Bir hindi gününü daha geride bıraktık. Perşembe, ABD’de şükran günüydü. Bu şükran gününün nereden geldiğine dair seksen tane teori var. Bazıları çok romantik. Amerika kıtasına yerleşmeye ilk gelen koloniler, uzun yolculuklardan sonra gelip ülkenin doğu kıyısına ayak basmışlar. Bir de bakmışlar, zalim bir soğuk. Zaten yoldan gelmişler, çoluk çocuk, üstüne yiyecek ekmek de yok. Malum, Amerika kıtasında yerliler yaşıyordu, ”Amerikalılar” gelmeden önce. Yerliler, çoluk çocuk bunları aç bi ilaç görünce acımışlar, ellerinde ne var ne yok bunlara aşure gibi bir şey yapıp yedirmişler. Patates, mısır falan. Hikaye o ki, ateşin başında hep beraber sohbet edip eğlenmişler.

Romantik olmayan başka hikayeler de var. O da, yetiştirmesi gayet zahmetli mısırdan nasıl hasat alınacağını öğrendikten sonra Amerikalılar’ın -ki bunlar aslında İngiltere’den, Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan gelenler biliyorsunuz-, yerlileri birer birer temizlemeye başladığı. Çünkü malum, hepimize yetmez yiyecek. Adamlar size aşure yapıp karnınızı doyuruyor, siz de karşılığında çiçek hastalığı mikrobu bulunan battaniyeleri ve ev yapımı kötü viskiyi hediye diye veriyorsunuz. Çoğu telef olmuş hastalık ve alkolden, zaten hayatta kalanları da, doğu kıyısından başlayarak yavaş yavaş batıya doğru akınlarla temizlemişler. Hatta arkasından ”Kızılderili filmleri” çevirmişler. Yerlileri vahşi, hayvan gibi yaratıklar olarak gösteren. Ama Amerikalılar’ın hakkını yememek lazım. Benim oturduğum doğu kıyısındaki Washington bölgesinden başlayarak batı kıyısına kadar bir çok nehrin, kentin adı, aynen yerlilerin koyduğu adlarla anılıyor. Mesela Potomac nehrinin adı da yerlilerden geliyor.

Neyse, bu hindi gününün arkasında, ”az daha aç kalıp ölüyorduk, Tanrı bizi seviyor da kurtardı, biz de şükranlarımızı sunalım” zihniyeti var. Kasım ayının son perşembesi şükran günü olarak kutlanıyor. Hindi yeme adeti ne zaman eklenmiş bilmiyorum. Hindi İngilizce’de ”turkey” demek. Türkler bozuluyor. Ben de, eve kablo televizyon bağlamaya gelen adamdan Avustralyalı kocama kadar, ”hindiii, hindiiii” diye dalga geçilmesinden usandım aslında. Soğuk bir yüz ve düz bir sesle, ”ha evet evet çok komik. Hindi di mi! Çok brilliant (parlak) bir espri!” diye yanıtlamayı adet edindim. Kablocu adam, ”aa ben hindiyi (turkey) çok severim, ama yemesini!” demişti. Daniel da, perşembe günü ilk hindi pişirme denememiz öncesinde, hindiyi bağlamak için kullanılan ipleri belime dolayıp, ”eveeeet, şimdi sıra hindiyi bağlamaya geldi!” dedi.

Ben yemedim içmedim, bir kamu hizmeti olarak bu ”turkey” meselesinin de nereden geldiğini araştırdım. Söyleyenlerin yalancısıyım. Efendim vaktiyle bu hindiler, Hindistan’dan ithal edilirmiş bütün dünyaya. Tabii batıya gitmeden önce de, Türkiye’den geçermiş. Biz de muhtemelen o yüzden Hindistan’a, ”Hindi-stan” diyoruz bence. Ama bilmiyorum, yalan olmasın. Batılılar, bu hindiler en son Türkiye’den geldiği için, ”Turkey bird” (Türkiye kuşu) demeye başlamışlar. Zamanla bunun kuşu düşmüş, sadece ”turkey” kalmış. Buyrun bakalım!

Ben alışverişi yaptım, hindiyi Daniel’a teslim ettim. İki saat falan sürdü fırında pişmesi. Sonra oturup yedik. İkimiz de sevmedik. Daniel, ”nasıl olsa bu da kuş” diye düşünüp, tavuk yerine koyup sebzelerle karıştırdı ve çorba yapmaya çalıştı. Evi korkunç bir koku kapladı. O kadar dayanamadık ki, çorbayı oracıkta bırakıp hemen evi terkettik. Dönünce de, ziyan oluyor diye üzüldük ama attık hepsini.

Şükran günlerini ben sevmem. Herkes sıkıcı bile olsa ailesiyle yemek yerken, sizin gurbette ve aileden, can dostlardan uzakta olduğunuzun altının bir kere daha çizilmesidir benim için. İlk şükran günümde, Kasım ile Mary beni yemeğe götürmüştü. İlk defa güzel pişirilmiş bir hindi ve cranberry sosu yemiştim. Böylece birinci yıl anlamadım şükran gününün travmatik bir şey olduğunu. Arkasından gelen şükran günlerinde, hatta biraz öncesinde bir huzursuzluk kaplardı içimi. Birileri davet edecek mi diye beklerdim. Güzel davetler aldığım, çok hoş, aile ortamında yemekler yediğim de oldu, evde oturup hüzünlendiğim de. Bir yıl, şükran gününü tek başıma geçirdim. Hazır kızarmış tavuk budu aldım bakkaldan. (artık her bakkal dediğimde Elçin aklıma geliyor ve gülüyorum). Yanına da pilav yaptım, onları yedim güzel güzel. Sonra da, şükrettim her şey için. İnsan bir durup oturunca, şükredecek çok şeyi olduğunu daha iyi görüyor. O günden beri, pek takmıyorum. Maksat şükran duymak, gerisi boş.

Bir de tabii, evsizler ihya oluyor şükran günleri ve noelde. Adım başı para isteyen birileri yolunuzu kesiyor. Hatta, ”aa bu şükran gününde beni boş mu çeviriyorsun!” diye arkanızdan bağırırlar, bir şey vermeden geçerseniz. Şükran günü ve noel, günah çıkarma günleridir. Zenginlikler biraz da fakirlerle paylaşılmalıdır. Apartman yönetiminden de bir kağıt gelir, özetle, ”pamuk eller cebe, bu apartmanın temizliğiydi, kapıcılığıydı derken şu ve şu arkadaşlar bütün yıl çalıştılar, yılda bir kere de siz onlara biraz para verin, sevindirin” yazar kağıtta. Herkes hakkı görür bu bahşiş alma meselesini. Ben bir yıl vermedim bahşiş. Vermeyince de kötü. Sonra, ön kapıdan çıkarken ”kapıcı çocuk bana soğuk mu davrandı ne!” diye paranoyaya kapılıyor insan. Halbuki belki de o gün çocuğun kafası yerinde değil.

Bir evsiz adam var, bizim metro çıkışını mesken tutmuş. Daima orada görüyorum. Yıllardır. Bir gün, çantamdaki çok lezzetli bir bagel’ı çıkarıp bu adama verdim. ”Hayır bayan, teşekkür ederim, aç değilim” dedi. Utandım, yerin dibine geçtim. Para vereyim dedim, çıkarttım bir beş dolar. Beş dolar aslında çok fazla bir rakam. Genelde adet, 25 sent vermek. Yani bir çeyreklik. Beş doları görünce adam, ”ben sadece çeyrekliğiniz varsa isterim, beş dolar almam!” demesin mi…Adamın karşısında iyice bir ezildim, ezildim, yer yarılsaydı da içine girseydim. 25 sentim yoktu, beş doları vermek için ısrar ettim. Almadı. ”İyi” dedim. ”Ben gidiyim o zaman. İyi günler size”. Şimdi her metro çıkışında karşılaşıyoruz yine. Kafam önümde. Ben cebinde üç kuruş parası var diye hemen ”yardım eden, iyiliksever” rolüne soyunup, karşımdakini de aşağı bir yere koymuştum aslında. Belki istediğim, kendimi daha iyi hissetmekti. Adamın tutumuyla bu yüzümü gördüğüm için foyası ortaya çıkan birisiyim. Evsiz adam dimdik duruyor, benden yana bakmıyor.

