarkıya eşlik edenler mi istersiniz, şakır şakır parmak şıklatıp yan yan oynayanlar mı, yoksa kahkahadan kırılanlar mı…Bizim gönüllü Amerikalı çocuk bile heyecanlandı ve o da oynamaya başladı. Biz de alkışlayarak cesaret verdik. Şoförün ise ağzından tek kelime çıkmadı. Dudağının kenarında bir gülümseme belirmedi. Otobüsten indik, bizi bir salona aldılar. ”45 dakika buradasınız” dediler. Derme çatma bir çadırdı bu. Gerekirse telefon edebilmek ve haber yazabilmek için yer ayrılmıştı gazetecilere. Mehtap ile koşup hemen yemek aldık. Tam masaya oturmuştum ki, ”plan değişti, hemen sıra olun, toplantı salonuna alınacaksınız” dediler. Herkes sıra oldu. Mehtap’ı çok takdir ettim, çünkü o önce yemeğini bitirdi. Ben sıraya girmiştim bile. Ama Mehtap yemeğini bitirdiğinde bile hala sırada bekliyorduk. Benim seçtiğim tatlıları da peçeteye sarıp çantasına attı, ki bunları sonra Elçin ve benimle paylaştı. Ne zaman yemek yemeye vakit buluruz belli olmaz çünkü. Sonunda bizi salona aldılar. Prezidan Bush geldi, konuştu. Soru falan almadı. Saçları çok beyazlamış, yaşlanmış. Beyaz Saray’da son günleri. Bush’tan sonra salonda Avustralya başbakanı konuşacak. Sırf Daniel için acaba kalıp dinlesem ve izlenimlerimi ona anlatsam mı diye düşünüyorum. Sonra, üç beş kişi dışında kimsenin kalmadığını görüyorum. Otobüse geç kalmak istemem, daha yapacak işimiz var. Hayırlısıyla buluşmamız bir başka zamana Mr. Kevin Rudd.

Ertesi gün, otelde sabah nöbeti Bilal’de. Akşam üzeri ben devralıyorum. Lobide sarışın bir cadı var. Bu lüks otelin lobisini işgal eden gazetecileri sürekli rahatsız ediyor. Bizi lobiden çıkarmaya çalışıyor. Mehtap’a, ”o güzel telefonunuzu ve şarjını alıp yukarda sizin için hazırlanan odaya gider misiniz?” diyor. Bana dönüp ağzını açmak üzereyken, elimdeki dizüstü bilgisayarın kapağını hızla kapatıp, ”ben zaten bu otelden gidiyorum” diyorum.

Türkiye’den gelen ekipler ayrıldıktan sonra eve dönüyorum. Evde beni mis gibi bir sebze çorbası bekliyor. Netflix’den yeni ısmarladığım dvd’ler de gelmiş. Wong Kar Wai’nin bir filmini seçmiştim, ”Chungking Express”. Biraz deli bir film. Daniel, ”too artsy fartsy” diyor. Türkçesi, fazla sanatkarane film yapacağım derken sanatını biraz abartmış. Ben beğeniyorum. Bu yönetmenin başka filmlerini de gördüğüm için, tarzına alışkınım ve herkesin sevmeyebileceğini tahmin ediyorum. Bu gece de, diğer filmi izledik. Adı, ”Kite Runner” (Uçurtma Uçuran). Fena bir film değil. Yarısı Afganistan’da yarısı Amerika’da geçiyor.

