Bir gazetecinin, ”benim fotoğrafik hafızam pek iyi değildir” itirafında bulunması zor. İtiraf ediyorum, benim iyi değil. Hayatım boyunca da bu yüzden başıma türlü komiklikler gelmiştir.
Her gün gördüğüm siyah saçlı birisi, mesela saçını sarıya boyatıversin ve daha önce görmediğim kıyafetlerle karşıma çıksın. ”Merhaba ben Deniz, sizinle tanışmadık galiba daha önce!”. ”Deniz ne diyosun yaa? ”.
Basketbol oynarken, bu durum bir felaketti. Her takımda sadece uzun boylu olanları ayırdedebiliyordum. (Saçlarını boyamadıkları sürece) Her takımda genellikle bir tane, bilemediniz iki tane uzun oyuncu vardır. Zaten onlarla dirsek atma tarzlarından, yakından tanışırdık. Kahverengi saçlı, aşağı yukarı aynı boyda ve saçını atkuyruğu yapan oyuncuların ise tamamı benim için aynı kişidir! Ve bu gruba giren, yıllarca rakip takımlarda basket oynadığımız kahverengi saçlı, atkuyruklu kızların sayısı yüzlercedir. Tamamen kendine özgü bir stili veya özelliği olmayanları algılayamıyorum. Kafam kaydetmiyor. Geçen gün laf arasında, ”balık hafızalı” diye dalga geçtiğim Daniel’ın da böyle olduğunu keşfetmek çok şaşırttı beni. Belli bir zaman geçince, sürekli görmediği insanları kafası kayıtlardan siliyordu Daniel’ın. Benim de öyle! Sürekli, ”ben bu adamı bir yerden tanıyorum ama nereden, belki de tanımıyorumdur!” hissiyle bakıyorum insanların yüzlerine.
Tabii bu durumun, insanlarla ilişkilerimi nasıl bozduğunu tahayyül bile edemezsiniz. Uzaktan benim için, ”ay ne kadar soğuk bir insan. Kimseleri beğenmeyen bir hali var!” diye düşünenler, daha önce onlarla sekiz kere tanışmama rağmen bir türlü yüzlerini kayıtlara geçiremediğimi ve içimden, ”yaa tanıyor muyum acaba bu insanı, yoksa yanılıyor muyum” diye derin düşüncelere daldığımı bilmezler.
Ben 13, 14 yaşlarındayken bir gün Özgür ile dolaşmaya çıktık. Ankara’da hala duruyor mu bilmiyorum ama o zamanlar E.T, Süpermen, Kedikız, Kramer Kramer’a Karşı gibi popüler Amerikan filmlerini gösteren Nergiz sinemasının önünde ”bana göre” Muzaffer dedem olan bir adam gördük. Ben, o kadar sevindim ki hemen ”dedeeeee, dedeeeee” diye koşup adama sarıldım. Bu arada Özgür’ün, ”dedeme” gereken alakayı göstermemesi dikkatimi çekti. Kardeşim Özgür, koluma asılmış, ”N’apıyosun ya, o dedem değil!” demişti. Nasıl olur? Bu uzun boy, geniş omuzlar, aynı büyük kulaklar, aynı geniş alın, aynı hal tavır!”. Özgür’ü daha da şaşırtan, adamın da benimle ”ah kızım nasılsın? Annen nasıl?” diye konuşmasıydı. Muhtemelen o da, ”N’oluyo lan burda? Bir yerde bilmediğimiz bir dedemiz mi var?” diye sorguluyordu içinden. Dede diye boynuna sarıldığım adam, dedemin amca çocuğu olan Bekir Amca’ydı ve benim gittiğim okulda çok sert tavırlı bir müdür yardımcısıydı! Bana okulun nasıl gittiğini sorduğu anda birden anladım kim olduğunu. Bekir Amca ile gayet resmi bir ilişkimiz vardı, yolun ortasında onu sıkı sıkı kucaklayıp öpünceye kadar! Özgür’ün eve gelir gelmez ”Deniz yolda bir adama dedeee diye sarıldı!” demesinden sonra, başıma gelen bu olay bütün aile sohbetlerinde yıllar yılı anlatıldı ve gülündü.
İşimi yaparken, önemli şahsiyetleri kafamda kayıtlara geçirmek için kırk kere kendime tekrarlarım. Şöyle mental notlarım vardır, ”ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Türkiye masasının başındaki adamın gözleri koyu mavi!”. Eğer başkaca bir özelliği yoksa bu kişinin, kahverengi lens takıp benimle konuşursa, kim olduğunu hatırlamayabilirim. En akıllıca yöntem, ”bende kartınız yoktu galiba. Bir kartınızı alabilir miyim” demek olur. Mesela Washington simalarından birini, iki ayrı önemli toplantıda çok yüksek sesle yellenmesi özelliğiyle kafama kaydettim. Yani kartını almama gerek yok! İnsanlık hali, herkesin başına gelebilir ama aynı kişinin başına iki kere gelmesi ihtimali ve her ikisinde de ”big bang” kadar kuvvetli ses çıkarılmasını nasıl açıklayacaksınız? Dünya sırlarla dolu.