Amerikan filmlerini izlediyseniz, biraz bilirsiniz. Şükran günü, aslında ailece toplanıp hindi yenilen ve birbirine laf sokuşturulup kavga edilen, küsülen bir gündür. Mesela Washington’da yaşarsınız ama Iowa’daki ailenizle birlikte olmak için oraya uçarsınız. Üstüne masada yıllık geleneksel aile kavgasını yaptığınızı düşünün. Ertesi günü boşuna ”Black Friday” (Kara Cuma) diye adlandırmamışlar. Hindi gününün travmasını atlatmak için, bu ülkede çok popüler bir yöntem olan alışverişe koşulur hemen. Sabah beşten itibaren mağazaların kapılarında kuyruk olur. Kara Cuma günleri ben burnumu kapıdan uzatmam. Delilik çünkü. Neymiş, her şey çok ucuzmuş. Kilit soru, ”ihtiyacım var mı?” olacaktır. Ama arkadaşlarımdan, ”tutamadım kendimi, gidip iki gömlek aldım, çok ucuzdu çünkü” benzeri lafları çok duyuyorum. Alışveriş bu ülkede bir rahatsızlık tabii. O alınan şeylerin çoğu, etiketleri çıkarılmadan dolaplarda üst üste yığılıyor. Yıllarca el sürülmeyen şeyler dolapta bekleyebiliyor. Satın alma gücüne sahip olduğunu göstermek, kendini iyi hissetmenin bir yolu.

Şükran günü öncesinde bir de ABD başkanlarının geleneksel, ”hindi affetme” töreni var. Her yıl iki hindi, başkanın bir mahkumu affetme yetkisinde kullanılan İngilizce’deki ”pardon” fiili ile ”affediliyor”. Bu hindiler güya hayatları boyunca iyi bakılıyor. Ama Beyaz Saray’ın ahçısı, başka hindileri affetmiyor! Şanssız hindiler, yemek olarak Beyaz Saray’ın sofrasına geliyorlar.

Hindi günü geçmiş olsun hepimize. Bu yazıyı okumak için zaman ayıran herkese şükranlarımı sunarım.




Her şeyin giderek sanallaştığı bir dünyada yaşadığımızı görüyorum. Sürekli internet başında zaman geçirmek belki de bizi sabırsız yapan. Bir tıkla her işimizi hallediyoruz. Çabuk da yaşlandık internetle. ”Bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler kurabilirim ben, 90′lardan bahsederken. Öyle çok şey değişti ki o zamandan bu yana. İnternetsiz bir dönem, çok uzak bir geçmiş gibi. Yazdığımız haberleri biz ilk önce, modemle geçerdik. E-mail kullanmazdık. Benden sadece on yaş büyük meslektaşlarımın, ”haberin değeri, eline gelen teleksin titremesinden anlaşılır” benzeri sözlerini hatırlıyorum. Ben telekse yetişmedim. Ama ilk yazdığım haberler de dos programındaydı. Hani o karanlık ekranda komutlar vererek işlem yaptığımız dönemler.

Bugün, gelen postayı kontrol etmek için merdivenlerden inerken, içimde büyük bir sabırsızlık hissettim. Bazı işler var ki, internetten halledemiyorsunuz. Türkiye’de bu kadar hızlı ve etkili değil daha internet, bunun farkındayım. Ama Amerika’da internete dayanmayan hiçbir şey yok. Sevgiliye romantik mektuplar yazıp heyecan içinde cevabının gelmesi beklenen dönemler çok gerilerde kaldı. Artık her şey çok hızlı. Bir e-mail mesajıyla ayrılıyor artık çiftler. Yaz gönder, bitti. Hepimiz sabırsız olduk. Beklemeye tahammülümüz yok. Postayı almak için merdivenlerden inmek zorunda kaldığıma yerinirken buluveriyorum kendimi. Şunu da bir tıkla halletmek mümkün değil diye. Zaman kaybediyorum diye de endişeleniyorum. Sık sık duyuyorum, ”ah şu gün 24 değil de bir kaç saat daha fazla olsaydı, kendime de zaman kalsaydı” denildiğini tanıdıklarımdan. Her şey otomatik oldu ama hayatımız daha zorlaştı bence. Eskiden mesela, çamaşır günü olurmuş. O gün sadece çamaşır yıkanan koca bir gün. Belki elde yıkamak zordu ama, başka bir iş yapılmıyordu. Otomatik makinalar çıktı, herkes çok mutlu oldu. Artık ellerimiz aşınmayacak, kendimize daha fazla zaman kalacak diye. Bir çok işi makinalar yapıyor, internete dayanıyoruz da, niye hala kendimize zaman bulamıyoruz? Kaybolan zamanları kırpıp kırpıp yıldız mı yapıyorlar? Kim bunun sorumlusu?

Ne olacak, bir çok işi bir araya sıkıştırmak zorunda kalıyoruz bu kez de. Çamaşırlar makinaya atılacak, bulaşıklar makinaya dizilecek, o gün yapılacak yemekler için alışveriş, oturup yemekleri pişirmek gerek. Bu arada artık eşitlik var ya, işe gidip çalışıyoruz da. Bazen ben, organizasyon yapmaktan yoruluyorum. Liste çıkarma alışkanlığından, çok elzem bir durum olmadıkça vazgeçtim. Listeler moralimi bozuyor. Sabah kalkar kalkmaz, listedeki bütün maddeleri yerine getirmenize imkan olmadığını görüyorsunuz. Aralarından seçim yapmak gerekiyor. ”Uzun zamandır görüşmedik, başka işler daha önemli demek senin için” diyen arkadaşların sitemleriyle suçluluk duymamak mümkün olmuyor. Sanki zaman, az biraz daha hızlı ilerliyor benden ve ben yetişebilmek için sakin sakin yürümek yerine koşmak zorunda kalıyorum. Hatta bazen depar atıyorum. Sonra da ayağım takılıp düşüyorum tabii. ”Yavaşlık” diye bir kitap okumuştum. Amerikalı bir gazeteci yazmış. Bir kaç işi aynı anda yapmaya çalışırken, aslında bütün yaptığımız işlerin kalitesini azalttığımızı düşünüyor. Kendi hayatından da örnek veriyor. Benimkine çok benziyor bu örnek. Sabah, bir yandan açık televizyondan haberleri bir kulakla dinlerken, aynı anda gazeteleri okumak. Bazen, gazeteyi hesapta okuyup bitirdiğimde, bir yandan da televizyonu dinlediğim/seyrettiğim için, hepsini yarım yamalak yapmış olduğunu görüyorum. Adam sonunda bilinçli olarak yavaşlamaya karar vermişti ve hayatının kalitesinin arttığını görmüştü. Önce gazeteyi oku, arkasından da televizyon haberlerini dinleyip bilgilerini cilala. İşe yarıyor.