Dün bir shopping mall’a gittik. Yani alışveriş merkezi. Şehre biraz uzak, Mehtap gidecekmiş, beni de götürdü. Güldüğüm iki şey oldu. Ben alışveriş merkezlerine alışkın değilim burada, arabam olmadığı için çok az gitmişimdir. Belki başkalarına o kadar enteresan gelmez ama iki tane enteresan şey oldu. Birincisi, mall’un ortasında bir yerde Pakistanlı bir kızın tezgahı vardı ve kaş alıyordu. Sabırsız olan ben, ”kaç para” diye sormadan, ”kaç dakika sürer?” diye sordum. Kız, ”beş” dedi. Oturdum. Pakistanlı Farah, elinde bir iple bir yandan kaşlarımı alıyor, ben bir yandan acıdan gözyaşlarımın akmasına engel olamıyorum, diğer taraftan bu durum o kadar komik ki kahkahalarla gülüyorum. Gözümü araladığımda siyah bir adamın gülerek kafasını eğip yapılan işlemi gayet yakından izlediğini görüyorum. Ona, ”çok acıyor” diyorum gözyaşları ve kahkahalar arasından. O da, ”görüyorum!” diye yanıt veriyor. Mehtap bana, yapılan işlemin kameraya çekildiğini ve monitörden gelip geçenlere gösterildiğini söylüyor! Bir yandan beni lafa tutuyor ki acıyı düşünmeyeyim! Düşünmemek ne mümkün. İşlemden bir saat sonra bile gözlerim hala yaşlı dolaşıyordum.

Sonra, Oprah’nın televizyon programında yer aldıktan sonra her yerde adı çıkan Açai berry ile yapılmış bir içecek içiyoruz. Arkasından Mehtap, beni bir dükkana sokuyor. Burada Çinli adamlar var. Masaj yeri! Elimde torbalar ve Açai berry içeceği, öylece masaj masalarına bakıyorum. Sokak ortasında kaşımı aldırdıktan sonra sıra, yine orta yerde masaj yaptırmaya mı geldi? Biraz korkarak Mehtap’a, ”üstümüzdekileri çıkartmıyoruz değil mi?” diye tereddütle soruyorum. ”Hayır hayır” diyor. ”Sadece ceketini çıkar, çok iyi geliyor”. Yüzüm masaj masasındaki deliğe gelecek şekilde yüzü koyun yatıyorum. İki kolum yandan aşağı sarkıyor. Masadaki delikten, biraz önce çıkarttığım Nike Air Max 360 spor ayakkabılarımı görüyorum. Onların yanında torbalar ve çantam ve masaj yapan 1 metre 25 santim boyundaki Çinli adamın kahverengi deriden Puma ayakkabıları var, yavaş yavaş hareket eden. Fazla bir beklentim yok ama masaj beni şaşırtıyor. Ağır çanta taşımaktan olduğunu zannettiğim sol kürek kemiğimdeki ağrı, bu masajla geçiyor. Yaptığı, sadece belli noktalara baskı uygulamak. Ve bunu da çok nazik bir şekilde yapıyor. Bir ara, çata çuta çata diye sesler duyuyorum. Mehtap yan masada bayağı bayağı dayak yiyor, masaj diye. Bir dakika sonra aynısı bana da yapılıyor. Hatta, kafama bile darbe alıyorum hafif hafif. İçimden, ”masaj ayağına, içlerindeki siniri müşterilere boşaltıyor bu adamlar” diye düşünüp gülüyorum. Yarım saat sonra, üzerimde hiç yorgunluk kalmamış. Eve gidip güzel bir uyku çekiyorum. Ta ki sabah 6:45′te kalkıp başka bir toplantıya yetişinceye kadar. Bir G-20 finansal zirvesini de böylece geride bırakıyoruz ve yeni zirvelere yelken açıyoruz.




Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. İyice bakın içeriye. Düşüncelerinizi bir izleyin. Pek zannettiğimiz kadar iyi, düşünceli insanlar olmayabiliriz kafamızın içinde. Düşüncelerinizi dikkatle izlerseniz, sokakta hiç tanımadığınız bir kişiye karşı, daha önce hiç farkında olmadığınız önyargılarınızla yaklaştığınızı görüp şaşırabilirsiniz. Bende yok demeyin, sadece izleyin düşüncelerinizi. Aslında ideali, pek bir şey düşünmemek, içinizdeki sonsuz boşluğun keyfini çıkarabilmek. Düşünceler gelirse de, illa bunları ciddiye almamak, her bir düşünceyi, iyi ya da kötü ayırdetmeden, ”bulut” farzetmek. Bulutlar, yani düşünceler gelip geçiyor. Gökyüzü hep yerinde kalıyor. İçimizden yükselen her duyguya engin gökyüzü gibi, uzay gibi bir açık meydan tanıyabilmek önemli.

