Daniel, mutfak dolaplarının tepesine uzanıp, fırında kullandığımız iki beyaz kap ve bir cam kabı indirip, ''bunları da atıyorum'' dedi. O pyrex kaba bakarken bakarken, 5 aylık Timuçin kucağımda otururken, birden gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Arkasından dudağım sarktı ve küçük çocuklar gibi sesli sesli ağladım. İşte o zaman, yaşadığımız mekanın kalbinin mutfak olduğunu anladım.

Bir haftadır Türkiye'ye götüreceğimiz eşyalarımızı kutulara koymaya ve atılacakları da atmaya başladık. Bazı şeyleri satıyoruz, bazılarını arkadaşlarımıza veriyoruz. Yine de bir çok şey atılıyor. Kıyafetleri ve hatta kitapları, özellikle de ayakkabıları atarken en ufak bir rahatsızlık hissetmedim. Gelgelelim, poğaça, fırında makarna, soslu tavuk, ekşili köfte yaptığım cam kabım sözkonusu. Can damarım oradaymış. ''İstersen atmayalım'' dedi Daniel, dehşet içinde gözlerimden akan yaşlara bakarak. Atmayıp ne yapacağız, sadece ağırlık ve taşımaya değecek birşey değil. Daniel, ''Denizcim, ekmek tahtasını, bıçak takımını seçerken ne kadar eğlenmiştik o zamanı hatırlıyor musun? Şimdi de, bunları atıyoruz ama gidenin yerine yenilerini koyma süreci de zevkli olacak'' dedi. Mesele, eşyalara bağlılık ya da yenisini alma zorunluluğu değil aslında. Beynimizde haritası çizili, rahat ettiğimiz, soluklandığımız, bir sıcak çay içtiğimiz mekanın, içindekilerle birlikte artık hayatımızdan çıkacak olması. O fırın kaplarının atılması demek, o kapta, o fırında pişecek yemeklerin sonunun geldiği, bir devrin kapandığı anlamında. Teselli edici bir tarafı var bu işin tabii, yeni kaplar, yeni fırınlar, göz açıp kapayıncaya kadar bir bakacağız ki beynimizde yeni bir yaşamın haritası çizilmiş bile.

Şimdi salonumuz kutu kutu kutu kutularla dolu. Kutulardan birinde meditasyon yastıklarım da var. Daniel, ''içindekileri boşaltalım, hafif olsun'' diye bir öneriyle geldi. Mümkün değil, içlerindeki nesneler onları yumuşacık ve rahat yapan. Herkesten tavsiyeler, ''araba getir muhakkak''. Ben 11 yıl Washington'da arabasız yaşamayı başarmışım. Bir de kimsenin düşünmediği bir ayrıntı var, araba getirmenin bürokratik işlemleriyle uğraşmaya yetecek bir sabrım yok. Sonuçta, en değerli varlığım olarak meditasyon yastıklarımı getiriyorum. Bir de hiçbir zaman giymediğim topuklu ayakkabılarımı. Belki birgün giyerim, kimbilir.

Yakın zaman önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkili beni bakanlığa çay içmeye davet etti. Bunun hikayesi de çok komik aslında. Bir taraftan bebek bakmak, bir taraftan taşınmak vs. derken kafayı yemiş, hormonları hoplayıp zıplayan ve negatif düşüncenin en diplerinde yolculuklar yapan birisi olarak son dönemde State Department'a gidesim yoktu doğal olarak. Ama şimdi birisi davet edince, bir şey var demektir, gitmek lazım. Ancak o buluşma günü geldiğinde, ne yapsam da kendimi kurtarsam diye yana yakıla bir bahane ararken, oturdum bir e-mail mesajı yazdım. Bahanem hazırdı: Timuçin! İşte bebekli olmak zor da, gelemiyorum da, kusura bakmayın. O e-mailin yerine ulaşmayacağını hiç mi hiç düşünmedim. Buluşma saatinden yarım saat sonra, cep telefonumu kontrol ettiğimde 5 tane mesaj bırakıldığını gördüm. Mesajlarda, ''Deniz umarım unutmadın, şu anda yolda olduğunu tahmin ediyorum vs.'. diyordu. En sonuncu mesajda ise, ''gelmeyeceksen de ara lütfen!''. Arka planda bir başka yetkilinin, ''gelmeyeceği kesin!'' diye kinayeli bir şekilde konuştuğunu da duydum. Hemen telefona sarıldım, binbir özür sıraladım. Karşımdaki adam, ''ne yazıkki siz gazeteciler böylesiniz. Bu benim başıma son iki haftada üçüncü kere geldi. Seninle görüşme ayarladığım, benim üstümdeki kişi, artık benim yeterli birisi olmadığıma kanaat getirmiş durumda'' dedi. Başka birisini zor duruma düşürmüş olmak beni müthiş üzdü. Bu sefer bir hafta sonra aynı gün buluşmayı kararlaştırdık ve geleceğime yemin billah ettim. Öyle de yaptım.