Çoğumuzun kafası, windows içinde windows (pencere içinde pencere) gibi açılan düşüncelerle karışmış durumda. Bir pencere açıyoruz kafamızda, bir konuda konuşmaya başlıyoruz, arkasından bir çağrışım yapıp başka bir pencere açıyoruz ve pencere pencere açıla açıla kendimizi başlangıç noktasından çok farklı bir yerde buluveriyoruz. Epeyce eskiden, Taha Akyol’un bir kitabını okumuştum. Kitabın adı aklımda kalmadı ama ”düşünme disiplini” denilen kavram kafama yerleşti. Basit şekliyle, düşünme disiplini, belli bir konuya tam olarak odaklanabilmek ve yan meselelerle vakit kaybedip suyu bulandırmamak ve asıl konudan uzaklaşmamak. İşte sanal dünyamız, düşünme disiplinini korumamızı da zorlaştırıyor.

Şimdi hazırlanın, ”aylaklığa övgü” dizmenin girizgahını yapıyorum. Zamanında çalıştığım gazetede, masada oturmak kabul edilemezdi. Çaylak stajyer olarak bunu anlamam zaman almıştı. Bu yüzden herkes kendisini sokağa atıp alışverişe çıkar, dondurma yemeye gider veya buna benzer birşeylerle uğraşırdı. Velev ki masada otururken yakalandınız. O zaman, müdürler etrafta dolaşırken muhakkak telefonda olmanız gerekiyordu. Çalışan gazeteci. Ofisten erken çıkılamazdı. Saati vardı. İşiniz olmasa bile. Bütün bu, ”-miş gibi yapmalardan” herkes yorgun düşüyordu. İnsanların çalışmadığını zannetmeyin. Herkes, rekabet ortamı yüzünden eşekler gibi haber peşinde koşturuyordu. Ama bir haberi kendi başınıza pişirmiyorsunuz. Konuyla ilgili bilgisi olan kişilerden alacağınız yorumları beklemek zorundasınız. Cep telefonunun daha olmadığı dönemlerde telefonun başında az beklemedim. Halbuki aylaklık serbest olmalı. Özellikle de stresli işlerde. Japonların öğle uykusuna yattığını duymuştum. Bir saat, her iş yerinde öğle uykusu için zaman veriliyor. Herkes yenilenmiş olarak kalkıyor ve daha verimli oluyor. Ben de, diğer stajyer arkadaşlarla kendimi sokağa vurup, sağda solda bir saat aylaklık edip gazeteye geri döndüğümde kendimi çok iyi hissederdim. Kafamda yeni fikirlere yer açılmış olarak dönerdim masama.

O yüzden, sadece önemli görülen işlere odaklanmak yerine, aylaklığa da zaman ayırmak şart. Burada Amerikan çocuklarına bakıyorum. Üzülüyorum hallerine. Anne babaların idealleriyle süslü piyano dersinden, matematik kursuna, futbol antrenmanından kütüphaneye koşturup duruyorlar. Boş oturmaya vakit yok. Sokakta oynamak diye bir kavram yok. Okul bittiğinde, yaz geceleri bizim mahallenin çocuklarıyla sokakta bahçe demirine tüneyip çekirdek çıtladığımız, boş boş konuştuğumuz ve güldüğümüz günleri düşünüyorum. Bundan daha iyi meditasyon olamaz herhalde. Kimsenin öyle fazla oyuncağı yoktu mesela. Kırk yılda bir, birisi annesini kandırıp top aldırırsa yakantop oynanırdı. Ya da ip atlardık. Çin-çan. Gerisi hayal gücümüze kalmıştı. Birinci sınıfa başladığımda, en yakın arkadaşım Bertan ile, okula yürümeden önce bizim bahçede çamurdan televizyon, koltuk takımı falan yaptığımızı hatırlıyorum. Sonra bizim bahçenin musluğunda yıkanan o ellerle sınıfa gidip, tırnak ve mendil kontrolü de varsa, çamurlu tırnaklarla Yıldız öğretmenden laf işitirdik.

Taha Akyol’un düşünme disiplininden bahsettikten sonra, pencere açıp başka konulara dalmak biraz komik olacak ama, ilkokula başlama hikayemi buraya sıkıştırmak istiyorum. Mahalledeki bütün arkadaşlarım, (Esra, İdil, Bertan) benden bir yaş büyüktü. Ama ben, hepsinden uzun boyluydum. Annemin, babamın, halamın okula yazdırma çabaları, ”yaşı küçük” diye müdür tarafından defalarca geri çevrilirken, Bertan beni okula yazdırıverdi. Bir gün yine böyle çamurla oynuyor, çok başarılı eserler çıkardıyorduk. Yüz metre ötedeki okulun zili çalınca Bertan, ”aa ben geç kaldım, hemen okula koşmam lazım” dedi. Oyunumuz yarım kalmış, ikimizin de canı sıkılmıştı. Elimizi yıkarken, ”Deniz sen de gel benle okula. Öğretmen bir şey demez” dedi. Çok sevindim ve hemen ”tamam” dedim. Anneme haber vermeden okul yolunu tuttuk. Sıdıka öğretmen, ”aa Bertan sınıfa misafir getirmiş ne güzel” dedi. Bana pek bir ilgi gösterdiler. En ön sıraya oturdum. Öğretmen, ‘’sen kaçıncı sınıfa gidiyorsun yavrum, beşinci sınıfta mısın?” dedi. Bende tabii taa o zamandan boy pos yerinde! Hemen şikayet ettim, daha 5 buçuk yaşındayım diye müdür beni okula almıyor, ”bir yıl daha bekleyin” diyordu. Ama Esrai, İdil, Bertan hepsi aynı sınıfa gidip eğlenirken, mahallede bir tek ben kalıyordum. Onlar okuldan dönsün diye bekliyordum. Tahtaya adımı da başarıyla yazdıktan sonra öğretmen, ”annene söyle, müdüre bir kutu şeker yaptırsın yarın gelsin. Ben seni sınıfıma alacağım” dedi. Koşa koşa eve gittim. Annem uzun süre bana inanmadı. Sonra ikna olmuş olacak ki okula gittik ve benim okul hayatım başlayıverdi. Üzerimde pembe ceket ve etekle, bana siyah önlük dikilinceye kadar, Halide, Hakan ve Ümit ile en arka sırada yan yana oturdum. Bertan, en önde oturuyordu.

Kaybolan saatlerin peşine düştüm ya. Zamanımın bir kısmı aylaklıkla geçiyor. Ama bu aylaklıklarım bana neşe veriyor, besliyor. Mesela televizyonda izlediğim saçma sapan programlar. Reality şovları kaçırmıyorum. Normal, düzgün insanların hayatları iyi şov programı olmuyor. O yüzden ne kadar yaratık varsa, onların hayatı realite şov olarak sunuluyor. Mesela ”90210 Plastic Surgeon”. Adam Beverly Hills’in en çok para yapan doktorlarından. Ameliyat öncesi, ellerini yumruk yapıp şınav çekerken gördüğümde gülmüştüm. Kolsuz bir ameliyat önlüğü var. E o kadar uğraştığı kaslarını göstermesi lazım. Ne var ki, adamın bu hali beni güldürüyor. Şınav çekmek hadi neyse, bir gün, elinde ”nunchuck” (nançak okunuyor, bazı yerlerde namçak diye de geçiyor) salladığını görünce hayretle baka kalmıştım. Bu adam sizi ameliyat etsin ister misiniz?