Bugün, kendimi biraz hasta hissediyorum. Grip başlangıcı gibi. Ve önümde yapılacak zorlu işler var. Bir hafta kadar hasta olmak sözkonusu değil. Evde oturup uyusam, çok daha iyi olacak. Ancak gidilmesi gereken bir toplantı var. Dışarısı çok soğuk ve karanlık. Metroya yürüdüğüm mesafe, dağları aşmak gibi geliyor. Hiç ama hiç keyfim yok.

Kulağımda kulaklıklar, beni hep rahatlatan bir ”audiobook” dinliyorum. Bu audiobook denilen şey çok güzel. Birisi, çoğunlukla da yazarın kendisi, kitabını seslendiriyor ve siz de yürürken, metroda, yolculukta bu kitabı dinliyorsunuz. Kulağımda, Pema Chödrön’un ”how to get unstuck” (sıkışmışlıktan nasıl kurtulunur) ya da ona benzer bir adı olan audiobook’u var. Pema’nın kendisini dinlemeye gelenlerle yaptığı bir oturum sırasında kaydedilmiş. Dinlediğim bölümden özetle şunu anlıyorum. Dünyada en küçüğünden en büyüğüne derecelendirirsek şiddetin kaynağı kendi içimizde. Sinirli, agresif hareketlerle atmosfere her nefeste daha fazla şiddet katıyoruz. Tek yapmamız gereken, farkında olmak. Neredeyse kafamı sallayacağım onaylar anlamda. Oturduğum bankta metronun gelmesini bekliyorum. Dinlediğim şeye çok konsantre olmuşum. Üşümemek için dolma gibi giyinmiş durumdayım. Metro beklenen yer sıcak. Dışarısı ise soğuk. Rahatsızım. Neyse, şimdi anlatacağım davranışıma yol yapıyorum da ondan böyle rahatsızdım, hastaydım diye bahanelerimi önceden sıralıyorum. Olan şu. Genç bir siyah çocuk, sırtında sırt çantası, ona bakmamakta ısrarlı, gayet soğuk bir yüz ifadesi takınmama rağmen, önümde durup bana bir şeyler söylemeye başlıyor. Bir saniye bile düşünmeden yaptığım hareket şu. Sinek kovar gibi elimi, ”çekil git” anlamında sallıyorum. Bunu yaparken çocuğun yüzüne bile bakmıyorum. Fakat o saniyede, yaptığımın kabalığını anlayıp, kulaklığımı çıkararak, ne istediğini soruyorum. Artık çok geç. Genç adam, ‘’sadece bir soru soracaktım!” diye isyan ediyor. Yüzünde, tiksinti ifadesi var. Yürüyüp geçiyor, sorusunu başka birisine soracak.

Birden bire herşeyin farkındayım. Ne kadar hasta hissettiğim, şu toplantıya gitmek istemediğim gibi düşünceler önemsiz artık. İyi ki dışarı çıkmak zorundaymışım. İyi ki bu olay olmuş ve ben içimdeki önyargıyla, düşüncesiz eylemlerin yol açtığı en basitinden şiddetle yüzleşebilmişim.

Burada, bu kentin bir gerçeğini ifade etmem de gerek. Belki biraz kendi adıma savunma niteliği taşısa da. Yanınıza yanaşan, bir çeyreklik ya da her ne olursa bozuk para isteyen, bazen kolunuza yapışan, bazen -ki bu bana ve bir kaç tanıdığıma da oldu-, silahı olduğunu söyleyip sizi tehdit eden yüzde 99.9 siyahtır.

Bu durumun, insanların rengiyle alakası yok. Bu durumun, beyazlar tarafından yaşadıkları kıtadan kaçırılıp ucuz iş gücü ve sermaye için bu topraklara getirilen siyahların bu toplumdaki yeriyle bir alakası var. Türkiye’de otururken Amerikan televizyon dizilerini seyredip edindiğim izlenim, siyahlarla beyazların hep bir arada yaşadığı, arkadaş oldukları, ülkenin zenginliklerini paylaştığı, hatta siyahların çok neşeli, komik insanlar olduğu yönündeydi. İnsanları genellemelerle sınırlamak sizi yanlış yerlere götürebilir. Bunun sakıncasını görüyorum. Ama bazı gerçekler var. Benim şu anda yaşadığım ABD başkenti, dört bölgeye ayrılmış durumda. Ben bir çok beyaz gibi kuzey batıda oturuyorum. Diğer bölgelerde siyahlar ağırlıklı ve bir çizgiyle çizilmiş gibi farklı topraklara geldiğinizi anlıyorsunuz. Taksi şoförleri bu bölgede bir adrese gitmiyor.