Benim bir şanssızlığım veya şansım, etrafta sayıları epeyce az olan bayaa bayaa uzun boylu hatunlar grubuna girmemdir. Çünkü hemen herkes beni hatırlar. İlkokulda sınıf arkadaşım Tuğba, ”bahçede bizim sınıfı kolayca buluyorum, Deniz’in nerede olduğuna bakmak yetiyor” demişti. Bir de, hatırlamadığım için küsenler vardır. O kişiyi önemsemediğim için hatırlamıyorum diye düşünürler. Ankara’da yine bir gün otobüste genç bir kız, açıkça beni gördüğüne çok sevinerek yanıma geldi. Hiç hatırlamadım. Yüzümde soru işareti vardı. Çünkü 15 dakikalık bir sohbetin ardından, bu arkadaşı en son ilkokul üçüncü sınıfta aynı koroda yan yana şarkı söylerken gördüğüm ortaya çıkmıştı. Kendisi hatırlatıncaya kadar bilemedim. Feride! Halbuki çok gülmüştük birlikte! Benim kafamdaki Feride’nin saçları iki örgüydü, yüzünde makyaj yoktu ve hep aynı kırmızı kazağı giyiyordu. ”Çok değişmişsin Feride”. Feride belirgin biçimde onu hatırlamama kızmıştı. Bu olay üzerinde fazla düşünmedim, aradan bir hafta geçti. Aynı hat, aynı otobüs, Feride de aynı Feride ama saçlarını toplamış! Bana seslendi Feride, yüzüne onu hiç tanımadan baktım. ”Ben Feride!” diye hatırlattı. Ama bu kez gülüyordu. ”Tamam” dedi. ”Ben seni anladım”. Sanırım anladığı, benim onu tanımak istemediğimdi. Yol boyunca konuşmadı ve inerken de hoşçakal demeden indi gitti. O günden sonra bir daha karşılaştıysak da, ben bilmiyorum. Onu Feride’ye sormak lazım!
Bir gün eve gittiğimde annem, ”Tülay Teyzen aradı. Çok kırılmış sana!” dedi. ”Niye ya?” diye sordum. Rivayete göre, aynı kaldırımda karşı taraftan gelen Tülay Teyze’nin yüzüne bakmış, sonra selam vermeden başımı çevirmişim. Tülay Teyze, annemin iyi arkadaşı. Ailece görüşülen, sık sık gidilip gelinen sevdiğim bir insan. Hani ayırdedici özellikleri olmayan birisi de değil. Ama hangi nedendir bilmiyorum, tanımamışım. Neyse ki Tülay Teyze, böyle bir şey yapmadığıma ikna oldu da mesele büyümedi.
Bir kitap okudum. Adı, ”My Stroke of Insight: A brain scientists’s personal journey”. Yazarı, Jill Bolte Taylor. Kitap 2006 yılında basılmış ilk kez ama benim elime şimdi geçti. 37 yaşında, beyin alanında uzman, artistik hobileri olan yazar Jill, bir sabah başağrısıyla uyanıyor ve dört saat içinde, beyninin sol tarafındaki kilit bazı dosyaları kaybedeceği bir felç geçirdiği ortaya çıkıyor. Jill’in, bu sırada beyninde oluşan hasarın tamiri ve ”unuttuğu” dosyaları yerine geri koyması tam 8 yılını alıyor. Ancak Jill bunu, annesinin yardımıyla başarıyor ve bu muazzam kitabı yazacak kadar iyileşiyor. İnsan beyninin nasıl sırlarla dolu olduğunu, hem bilimsel hem de spiritüel açılardan anlamak isterseniz, bu kitabı okuyun derim. Felç geçiren birinin beyninde neler olduğu, felç geçirenlerin yakınlarının bu kişilere nasıl yardım edebileceği çok güzel anlatılıyor.
Kitapta, benim yüzleri nasıl kafama kayıt edemediğim konusunda ipuçları da buldum. Jill Taylor, herkesin beyninin, yaşadığı deneyimlere göre farklı bir şekilde geliştiğini anlatıyor. Çıkarımlarıma göre, ben kişileri ve yüzleri kayıt ederken, beynimin sağ tarafını kullanıyorum ve beynimde o anın fotoğrafını çekiyorum. Belli bir kişinin kırmızı kazaklı, kahverengi atkuyruklu olarak resmi çekilmişse kafamda, yeniden karşılaştığımızda bu veriler doğal olarak değişeceği, en basitinden kırmızı kazağın yerini beyaz bir gömlek alacağı için karışıklık çıkıyor! Buyrun bakalım. Neyse en azından öğrendim ki, yalnız değilim. Böyle olan bir çok insan varmış.Şimdi beni yolda görüp, ”Deniz naber ya” diye dalga geçmeye kalkanınız olursa çok fena olur. Prensip olarak, tanımadıklarımı tanımıyorum, ona göre.Ha bir de mesela, tanımadığım halde tanıdığımı zannettiğim kişiler var. Bunlardan biri, Mehtap’ın arkadaşı Emrah. Resimlerini gördüğüm bu arkadaşa, daha önce hiç tanışmamamıza rağmen, Washington’daki Türk festivalinde ”Merhaba naber” diye selam vermiştim. Neyse, bozuntuya vermedi, o da beni selamladı. Sonra, gayet ayıredici bıyıkları olan bu arkadaşı nereden tanıyorum diye derin düşüncelere daldım. Resimlerden tanıyordum! Ama o beni tanımıyordu.Şimdi benim gibi bir tanıdığınız varsa, bu kişiye nazik davranın, üzmeyin. Hatta bu kişi bensem, bir kahve ısmarlayın. Varsın olsun, bir kere daha tanışalım. Birbirimizi tanıdığımızı zannederken bile, ne kadar tanıyoruz ki zaten?