Bugün izlediğim ”Real Housewives of Atlanta” (Atlanta’nın gerçek evkadınları) dizisi bir başka örnek. Böyle arkadaşlıklar olmasa da olur. NBA ve NFL yıldızlarının karılarından evkadını olur mu? Malikanelerde oturuyorlar ve kendilerine iş yaratmaya çabalıyorlar. Aslında iş miş bahane, tek dertleri, saç baş yaptırmak, giyinip süslenip birbirleriyle kavga etmek. ”Böyle de iğrenç bir şov olur mu?” diye başlayıp bir bakıyorum karakterlerin başına bir sonraki bölümde ne geldiğini öğrenmeye can atıyorum. Kırk yılda bir Türkiye’ye geldiğimde de işim gücüm bunları seyretmek. En son gelişimde Daniel’a, ”Dest-i İzdivaç” şovunu tercüme ettim mesela. Gözlerine inanamadı ama çok da hoşuna gitti şov. Daha önceki gelişlerimden birinde, ”kaynanamı kim öptü” veya ”gelinim olur musun” benzeri bir adı olan şovu izliyordum. Önümde bir çekirdek dağı ve iki litrelik kola şişesi duruyordu. Babam kapıdan içeri girip, çıt çıt çıt çekirdek yediğimi ve gözümü televizyondan ayırmadığımı görünce, ‘’sen de mi!” demişti, Brütüs tarafından karın boşluğundan bıçaklanmış Sezar edasıyla. Odadan çıkarken de, ‘’senden bunu beklemezdim” demişti.

Bir de magazin haberlerini (Amerikan) benden iyi kimse bilemez. Ben bütün dergileri okurum. People, Globe, National Enquirer, Us weekly, In style ne ararsan. Marketteki çocuk bile, bunları alırken, ”ben de bunları kim alıyor diye merak ediyordum?” dedi. Ben alıyorum ne var? Aslında adet, bir kitapçıda arkadaşınızla buluşmak (Yelda) ve bu dergileri karşılıklı okuyup, kıyafetleri, çantaları ve Lindsay Lohan’ı, Heidi ile Spencer’ı, Angelina Jolie ve Brad Pitt’i, Jennifer Aniston’ı, Tom Cruise ve Katie Holmes’u takip etmektir. Bazen dört saati böyle geçirdiğimi hatırlıyorum. Daniel önce, ”ha ha ha, bunları mı okuyorsun” diye küçümsemişti. Kenarından köşesinden bir başladı, artık bırakması mümkün değil. Geçen yaz 2 buçuk yaşındaki Jaspar, ”Daniel Amca, bunlar kız dergisi!” diye bağırarak bu dergileri Daniel’ın elinden çekiştirmişti. Artık bu dergileri onun elinde görmüyorum. Bana, ”ne oldu, Tom ile Katie ayrılmadı mı hala?” diye soruyor arada sırada.

Şimdilerde ”My farm” (Benim Çiftliğim) diye bir program var, facebook içinde. Oraya fena kafayı takmış durumdayım. Arkadaşlarınız size ağaç fidesi, keçi, tavuk, inek, at gönderiyor. Siz de bu ağaçları dikiyor, tarlayı ekiyorsunuz. Her gün de, ”domateslerim çıkmış mı?” diye bu programı ziyaret etmek şart. Önce tarlayı belliyorum. Arkasından çilek, mısır, domates, patates, pirinç, buğday tohumlarından seçip ekiyorum. Bunların hepsi ‘’sanal paraya” maloluyor. Parayı da idareli kullanmak lazım. Ekip biçtikten sonra kazandığım paralarla kendime kırmızı bir ahır almaktı son günlerdeki amacım. Hatta Levent’in kırmızı ahırını görünce kıskançlıktan çatlayacaktım. Levent bana, ”Denizcim valla mümkün olsa göndericem sana bir kırmızı ahır” demişti. Sonunda ekip biçtiklerimden elde ettiğim sanal 50 bin dolarla kırmızı bir ahır almayı başardım da, çiftlikte yetiştirdiğim atları, koyunları, tavukları, keçileri satabiliyorum. Hasat mevsimi de iki günde bir geliyor. Sanal ne de olsa. Kim bir mevsim bekleyebilir hasat için? Ben değil. Bu yazı uzun oldu, düşünme disiplinini de yine koruyamadık. Ben kaçıyorum.

Bi dakka şunu da ekleyeyim. Meditasyonun bile internette yapılanı var. Bir yere tıklıyorsunuz, gong çalıyor, tekrar gong çalıncaya kadar sessiz oturmanız lazım. Dünya barışına katkı sağlamış oluyormuşsunuz. Ben diyenlerin yalancısıyım.

Yazının başlığını, yazdıktan sonra attım. Bana haber yazmanın çok kilit noktalarını öğreten ve bu dünyadan çoktan göçmüş olan bir abim, ”önce başlık atılır” derdi. Ben yazıyı yazdıktan sonra atıyorum başlığı. Demek herkesin bir başka yoğurt yiyişi varmış. O yüzden ”paşa çayı” meselesini de anlatmam lazım. Benim bir arkadaşım var, annesi yabancı kökenli. Gençken evlenmiş bir Türkle ve Türkiye’ye yerleşmiş, Türk kültürünü öğrenmiş. Bu dönemde bir gün evine komşular misafirliğe gelmiş, çocuklar vesaire. Bir hanım, oğlu için paşa çayı istemiş. Paşa çayı, malumunuz, çocukların dili yanmasın diye üzerine soğuk su eklenen çaydır. Niye paşa çayı denmiş, kökenini bilemiycem. Arkadaşımın annesi, ”tamam” demiş mutfağa koşmuş. Bir telaş bir telaş. Bu paşa çayı ne ola ki? Sonunda çareyi bulmuş. Salona dönüp, ”kusura bakmayın, paşa çayımız kalmamış!” demiş. Hadi ben kaçtım.





Saat sekize üç var. Hava çoktan kararmış. Soğuk. Sinemanın önü bebe kaynıyor. En son liseye giderken bu yaşta bebe görmüştüm birarada. Bir enerji bir enerji, bu soğukta! Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Arı kovanına düşmüş gibi hissediyorum. Düşmedim hiç de, düşsem böyle olur belki de. Kuyrukta yüzbin milyon tane bebe. Saat...Vakit...Nasıl oluyorsa bir kaç dakika içinde sıra bize geliyor, Daniel, ''Quantum of Solace'' diyor gişedeki adama. ''saat sekiz için, iki kişi''. Mısır almıyoruz, kola da almıyoruz. Mısır ve kola olmadan ben sinemada çok sıkılırım. Hatta sinemaya gitmenin anlamı yok, mısır ve kola yoksa. Vakit yok. Salona giriyoruz, daha yirmi dakika falan sürecek gelecek program reklamları başlamamış bile. Her yer bebe kaynıyor. En önden dördüncü sırada, en sağda koltuklara oturuyoruz. ''Burası çok yanda, ne biçim!'' diyorum. Daniel, sinema ekranında da yazdığı gibi bana ''please enjoy the show!'' (lütfen keyifle izleyin) diye yanıt veriyor. Sinema ekranında böyle bir şey yazması çok saçma. Sanki orada yazmazsa ben akıl edemeyeceğim filmi keyifle izlemeyi. Belki keyifsizim, hayret bir şey. Keyif benim değil mi?

Bizim oturduğumuz tarafın en önünde dört koltuk var. O dört koltuğun üzerinde 8 adet kızlı erkekli bebe oturuyor. Sürekli birbirleriyle itişiyorlar, birileri yere düşüyor. Filmin başlamasına rağmen konuşmalarına ara vermiyorlar. Onların arkasında oturanlar da aynı gruptan. Sürekli bir koltuk rotasyonundalar. Gülüşmeler. Kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Yaş ilerledikçe tahammülsüzleşen, genç olmanın ne demek olduğunu unutan biri gibi davranmayayım diyorum. Filmin ilk yarım saatinde, bu 15 yaşlarındaki bebelerin itişmelerini, gülüşmelerini, konuşmalarını dinliyoruz. Salon dolu. Ama kimse onları uyarmaya cesaret edemiyor. Yarım saati geçirdikten sonra benim sinirlenme limitim doluyor. Kafamdan türlü senaryolar yazıyorum. Susmalarını mı söylemeli, yoksa çıkıp sinema güvenlikçilerine mi şikayet etmeli? Sonunda, en sağda oturan sarışın kızın kahkahalarından, Ceymis Bond'un ne dediğini anlayamaz hale gelince, biraz da bezginlikle yükselttiğim bir ''Şaaaat aaaappp!'' (Susun!)çıkıyor ağzımdan. Herkes bunu bekliyormuş. Arkamdan bir adam, ''Yes! Şat upp!'' diye kuvvetle onaylıyor. Bebeler tınmadıkları gibi, cevap yetiştiriyorlar. Bir tanesi bana ve arkamdaki adama, ''yu şat up!'' diyor. Bir başkası, ''şat yor trep!'' diye bağırıyor. Daha fazla gülmeye ve konuşmaya başlıyorlar.

