Hep keyifli olduğum zamanlarda yazı yazmaya özen gösteriyorum. Ama bir süredir yazamadım. Keyfim olmadığından değil, zamansızlıktan, yorgunluktan. Oturdum hemen okuyucularımı bilgilendiriyorum. Malum, küresel finansal krizi konuşmak üzere Türkiye’nin de aralarında bulunduğu G-20 ülkesi liderleri Washington’da toplandı, biz de izledik. ”G” İngilizce’deki ”Group” (Grup) kelimesini temsil ediyor. Yani G-20, 20 ülkeden oluşan grup demek. Yazının başlığında çok kilit bazı ifadeler kullandım. Gazeteciler çok sever. Birincisi, ”çok gizli”. Hiç adama sormazlar mı, ”madem çok gizliydi, basına niye bu kadar kolay sızdı?”. İkinci ifade, ”perde arkası”. Bu da, gazetecinin, ”ben perdenin arkasında olup bitenleri bile öğrenirim” demesidir. Halbuki, o aynı perdenin arkasını öğrenen başka gazeteciler de vardır. 55 kişinin bildiği bir mesele niye ”perde arkası” olsun. Bir de haberler hep ”masaya yatırılır”. Niye bilmem. Ben de yazının başlığını ”G-20 zirvesinin çok gizli perde arkasını masaya yatırıyorum” diye koyacaktım ama bizim meslekte uzun başlık atmak olmaz.

Washington’a Türkiye’den bir ziyaret olduğu zaman, vaktimin çoğu, diğer arkadaşlarımla birlikte otel lobisinde beklemekle geçiyor. Bu kez de öyle oldu. Aslında zirve çerçevesinde sadece bir akşam yemeği ve ertesi gün de sabahtan öğlene kadar National Building Museum’da (Ulusal Bina Müzesi) zirve için toplandı liderler. Bu kez beklediğimiz otel, Beyaz Saray’a karşıdan bakan, stratejik konuma sahip bir otel. Liderler veya Beyaz Saray’da işi olan her kim varsa, Beyaz Saray işi öncesinde veya sonrasında bu otelin lobisinde, restoranında, barında rastlamak mümkün. Bu otelin lobisine gidip saatlerce oturan Türk ve yabancı gazeteci arkadaşlar biliyorum. Tabii yabancı gazeteci demem biraz komik, çünkü biz Türkler olarak burada yabancı gazeteciyiz. Başka yabancı gazeteciler de var. Washington’da 1000 kadar yabancı gazeteci vardı bir zamanlar, ki ben bu rakamın enflasyona uğradığını zannediyorum. Amerikalı gazetecileri de sayarsanız, bu kentte her yer gazeteci kaynıyor. Hemen her gün burayı ziyaret eden bir ülke lideri var.

Geçtiğimiz pazar gününü, bir otelin lobisinde, bilgisayar odasında ve restoranında beş saat bekleyerek geçirdim. Neyse fazla karıştırmayayım herşeyi baştan anlatayım. Otel lobisine sonra geleceğiz.

Birinci gün. Sabah erkenden bir ”düşünce” kuruluşundayız. Evde meditasyon yaparak düşünmeme üzerinde çalışırken, gündüzleri düşünce kuruluşlarındaki toplantılara gidiyoruz. Güvenlik için biz katılımcılar çok daha erkenden oradayız. Salon çok çok çok soğuk. Zaten grip atlatıyorum. Yeri gelmişken, ”neti pot” diye bir şey var. Dr. Mehmet Öz de tavsiye ediyormuş. Çaydanlığın demlik kısmı gibi birşey. İçine ılık su ve bir dolu yemek kaşığı tuz atıyorsunuz. Varsa deniz tuzu. Bu demliğin ucundan burnunuza tuzlu suyu yavaş yavaş akıtıyorsunuz. Annecim kusura bakma, senin bana gönderdiğin üstü meyva desenli porselen demliği bu iş için kullandım. O Türk malı üstü meyva desenli porselen demlikten, Yelda’da da var, Seda’da da görmüştüm. Her ikisine de annesi vermiş. Kızları Amerika’da yaşayan annelerin ortak bir noktası olmalı. Dönelim neti pota. Tuzlu su, burnun diğer tarafından dökülürken mikroplar temizleniyor. Grip, nezlenin ilk belirtisinde hemen bunu yapıp, bir sabah bir akşam tekrarlarsanız çok iyi geliyor. Ben öyle yaptım. Ayrıca 1000 mg. C vitamini ve B vitamin kompleksinden oluşan bir başka vitamin daha aldım. Bizim müdür söyledi vitamin almamı. Ben de dinledim. İyi ki öyle yapmışım. Aşırı yorgunluk dışında, işimi yapabilecek kadar gücüm vardı. Daniel da, her ne kadar erken kalkarsam kalkayım, bu dönem içinde muhakkak her gün kahvaltı hazırladı benim için. Şunu da araya sıkıştırayım. ”Vegemite” diye (Vecimayt okunuyor) Avustralya yapımı bir ürün var. Hani hep ”Amerika’da herşey var” derler ya. Vegemite yok! Bu durum, her sağlıklı Avustralyalı’nın vegemite sürülmüş tost yemesi gerektiğine inanan kocam için katlanılamaz birşey. Bir iki hafta önce aklıma geldi, internetten bunu ısmarlamanın yoluna baktım. Ve tabii ki, Los Angeles’ta bir şirket bu ürünü ithal ediyordu. Ismarladım, geldi. Avustralyalılar, bir yabancıyı aralarına kabul ederken, gizli bir teste tabi tutuyorlar. Vegemite sevmiyorsanız, -ki bu çok muhtemel, aşırı tuzlu simsiyah, koyu bir macun bu Vegemite ve Avustralyalılar dışında seveni az-, o zaman sizin bir iki tahtanız eksikmiş gibi muamele görebilirsiniz. Ekmeğin üstüne sadece çok ince bir tabaka olarak sürülmesi gerekiyor. B-12 vitaminleri bakımından zengin olan bu ürün, kimilerine göre Avustralyalı çocukların çok gürbüz ve sağlıklı olmasının arkasında yatan sır.