Kente ilk geldiğimde bana söylenen, ‘’siyahların yaşadığı Anacostia’ya sakın gitme, öldürülürsün” oldu. Metroyla yanlışlıkla Anacostia’ya giden İngiliz turistin daha iner inmez öldürüldüğü benzeri hikayeleri duyuyoruz. Bunlar şehir efsanesi olmanın ötesinde. Washington Post’un bir eki var, haftada bir çıkıyor. Bölge bölge, nerede ne suç işlenmiş okuyabiliyorsunuz. Sayfa sayfa, suç raporu. Bunların büyük çoğunluğu siyahlar tarafından işlenmiş. Bir örnek, McDonalds hamburgercisinde oturan bir adam, arkasından beyzbol sopasıyla yaklaşan bir başkası tarafından kafasına indirilen darbelerle yaralanmış. Hava karardıktan sonra, kentin en beyaz bölümünde bile güvenli değilsiniz. Ara sokaklarda kafasına bir şey vurulup öldürülen bir Amerikalı gazeteci ve geçen yaz kızarkadaşıyla sinema dönüşünde boğazı kesilerek öldürülen çocuk aklıma geliyor.

Siyahların, suçla doğrudan ilişkilendirilmesi, toplumun öne çıkan, saygın siyahları arasında da çok büyük bir kırgınlık yaratıyor. Çünkü, tesadüfen bir sokakta siyah bir adamla karşılaşırsanız, çantanıza daha sıkı yapışıyorsunuz.

Siyahlara karşı bir önyargı beslemediğimi zannediyordum. Farkında bile olmadan, sürekli para isteyen, ”paran yoksa öpücük versen de olur” benzeri sözlerle dalgasını geçen siyahlara karşı bir tavır geliştirmişim. Duvar gibi bir surat ve sinek kovma hareketi. Benim bu çocukcağıza karşı davranışım, onu kırdı. Muhtemelen beyazların, düşüncesiz, önyargılı, kaba insanlar olduğu yönündeki kanısını güçlendirdi. Bugün ben, dünyadaki şiddete bir katkıda bulundum.

Bunu anlatmaktaki amacım, suçluluk duygusu değil. Böyle düşüncesizce bir harekette bulunup karşımdakini kırdığım için üzgünüm. Ama memnun olduğum bir taraf var. En azından, kendi davranışımı, düşünce yapımı yakaladım. Halbuki evden çıkmadan önce, Daniel ile oturup, Gabriel Garcia Marquez’in, ”Kolera Günlerinde Aşk” filmini izlemiştik. Bu çok sevdiğim romandan uyarlanan filmin sonunda gözyaşlarımı tutamamıştım. Sinek kovma olayından sonra aklıma, çok sevdiğim bir yazarın söyledikleri geldi. Yazar, film gibi gerçek olmayan bir şeyi, hareket eden resimleri bir perdeden izleyip ağlayan insanların, sinema çıkışı sokakta üşümüş bekleyen simitçinin önünden, bu kadar açık bir gerçekliğin içinden geçerken en ufak bir duygu kırıntısı hissetmemesine işaret etmişti. İyi duygularla, güzelliklerle örülmüş bir hiyayeye gözyaşı döküp, arkasından genç bir adamı, soru sormasına bile fırsat vermeden, bir sinek gibi kovmak. Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. ”Aman ne insanlar var” demeyin. Sadece derecesi farklı. Hitler’in vejeteryan olduğunu biliyor muydunuz? Hayvan seven, çiçek yetiştiren, resim yapan bir yanı varmış. Milyonları ölüme gönderirken bile, belki kendisinin vatanını seven, iyi, duygusal bir insan olduğunu zannediyordu.