Kafamdaki senaryolar giderek ağırlaşıyor. Hayalimde, yerimden fırlayıp bebelerin önüne dikiliyorum, ''bu kadar konuşacak şeyiniz varsa, çıkın bir kafeye gidip konuşun!'' diyorum. Sonra, bunun işe yaramayacağını düşünüyorum. Hemen bunu silip yerine daha sert bir şey konduruyorum. En iyisi şu durmadan kahkaha atan sarışın kızın saçını çekerim. Şöyle sertçe, arkaya doğru. Şaşırtıcı bir hareket olmalı. Sonra hızla, yanında oturan ve sürekli ön sıra ile arka sıra arasında yürüyüş yapan oğlana bir tokat patlatırım. Belki yanındaki oğlana da. Tabii bunun bedeli olur. Kalkıp bir tane bana yapıştırırlarsa ne olacak? Daniel bu işe karışırsa alayını döver. Belki, koşup hemen ön sıradakilere okkalı birer tokat patlatıp sonra da sinemadan kaçmak lazım. Zaten film çok sıkıcı! (Seyrettin mi de sıkıldın?)

Bu arada, acaba Daniel bu konuda ne düşünüyor diye dönüp bakıyorum. Daniel, gözlerini bile kırpmadan, çok sert bir ifadeyle öndeki bebelere bakıyor. Anlıyorum ki o da benimle benzer düşünceler içinde. Bir süre sonra bebeler sıkılıyorlar, -dedim ya film çok ama çok sıkıcı-, çıkıp gidiyorlar. İşte şimdi filmi seyredebiliriz. Filmdeki hatun epeyce güzel. Bir tane daha taş hatun peydah oluyor. Sonunda bu taş hatunlardan birini petrole bandırıp çıkarıyor birileri (nasıl olduğunu görmüyoruz) ve de tertemiz beyaz çarşafların üzerine öylece yatırıyor. Niyeyse çarşaflara petrol bulaşmamış. En çok buna şaşıyorum. Ne kadar da temiz iş çıkarmışlar diye. Bu kızcağıza bu fena işi kimin yaptığını ise anlayamadım. Seyrettirmedi ki bebeler filmin başını.

Filmdeki gürültü ve vahşet ve sıradan senaryodan fenalık geliyor. Daniel'a dönüp, ''gitsek mi acaba?'' diye soruyorum. Kafasını iki yana sallıyor ''hayır'' anlamında, gözü filmde. Ama arada bir derin derin iç çekmesinden, onun da çatlamak üzere olduğunu anlıyorum. Artık tek çarem var. Meditasyon! Tara na naaaam. Hemen gözlerimi kapıyorum. İçimdeki büyük derinlik, huzur vs. diye...Valla işe yarıyor. Filmin gürültüsünü bile duymuyorum pek. Beni rahatsız etmiyor artık. Daniel, ''what's up?'' (ne oluyor?) diye elini omzuma atıncaya kadar sürüyor. Gözlerimi açıp, ''filmden çok sıkıldım. O kadar sıkıldım ki daha fazla sıkıldığım bir zamanı hatırlamıyorum!'' diyorum. Sonra bundan daha kötü durumda olan insanları düşünmeye çalışıyorum. Mesela hapiste olabilirdim. Daha dün bir dergide hapisteki bir adamın harika bir dille yazdığı yazıyı okumuştum. Bu nasıl bir insani derinlik, nasıl bir güzellik diye içim erimişti.

Ortabatı Amerika'nın kavurucu yaz sıcağında, herkesin unuttuğu bir hapishanede, on beş gün güneş yüzü görmedikten sonra, elleri arkadan kelepçeli, avluya çıkarılmıştı adam. Diğer mahkumlarla beraber tek sıra halinde. Gökyüzüne bir bakış atmak, bir kuş sesi duymak, ağaca benzer yeşil bir şey görmek istiyordu. Bütün umudu buydu. Gardiyanlarsa, yukarı bakmayı yasaklamışlardı! Herkes ayağına bakarak yürüyecekti. Kelepçeler ellerini kesiyor, bileklerinde kanlı izler oluşturuyordu. Boynu kırılmış olan hücre arkadaşı, o haliyle yürümeye zorlanıyordu. O durumda bile adam, ''ne yapabilirim, burada insanlık adına, benim yapabileceğim iyi olarak ne var?'' diye sormuştu kendisine. Şakır şakır terliyordu. Gardiyanlar, rüzgar fanlarını kendilerine doğru tutmuşlar, bir köşede bekliyorlardı. Adam, ''böyle yerlerde insanlığın unutulması çok rastlanan bir şeydir. Sadece mahkumsunuzdur. Elinizin acıdığı, aşırı sıcaktan fenalaştığınız, kırık boyunla yürümek zorunda bırakıldığınız için kimse size üzülmez'' diyordu. Adam, meditasyon bildiği için, biraz huzur bulabilmişti. Diğerlerini düşündü. Onların acılarını hafifletmek için ne yapabileceğini. Hücreye döndükleri zaman, hücre arkadaşı, kendisine gerektiği gibi tedavi imkanı tanınmamasından, bu halde yürümeye zorlanmasının zalimliğinden bahsederken, adam şöyle düşündü: Hücre arkadaşım için şunu yapabilirim. Onu kalbimi açarak, dikkatle dinleyebilirim. Acısını, sıkıntısını boşaltmasına izin verebilirim. Böylece onu düşünen, dinleyen bir insan olduğunu bilecek ve bu ona bir var olma sebebi verecektir.

Tabii söylemesi kolay. Dışarda veya içerde, nerede olursak olalım, bu şehirden nereye kaçarsak kaçalım, kendimizi de yanımızda götürdüğümüz için, bu ele avuca sığmayan, yerinde duramayan enerjiyi de aynen taşıyoruz. Mesele, nerede olursak olalım, kendi enerjimizi tanımak, onu olduğu gibi kabul etmek, içinde bulunduğumuz durumdan kaçmak yerine keyfini çıkarmak. Acı veya tatlı. Sonuçta, her şey geçiyor. Biz bile, bir gün gelecek, geçeceğiz bu dünyadan. Kalan hiç olmamış. Kimse duymamış. Nasıl geçeceğimize karar vermek ise bize kalmış.

Bu felsefi ve duygusal ve de meditasyonsal bölümden sonra gelelim Ceymis Bond'a. Bizim Etiyopyalı bakkalda çalışan Vasand'a göre, (Vasand Sri Lanka dilinde güneşin doğuşu demekmiş, Vasand'ın yalancısıyım), yeni Ceymis Bond filmi çok çok ama çok güzeldi. Tabii Vasand, bakkalda çalışmanın ve günlük çok lezzetli yemekler pişirmenin yanında, her gün spor salonunda 3 saat geçiren bir çocukcağız. Daniel'a bakıp, ''bir gün senin gibi olacağım!'' diyor. Spor salonuna gidip çalışmakla, Daniel gibi kolay bulunmayacak uzunluk ve genişlikte bir adam olamayacağını söylemek istemiyoruz şimdilik. Bir gün kendisi anlayacaktır diye varsayıyorum. Büyüyünce...Daniel kadar büyüyemeyince...