Düşünce kuruluşunda halime acıyan bir yazar, atkısını vermeyi teklif ediyor. Teşekkür ediyorum ama almıyorum. Zaten üzerimde, bu kış milli üniformam olacağını zannettiğim çok kalın, yünlü bir ceket var. Toplantı beklediğimden çok daha uzun sürüyor. Haberi hemen yazmam lazım. Konuşma yapılırken not aldığım dizüstü bilgisayarımı kapatmadan, tek elimle taşıyarak binadan çıkıyorum. Bir kafede oturup haberimi yazmaya başlıyorum. Bir destan kadar uzun oluyor. Hande bana çay ve kek desteği yapıyor. Yazmayı bitirir bitirmez, koşa koşa metroya. Diğer toplantının yapılacağı binaya gidiyoruz. O toplantı biraz daha kısa sürüyor. Yazması diğerine göre daha az zaman alıyor. Bu arada, yabancı basın merkezine, G-20 basın akreditasyon kartlarımızı almaya gidiyoruz aynı gün içinde belki beş kere. Çoğu gazetecinin kartı çıkmamış. Yabancı basın merkezi, suçu Beyaz Saray’a atıyor. Zirve ertesi gün başlayacak. Ve basın akreditasyon kartı olmadan, o bölgenin civarından geçmek bile mümkün olmayacak. En sonunda yabancı basın merkezinden, ”adınız listede ama kartınız henüz basılmamış. İsterseniz gidip gizli servisin ofisinden kartınızı bastırıp hemen orada alabilirsiniz” mesajı geliyor. Diğer gazeteci arkadaşlardan, gizli servisin önündeki gazeteci kuyruğunun bir mili aştığı haberleri geliyor. Çoğu kimse gitmeye tenezzül etmiyor. Otelde biraz daha bekledikten sonra, ertesi gün zirveyi izleyebilmek için, gizli servis binasına gitmekten başka çaremiz olmadığına kanaat getiriyoruz. Bilal, Tolga ve ben, kalkıp gidiyoruz. Sırada 10-12 kişi var. Kimlik basan ise iki kişi. Ve önümüzdeki bir Japon gazeteci, sanırım bütün Japonya için akreditasyon kartı çıkarmaya çalışıyordu. Bu akreditasyon işi olmasaydı, kuyrukta beklemek yerine, yorgun geçen bir günün ardından gidip bir kaç saat daha fazla dinlenebilecektik. Çok yorgun olan Bilal’i zaten, ikinci toplantıdan sonra otele giderken, ”çok yakın, taksiyi boşver, yürüyelim” diye kandırmıştım. Ama otele giden yolların güvenlik için kapatılacağını hesaba katmamışım. Çok uzun bir süre, elimizde ağır çantalarla soğukta yürümek zorunda kalmıştık. Bunun üzerine, gizli servise gidip kuyrukta beklemek hepimizi germişti. Bilal beklerken yere bağdaş kurup oturdu. Sıra bize geldiğinde, resimlerimiz çekilirken birbirimizle dalga geçip güldürmekle uğraşıyorduk. Neyse saat 10:00 gibi işimiz bitti ve ben eve, çocuklar da otellerine dönebildiler.