İşte State Department'tan çıkışta, havanın da güzelliğinden faydalanarak Georgetown'a yürüdüm. O her zaman yürümeyi seçtiğim yoldan gittim. Bundan beş yıl önce, kendimi çok yalnız hissettiğim bir günde, üzerine oturup derin düşüncelere daldığım Potomac nehri kıyısındaki kayanın üzerine oturdum son bir kez. Nehri seyrettim, yüzüme hafif bir güneş vurdu ve fazla bir şey düşünmeden, öylece martı vıraklamaları arasında, Kennedy Center'a karşı belki uzun zamandan beri ilk defa, o anın içinde oldum. Sessizce kayaya, nehre, çok keyifli müzikler dinlediğim Kennedy Center'a, gökyüzüne, ağaçlara, iyisiyle kötüsüyle bana çok hoş, dolu dolu zamanlar yaşatan Washington kentine ve kentin herzaman eleştirdiğim insanlarına, beni bunca yıl burada güvenli çalıştıran Anadolu Ajansı'na teşekkür ettim. Hani içiniz minnetle dolar ya. Öyle. Bu kente gelmeseydim, bu deneyimleri yaşamasaydım tamamen farklı bir insan olacaktım. Teşekkür etmek için çok nedenim var. Bunları, ''şimdi müthiş birisi oldum'' anlamında söylemiyorum. Ama galiba, önemli bir şey rayına oturdu, doğru bir yola girdim. Bu, anlatılası birşey de değil. İşte öyle.

Şimdilerde herkesin, ''ah ah, bunca sene Amerika'dan sonra nasıl yaşayacaksın Türkiye'de? Niye dönüyorsun, mecbur musun, burada başka bir iş baksana? Bari Avustralya'ya, kocanın memleketine gitsenize?'' gibi sözlerini dinliyorum. Benim işlerim başkalarına hep ters gelmiştir zaten. Doğumdan sonra yardım için annemi yanıma çağırmamam mesela. Bunca sene burada oturup yeşil karttı, vatandaşlıktı diye uğraşmamam. Araba kullanmayışım. Ya da, tek başıma oturduğum dönemde, bir tahta sandık üzerinde televizyonla, yatak olabilen futondan başka eşya almayışım. ''Düşünceli bir arkadaş'', param olmadığı için koltuk alamadığımı varsaydığından, gazeteden ucuz koltuk takımı kuponu kesip bana getirmiş, ben de kahkaha atıp, ''ben birkaç bin dolara koltuk takımı alacağıma seyahate çıkarım'' deyince bozulmuştu. Apartmanlarda yemek masasının koyulması için girintili yapılan salondaki bölüme yeni alacağım yatağımı koymayı planladığımı söylediğimde başka bir arkadaş, ''senin her şeyin ters'' demişti. Bunları diyenler hep Amerikalı tabii, ona işaret etmek lazım. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, Amerikalılar kurallara göre hareket ederler, öyle yaşarlar. Biraz özgür veya pratik düşünceyle karşılarına çıkarsanız, ''ah canım benim, üçüncü dünya ülkesinden geliyor bu garibim, bilmiyor yemek masasının olduğu yere yatak konulmayacağını'' diyerek işin içinden çıkıyorlar. Arizonalı, koca popolu bir teyze, Türk olan ilk eşimden boşandıktan sonra Amerika gibi yabancı bir ülkede tek başıma kendime bir hayat kurmamı takdir ederken, ''iyiki Amerika'ya gelme şansını yakalamışsın. Yoksa sizin oralarda kadın özgürlüğü falan yok! Burada bizlerle yaşayarak birey olmayı, kendine saygı duymayı öğrendin'' diye saçmalamıştı. Bizim oraları ne zannediyorsa artık bilemiyorum.
 

Bana laf edenlere, bizim oraların aslında zannettiklerinden çok daha iyi olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ben Türkiye'nin kıymetini, uzakta yaşarken daha iyi anladım. Kendi kültürünün zenginliğini kavrayamadan bir aşağılık kompleksiyle kıvranan ve modernlik diye gördüğü batılı bazı saçmalıkların peşinden koşan çok insan var bizim ülkemizde. Ikea makina halısını, işlemeli, göznuru, el emeği Türk halısına tercih eden bir yaklaşım.

Saat sabahın üçü olmuş, benim çok uykum gelmiş. Daha neler yazacaktım ama ne yalan söyleyeyim sıkıldım. Bebek arabası üreticilerinin bebek giyen annelere açtığı medya savaşını anlatacaktım halbuki. Bir de, diş çıkaran bebekler için üretilen Baltık kehribarından yapılmış kolye ile bu kolyeyi takmış olan Timuçin'in facebook'a koyduğum resmini gören Amerikalı teyzemin, ''bebeğin boynuna kolye takılır mı, Allah seni kahretmesin'' meyanında üstüme saldırmasını anlatacaktım. Bu haftalık da yerimiz doldu. Bir daha ne zaman yazarım bilmiyorum. Taşınıyoruz herhalde, kolay iş değil.