Bu yeni Ceymis Bond konseptini pek tutmadım. Nerede eski Bondlar. Sean Connery için sekiz tane hatunun biri gelir biri gider. Hiç ama hiç arkasına bakmaz Bond. Kızlar da birbirini kıskanmaya kalkışmazlar. Tabii film bu ne de olsa. Ceymis, niyeyse, bir önceki filmde ölen kızı düşünüp ona üzülüyor sürekli. Gözler kan çanağı, elinde içki bardağı, günlerce gecelerce uyumuyor. O kadar da vurdulu kırdılı bir hayat yaşarken hem de, uykusuz olur mu? C vitamini alması lazım, B kompleks vitamin alması lazım. Hem de bütün bu yorgunluğun üstüne 8 saat bir uyku çekmesi lazım. Maazallah adam hasta düşer. Neymiş, üzülüyormuş. Kendisi çatır çatır adamları öldürmesini biliyor ama. Hiç sormuyor, bu çatıdan attığım gardiyanın acaba evde bekleyen karısı, çocukları var mıdır, duyunca annesi babası üzülür mü diye. Nereden çıktı bu duygusallık anlamadım. Senaryoyu hiç ama hiç anlamadım. Daniel çıkışta, ''o binadaki yangın nasıl başladı sen anladın mı?'' diye sordu. ''Ben meditasyon yapıyordum, bina falan görmedim'' dedim. Başka soru sormadı. Gözlerimi açık tuttuğum aralarda, Fidel Castro'ya benzeyen bir üniforma giymiş ''kötü adam'' karakterini gördüm. Judie Dench, Bond'un annesi rolündeydi. Hesapta patronu biliyorsunuz. Ama böyle bir ''anne şefkati'' falan numaraları sıkıştırmışlar filme. Halbuki, en başında Judie Dench, ya da filmdeki adıyla Em, ''Bond'un bütün pasaportlarını ve kredi kartlarını iptal edin'' diyordu, sözünü dinlemedi diye. Ona güvenmiyordu en başta.

Filmin sonu nasıldı en ufak bir fikrim yok şu anda. Sadece iki saat onbeş dakika önce filmden çıktığımız hesaba katılırsa, bu çok enteresan. Tek hatırladığım, film bittiği zaman ''Yeeeey!!'' diye (Türkçesi Yaşasın!) bağırdığım ve el çırptığım. Bu arada Bond'u canlandıran Daniel Craig'e haksızlık etmeyeyim. Çok şık hareketleri var. Ama bir daha gitsin başka bir film seçsin kendine.

Sinemadan çıkmak da epey zaman aldı. Her yer yağmur gibi bebe kaynıyor. Birden anladım. Bunların hepsi, ''Twilight'' (Alacakaranlık) denilen yeni gençlik filmine geliyordu. Gençlik filmi diyorum da, vampir filmi aslında. Tanıdığım birisinin tavsiyesi ve bütün kitapçılarda boy boy afişleri nedeniyle gidip kitabını almıştım. İlk bölümünü Daniel ile beraber okuduk. Sonra bana sıkıntılar bastı. Kurgu şeyleri, çok çok ama çok başarılı değilse okuyamıyorum ben. Hiç de kolay beğenmem, bilen bilir. Daniel sonuna kadar okudu. Sonra da, ''lise çocukları için yazılmış, vampirlerin aşk romanı'' diye özetledi durumu. Sinemanın önündeki bebeler, bu filmi görmeye gelmişti. Bazen ben de böyle uyduruk bir roman yazayım, biraz para kazanayım diyorum. Sonra, öyle uyduruk bir roman yazarken ne kadar ama ne kadar çok sıkılacağımı düşünüp vazgeçiyorum. Düşünmeye bile değmez. Varalım zengin olmayalım. Zaten bugün bana Kanada piyangosundan para kazandığım duyuruldu e-mail ile. Niyeyse (!) Kanada piyangosunun parası bir Afrika bankasındaymış. Benden, sosyal güvenlik numaramı, banka hesap numaramı ve bilimum bilgileri istiyorlar. Koskoca Kanada piyangosunun e-mail adresi ise bir gmail adresi. Adres aynen şöyle: JamesKing@gmail.com Kanada piyangosuna katıldığımı hatırlamıyorum. Bana zaten sık sık piyangodan para çıktığı e-mailleri geliyor. Veya, falanca falanca kişinin bilmemne bankasında parası mahsur kalmıştır, bir süre bu parayı sizin hesabınızda saklamak istemektedir. Transfer için acaba banka numaranızı vermeniz mümkün müdür. İşlem çok aceledir, acilen bilgiler gönderilmelidir. Böyle kandırmaca e-maillere kanan eminim çok insan vardır. Onları buradan saygıyla selamlıyorum. Herkesin zayıf bir noktası var. Bir diplomat arkadaşım, e-maille gelen ''free laptop'' (bedava dizüstü bilgisayar) yazısına kanmıştı mesela. Laptop gelmediği gibi, evinin telefonu susmak bilmemişti. Saflığını kanıtlamış birisi olarak, fırsatçı şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı hedef kitle arasında kayıtlara geçmişti adı.

Ben gidip kendime bir sütlü çay yapayım. Bu yazıyı göndereyim. Hepinize son Ceymis Bond'dan daha iyi senaryolu aksiyon filmleri dilerim. Sırada seyretmek için beklediğim çok enteresan bir film var. Kolu yerine makinalı tüfek takılı olan Japon bir kızın heyecanlı maceraları. Çok güzel olduğuna şüphem yok! Yarın hava yine soğuk olacakmış.

Yelda atkımı hala vermedin bana, çok ama çok üşüyorum! (hahahaha, şaka şaka)



Hep keyifli olduğum zamanlarda yazı yazmaya özen gösteriyorum. Ama bir süredir yazamadım. Keyfim olmadığından değil, zamansızlıktan, yorgunluktan. Oturdum hemen okuyucularımı bilgilendiriyorum. Malum, küresel finansal krizi konuşmak üzere Türkiye’nin de aralarında bulunduğu G-20 ülkesi liderleri Washington’da toplandı, biz de izledik. ”G” İngilizce’deki ”Group” (Grup) kelimesini temsil ediyor. Yani G-20, 20 ülkeden oluşan grup demek. Yazının başlığında çok kilit bazı ifadeler kullandım. Gazeteciler çok sever. Birincisi, ”çok gizli”. Hiç adama sormazlar mı, ”madem çok gizliydi, basına niye bu kadar kolay sızdı?”. İkinci ifade, ”perde arkası”. Bu da, gazetecinin, ”ben perdenin arkasında olup bitenleri bile öğrenirim” demesidir. Halbuki, o aynı perdenin arkasını öğrenen başka gazeteciler de vardır. 55 kişinin bildiği bir mesele niye ”perde arkası” olsun. Bir de haberler hep ”masaya yatırılır”. Niye bilmem. Ben de yazının başlığını ”G-20 zirvesinin çok gizli perde arkasını masaya yatırıyorum” diye koyacaktım ama bizim meslekte uzun başlık atmak olmaz.