Zirve günü, kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hesapta bir program vardı ama içindeki bir çok unsur belirsizdi. Her an değişiklikler yapılabilirdi. Üstelik hava çok yağmurlu ve rüzgarlıydı. Fırtınadan bahsediliyordu. Saat sekiz gibi telefonun alarmıyla uyandığımda hala çok yorgundum. Bütün o yorgunluğun üzerine, fotoğraf çekeceği için saat dörtte kalkmak zorunda olduğunu bildiğim Tolga’yı düşündüm. Zirve için önce ABD Dışişleri Bakanlığı’na gitmek gerekiyordu. Buradan otobüslerle bizi G-20′nin toplanacağı National Building Museum’a götüreceklerdi. Başka türlü zirveyi izleme şansınız yok. Güvenlik için izlenen yol bu. Hemen hepimizin ABD Dışişleri Bakanlığı basın kartları olmasına rağmen, ekstra güvenlikten geçtik. Her milletten gazeteci için ayrı bir otobüs tutulmuştu. Türkiye otobüsünde sadece altı gazeteciydik. Bir de bize mihmandarlık yapan gönüllü Amerikalı öğrenci vardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önünde bize, elimizdeki çantaları yere dizmemiz söylendi. Yan yana hepimiz çantaları binanın önünde yerde sıraladık. İçindeki dizüstü bilgisayarları açıp, çantaların üstüne koyduk. Cüzdanlarımızı ve telefonlarımızı aldıktan sonra bize, ”anons yapacağız, gidip kafeteryada oyalanın” dediler. Yarım saatten fazla bir zamandan sonra bizi çağırdılar ve gidip çantalarımızı topladık, bize ayrılan sekiz numaralı otobüse bindik. Hispanik şoför nedense sinirliydi. ”Hello” dememe rağmen cevap alamadım. Bizim otobüs en sona kaldı, nedense şoför bir türlü otobüsü zamanında hareket ettiremedi. Bunun üzerine bize bir polis eskortu verdiler. Cumartesi cumartesi, Washington’un trafik sıkışıklığında, önümüzde polis eskortuyla, bütün trafiği atlatarak sokaklarda ilerledik.

Türkiye’den otobüsle çıkılan gezilerde müzik olur, şarkı söylenir, göbek atılır. Biz de, Türk otobüsü olmanın hakkını vermeliydik. Siyah ceketlerimiz, ciddiyetimiz ve yorgunluğumuz bir anda geride kaldı. Nuh, dizüstü bilgisayarındaki bir laz havasını çalmaya başladı. Ve şarkıya eşlik edenler mi istersiniz, şakır şakır parmak şıklatıp yan yan oynayanlar mı, yoksa kahkahadan kırılanlar mı…Bizim gönüllü Amerikalı çocuk bile heyecanlandı ve o da oynamaya başladı. Biz de alkışlayarak cesaret verdik. Şoförün ise ağzından tek kelime çıkmadı. Dudağının kenarında bir gülümseme belirmedi. Otobüsten indik, bizi bir salona aldılar. ”45 dakika buradasınız” dediler. Derme çatma bir çadırdı bu. Gerekirse telefon edebilmek ve haber yazabilmek için yer ayrılmıştı gazetecilere. Mehtap ile koşup hemen yemek aldık. Tam masaya oturmuştum ki, ”plan değişti, hemen sıra olun, toplantı salonuna alınacaksınız” dediler. Herkes sıra oldu. Mehtap’ı çok takdir ettim, çünkü o önce yemeğini bitirdi. Ben sıraya girmiştim bile. Ama Mehtap yemeğini bitirdiğinde bile hala sırada bekliyorduk. Benim seçtiğim tatlıları da peçeteye sarıp çantasına attı, ki bunları sonra Elçin ve benimle paylaştı. Ne zaman yemek yemeye vakit buluruz belli olmaz çünkü. Sonunda bizi salona aldılar. Prezidan Bush geldi, konuştu. Soru falan almadı. Saçları çok beyazlamış, yaşlanmış. Beyaz Saray’da son günleri. Bush’tan sonra salonda Avustralya başbakanı konuşacak. Sırf Daniel için acaba kalıp dinlesem ve izlenimlerimi ona anlatsam mı diye düşünüyorum. Sonra, üç beş kişi dışında kimsenin kalmadığını görüyorum. Otobüse geç kalmak istemem, daha yapacak işimiz var. Hayırlısıyla buluşmamız bir başka zamana Mr. Kevin Rudd.

Ertesi gün, otelde sabah nöbeti Bilal’de. Akşam üzeri ben devralıyorum. Lobide sarışın bir cadı var. Bu lüks otelin lobisini işgal eden gazetecileri sürekli rahatsız ediyor. Bizi lobiden çıkarmaya çalışıyor. Mehtap’a, ”o güzel telefonunuzu ve şarjını alıp yukarda sizin için hazırlanan odaya gider misiniz?” diyor. Bana dönüp ağzını açmak üzereyken, elimdeki dizüstü bilgisayarın kapağını hızla kapatıp, ”ben zaten bu otelden gidiyorum” diyorum.