Washington’a Türkiye’den bir ziyaret olduğu zaman, vaktimin çoğu, diğer arkadaşlarımla birlikte otel lobisinde beklemekle geçiyor. Bu kez de öyle oldu. Aslında zirve çerçevesinde sadece bir akşam yemeği ve ertesi gün de sabahtan öğlene kadar National Building Museum’da (Ulusal Bina Müzesi) zirve için toplandı liderler. Bu kez beklediğimiz otel, Beyaz Saray’a karşıdan bakan, stratejik konuma sahip bir otel. Liderler veya Beyaz Saray’da işi olan her kim varsa, Beyaz Saray işi öncesinde veya sonrasında bu otelin lobisinde, restoranında, barında rastlamak mümkün. Bu otelin lobisine gidip saatlerce oturan Türk ve yabancı gazeteci arkadaşlar biliyorum. Tabii yabancı gazeteci demem biraz komik, çünkü biz Türkler olarak burada yabancı gazeteciyiz. Başka yabancı gazeteciler de var. Washington’da 1000 kadar yabancı gazeteci vardı bir zamanlar, ki ben bu rakamın enflasyona uğradığını zannediyorum. Amerikalı gazetecileri de sayarsanız, bu kentte her yer gazeteci kaynıyor. Hemen her gün burayı ziyaret eden bir ülke lideri var.

Geçtiğimiz pazar gününü, bir otelin lobisinde, bilgisayar odasında ve restoranında beş saat bekleyerek geçirdim. Neyse fazla karıştırmayayım herşeyi baştan anlatayım. Otel lobisine sonra geleceğiz.

Birinci gün. Sabah erkenden bir ”düşünce” kuruluşundayız. Evde meditasyon yaparak düşünmeme üzerinde çalışırken, gündüzleri düşünce kuruluşlarındaki toplantılara gidiyoruz. Güvenlik için biz katılımcılar çok daha erkenden oradayız. Salon çok çok çok soğuk. Zaten grip atlatıyorum. Yeri gelmişken, ”neti pot” diye bir şey var. Dr. Mehmet Öz de tavsiye ediyormuş. Çaydanlığın demlik kısmı gibi birşey. İçine ılık su ve bir dolu yemek kaşığı tuz atıyorsunuz. Varsa deniz tuzu. Bu demliğin ucundan burnunuza tuzlu suyu yavaş yavaş akıtıyorsunuz. Annecim kusura bakma, senin bana gönderdiğin üstü meyva desenli porselen demliği bu iş için kullandım. O Türk malı üstü meyva desenli porselen demlikten, Yelda’da da var, Seda’da da görmüştüm. Her ikisine de annesi vermiş. Kızları Amerika’da yaşayan annelerin ortak bir noktası olmalı. Dönelim neti pota. Tuzlu su, burnun diğer tarafından dökülürken mikroplar temizleniyor. Grip, nezlenin ilk belirtisinde hemen bunu yapıp, bir sabah bir akşam tekrarlarsanız çok iyi geliyor. Ben öyle yaptım. Ayrıca 1000 mg. C vitamini ve B vitamin kompleksinden oluşan bir başka vitamin daha aldım. Bizim müdür söyledi vitamin almamı. Ben de dinledim. İyi ki öyle yapmışım. Aşırı yorgunluk dışında, işimi yapabilecek kadar gücüm vardı. Daniel da, her ne kadar erken kalkarsam kalkayım, bu dönem içinde muhakkak her gün kahvaltı hazırladı benim için. Şunu da araya sıkıştırayım. ”Vegemite” diye (Vecimayt okunuyor) Avustralya yapımı bir ürün var. Hani hep ”Amerika’da herşey var” derler ya. Vegemite yok! Bu durum, her sağlıklı Avustralyalı’nın vegemite sürülmüş tost yemesi gerektiğine inanan kocam için katlanılamaz birşey. Bir iki hafta önce aklıma geldi, internetten bunu ısmarlamanın yoluna baktım. Ve tabii ki, Los Angeles’ta bir şirket bu ürünü ithal ediyordu. Ismarladım, geldi. Avustralyalılar, bir yabancıyı aralarına kabul ederken, gizli bir teste tabi tutuyorlar. Vegemite sevmiyorsanız, -ki bu çok muhtemel, aşırı tuzlu simsiyah, koyu bir macun bu Vegemite ve Avustralyalılar dışında seveni az-, o zaman sizin bir iki tahtanız eksikmiş gibi muamele görebilirsiniz. Ekmeğin üstüne sadece çok ince bir tabaka olarak sürülmesi gerekiyor. B-12 vitaminleri bakımından zengin olan bu ürün, kimilerine göre Avustralyalı çocukların çok gürbüz ve sağlıklı olmasının arkasında yatan sır.

Düşünce kuruluşunda halime acıyan bir yazar, atkısını vermeyi teklif ediyor. Teşekkür ediyorum ama almıyorum. Zaten üzerimde, bu kış milli üniformam olacağını zannettiğim çok kalın, yünlü bir ceket var. Toplantı beklediğimden çok daha uzun sürüyor. Haberi hemen yazmam lazım. Konuşma yapılırken not aldığım dizüstü bilgisayarımı kapatmadan, tek elimle taşıyarak binadan çıkıyorum. Bir kafede oturup haberimi yazmaya başlıyorum. Bir destan kadar uzun oluyor. Hande bana çay ve kek desteği yapıyor. Yazmayı bitirir bitirmez, koşa koşa metroya. Diğer toplantının yapılacağı binaya gidiyoruz. O toplantı biraz daha kısa sürüyor. Yazması diğerine göre daha az zaman alıyor. Bu arada, yabancı basın merkezine, G-20 basın akreditasyon kartlarımızı almaya gidiyoruz aynı gün içinde belki beş kere. Çoğu gazetecinin kartı çıkmamış. Yabancı basın merkezi, suçu Beyaz Saray’a atıyor. Zirve ertesi gün başlayacak. Ve basın akreditasyon kartı olmadan, o bölgenin civarından geçmek bile mümkün olmayacak. En sonunda yabancı basın merkezinden, ”adınız listede ama kartınız henüz basılmamış. İsterseniz gidip gizli servisin ofisinden kartınızı bastırıp hemen orada alabilirsiniz” mesajı geliyor. Diğer gazeteci arkadaşlardan, gizli servisin önündeki gazeteci kuyruğunun bir mili aştığı haberleri geliyor. Çoğu kimse gitmeye tenezzül etmiyor. Otelde biraz daha bekledikten sonra, ertesi gün zirveyi izleyebilmek için, gizli servis binasına gitmekten başka çaremiz olmadığına kanaat getiriyoruz. Bilal, Tolga ve ben, kalkıp gidiyoruz. Sırada 10-12 kişi var. Kimlik basan ise iki kişi. Ve önümüzdeki bir Japon gazeteci, sanırım bütün Japonya için akreditasyon kartı çıkarmaya çalışıyordu. Bu akreditasyon işi olmasaydı, kuyrukta beklemek yerine, yorgun geçen bir günün ardından gidip bir kaç saat daha fazla dinlenebilecektik. Çok yorgun olan Bilal’i zaten, ikinci toplantıdan sonra otele giderken, ”çok yakın, taksiyi boşver, yürüyelim” diye kandırmıştım. Ama otele giden yolların güvenlik için kapatılacağını hesaba katmamışım. Çok uzun bir süre, elimizde ağır çantalarla soğukta yürümek zorunda kalmıştık. Bunun üzerine, gizli servise gidip kuyrukta beklemek hepimizi germişti. Bilal beklerken yere bağdaş kurup oturdu. Sıra bize geldiğinde, resimlerimiz çekilirken birbirimizle dalga geçip güldürmekle uğraşıyorduk. Neyse saat 10:00 gibi işimiz bitti ve ben eve, çocuklar da otellerine dönebildiler.