Türkiye’den gelen ekipler ayrıldıktan sonra eve dönüyorum. Evde beni mis gibi bir sebze çorbası bekliyor. Netflix’den yeni ısmarladığım dvd’ler de gelmiş. Wong Kar Wai’nin bir filmini seçmiştim, ”Chungking Express”. Biraz deli bir film. Daniel, ”too artsy fartsy” diyor. Türkçesi, fazla sanatkarane film yapacağım derken sanatını biraz abartmış. Ben beğeniyorum. Bu yönetmenin başka filmlerini de gördüğüm için, tarzına alışkınım ve herkesin sevmeyebileceğini tahmin ediyorum. Bu gece de, diğer filmi izledik. Adı, ”Kite Runner” (Uçurtma Uçuran). Fena bir film değil. Yarısı Afganistan’da yarısı Amerika’da geçiyor.

Dün bir shopping mall’a gittik. Yani alışveriş merkezi. Şehre biraz uzak, Mehtap gidecekmiş, beni de götürdü. Güldüğüm iki şey oldu. Ben alışveriş merkezlerine alışkın değilim burada, arabam olmadığı için çok az gitmişimdir. Belki başkalarına o kadar enteresan gelmez ama iki tane enteresan şey oldu. Birincisi, mall’un ortasında bir yerde Pakistanlı bir kızın tezgahı vardı ve kaş alıyordu. Sabırsız olan ben, ”kaç para” diye sormadan, ”kaç dakika sürer?” diye sordum. Kız, ”beş” dedi. Oturdum. Pakistanlı Farah, elinde bir iple bir yandan kaşlarımı alıyor, ben bir yandan acıdan gözyaşlarımın akmasına engel olamıyorum, diğer taraftan bu durum o kadar komik ki kahkahalarla gülüyorum. Gözümü araladığımda siyah bir adamın gülerek kafasını eğip yapılan işlemi gayet yakından izlediğini görüyorum. Ona, ”çok acıyor” diyorum gözyaşları ve kahkahalar arasından. O da, ”görüyorum!” diye yanıt veriyor. Mehtap bana, yapılan işlemin kameraya çekildiğini ve monitörden gelip geçenlere gösterildiğini söylüyor! Bir yandan beni lafa tutuyor ki acıyı düşünmeyeyim! Düşünmemek ne mümkün. İşlemden bir saat sonra bile gözlerim hala yaşlı dolaşıyordum.

Sonra, Oprah’nın televizyon programında yer aldıktan sonra her yerde adı çıkan Açai berry ile yapılmış bir içecek içiyoruz. Arkasından Mehtap, beni bir dükkana sokuyor. Burada Çinli adamlar var. Masaj yeri! Elimde torbalar ve Açai berry içeceği, öylece masaj masalarına bakıyorum. Sokak ortasında kaşımı aldırdıktan sonra sıra, yine orta yerde masaj yaptırmaya mı geldi? Biraz korkarak Mehtap’a, ”üstümüzdekileri çıkartmıyoruz değil mi?” diye tereddütle soruyorum. ”Hayır hayır” diyor. ”Sadece ceketini çıkar, çok iyi geliyor”. Yüzüm masaj masasındaki deliğe gelecek şekilde yüzü koyun yatıyorum. İki kolum yandan aşağı sarkıyor. Masadaki delikten, biraz önce çıkarttığım Nike Air Max 360 spor ayakkabılarımı görüyorum. Onların yanında torbalar ve çantam ve masaj yapan 1 metre 25 santim boyundaki Çinli adamın kahverengi deriden Puma ayakkabıları var, yavaş yavaş hareket eden. Fazla bir beklentim yok ama masaj beni şaşırtıyor. Ağır çanta taşımaktan olduğunu zannettiğim sol kürek kemiğimdeki ağrı, bu masajla geçiyor. Yaptığı, sadece belli noktalara baskı uygulamak. Ve bunu da çok nazik bir şekilde yapıyor. Bir ara, çata çuta çata diye sesler duyuyorum. Mehtap yan masada bayağı bayağı dayak yiyor, masaj diye. Bir dakika sonra aynısı bana da yapılıyor. Hatta, kafama bile darbe alıyorum hafif hafif. İçimden, ”masaj ayağına, içlerindeki siniri müşterilere boşaltıyor bu adamlar” diye düşünüp gülüyorum. Yarım saat sonra, üzerimde hiç yorgunluk kalmamış. Eve gidip güzel bir uyku çekiyorum. Ta ki sabah 6:45′te kalkıp başka bir toplantıya yetişinceye kadar. Bir G-20 finansal zirvesini de böylece geride bırakıyoruz ve yeni zirvelere yelken açıyoruz.