Zirve günü, kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hesapta bir program vardı ama içindeki bir çok unsur belirsizdi. Her an değişiklikler yapılabilirdi. Üstelik hava çok yağmurlu ve rüzgarlıydı. Fırtınadan bahsediliyordu. Saat sekiz gibi telefonun alarmıyla uyandığımda hala çok yorgundum. Bütün o yorgunluğun üzerine, fotoğraf çekeceği için saat dörtte kalkmak zorunda olduğunu bildiğim Tolga’yı düşündüm. Zirve için önce ABD Dışişleri Bakanlığı’na gitmek gerekiyordu. Buradan otobüslerle bizi G-20′nin toplanacağı National Building Museum’a götüreceklerdi. Başka türlü zirveyi izleme şansınız yok. Güvenlik için izlenen yol bu. Hemen hepimizin ABD Dışişleri Bakanlığı basın kartları olmasına rağmen, ekstra güvenlikten geçtik. Her milletten gazeteci için ayrı bir otobüs tutulmuştu. Türkiye otobüsünde sadece altı gazeteciydik. Bir de bize mihmandarlık yapan gönüllü Amerikalı öğrenci vardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önünde bize, elimizdeki çantaları yere dizmemiz söylendi. Yan yana hepimiz çantaları binanın önünde yerde sıraladık. İçindeki dizüstü bilgisayarları açıp, çantaların üstüne koyduk. Cüzdanlarımızı ve telefonlarımızı aldıktan sonra bize, ”anons yapacağız, gidip kafeteryada oyalanın” dediler. Yarım saatten fazla bir zamandan sonra bizi çağırdılar ve gidip çantalarımızı topladık, bize ayrılan sekiz numaralı otobüse bindik. Hispanik şoför nedense sinirliydi. ”Hello” dememe rağmen cevap alamadım. Bizim otobüs en sona kaldı, nedense şoför bir türlü otobüsü zamanında hareket ettiremedi. Bunun üzerine bize bir polis eskortu verdiler. Cumartesi cumartesi, Washington’un trafik sıkışıklığında, önümüzde polis eskortuyla, bütün trafiği atlatarak sokaklarda ilerledik.

Türkiye’den otobüsle çıkılan gezilerde müzik olur, şarkı söylenir, göbek atılır. Biz de, Türk otobüsü olmanın hakkını vermeliydik. Siyah ceketlerimiz, ciddiyetimiz ve yorgunluğumuz bir anda geride kaldı. Nuh, dizüstü bilgisayarındaki bir laz havasını çalmaya başladı. Ve şarkıya eşlik edenler mi istersiniz, şakır şakır parmak şıklatıp yan yan oynayanlar mı, yoksa kahkahadan kırılanlar mı…Bizim gönüllü Amerikalı çocuk bile heyecanlandı ve o da oynamaya başladı. Biz de alkışlayarak cesaret verdik. Şoförün ise ağzından tek kelime çıkmadı. Dudağının kenarında bir gülümseme belirmedi. Otobüsten indik, bizi bir salona aldılar. ”45 dakika buradasınız” dediler. Derme çatma bir çadırdı bu. Gerekirse telefon edebilmek ve haber yazabilmek için yer ayrılmıştı gazetecilere. Mehtap ile koşup hemen yemek aldık. Tam masaya oturmuştum ki, ”plan değişti, hemen sıra olun, toplantı salonuna alınacaksınız” dediler. Herkes sıra oldu. Mehtap’ı çok takdir ettim, çünkü o önce yemeğini bitirdi. Ben sıraya girmiştim bile. Ama Mehtap yemeğini bitirdiğinde bile hala sırada bekliyorduk. Benim seçtiğim tatlıları da peçeteye sarıp çantasına attı, ki bunları sonra Elçin ve benimle paylaştı. Ne zaman yemek yemeye vakit buluruz belli olmaz çünkü. Sonunda bizi salona aldılar. Prezidan Bush geldi, konuştu. Soru falan almadı. Saçları çok beyazlamış, yaşlanmış. Beyaz Saray’da son günleri. Bush’tan sonra salonda Avustralya başbakanı konuşacak. Sırf Daniel için acaba kalıp dinlesem ve izlenimlerimi ona anlatsam mı diye düşünüyorum. Sonra, üç beş kişi dışında kimsenin kalmadığını görüyorum. Otobüse geç kalmak istemem, daha yapacak işimiz var. Hayırlısıyla buluşmamız bir başka zamana Mr. Kevin Rudd.

Ertesi gün, otelde sabah nöbeti Bilal’de. Akşam üzeri ben devralıyorum. Lobide sarışın bir cadı var. Bu lüks otelin lobisini işgal eden gazetecileri sürekli rahatsız ediyor. Bizi lobiden çıkarmaya çalışıyor. Mehtap’a, ”o güzel telefonunuzu ve şarjını alıp yukarda sizin için hazırlanan odaya gider misiniz?” diyor. Bana dönüp ağzını açmak üzereyken, elimdeki dizüstü bilgisayarın kapağını hızla kapatıp, ”ben zaten bu otelden gidiyorum” diyorum.

Türkiye’den gelen ekipler ayrıldıktan sonra eve dönüyorum. Evde beni mis gibi bir sebze çorbası bekliyor. Netflix’den yeni ısmarladığım dvd’ler de gelmiş. Wong Kar Wai’nin bir filmini seçmiştim, ”Chungking Express”. Biraz deli bir film. Daniel, ”too artsy fartsy” diyor. Türkçesi, fazla sanatkarane film yapacağım derken sanatını biraz abartmış. Ben beğeniyorum. Bu yönetmenin başka filmlerini de gördüğüm için, tarzına alışkınım ve herkesin sevmeyebileceğini tahmin ediyorum. Bu gece de, diğer filmi izledik. Adı, ”Kite Runner” (Uçurtma Uçuran). Fena bir film değil. Yarısı Afganistan’da yarısı Amerika’da geçiyor.

Dün bir shopping mall’a gittik. Yani alışveriş merkezi. Şehre biraz uzak, Mehtap gidecekmiş, beni de götürdü. Güldüğüm iki şey oldu. Ben alışveriş merkezlerine alışkın değilim burada, arabam olmadığı için çok az gitmişimdir. Belki başkalarına o kadar enteresan gelmez ama iki tane enteresan şey oldu. Birincisi, mall’un ortasında bir yerde Pakistanlı bir kızın tezgahı vardı ve kaş alıyordu. Sabırsız olan ben, ”kaç para” diye sormadan, ”kaç dakika sürer?” diye sordum. Kız, ”beş” dedi. Oturdum. Pakistanlı Farah, elinde bir iple bir yandan kaşlarımı alıyor, ben bir yandan acıdan gözyaşlarımın akmasına engel olamıyorum, diğer taraftan bu durum o kadar komik ki kahkahalarla gülüyorum. Gözümü araladığımda siyah bir adamın gülerek kafasını eğip yapılan işlemi gayet yakından izlediğini görüyorum. Ona, ”çok acıyor” diyorum gözyaşları ve kahkahalar arasından. O da, ”görüyorum!” diye yanıt veriyor. Mehtap bana, yapılan işlemin kameraya çekildiğini ve monitörden gelip geçenlere gösterildiğini söylüyor! Bir yandan beni lafa tutuyor ki acıyı düşünmeyeyim! Düşünmemek ne mümkün. İşlemden bir saat sonra bile gözlerim hala yaşlı dolaşıyordum.

Sonra, Oprah’nın televizyon programında yer aldıktan sonra her yerde adı çıkan Açai berry ile yapılmış bir içecek içiyoruz. Arkasından Mehtap, beni bir dükkana sokuyor. Burada Çinli adamlar var. Masaj yeri! Elimde torbalar ve Açai berry içeceği, öylece masaj masalarına bakıyorum. Sokak ortasında kaşımı aldırdıktan sonra sıra, yine orta yerde masaj yaptırmaya mı geldi? Biraz korkarak Mehtap’a, ”üstümüzdekileri çıkartmıyoruz değil mi?” diye tereddütle soruyorum. ”Hayır hayır” diyor. ”Sadece ceketini çıkar, çok iyi geliyor”. Yüzüm masaj masasındaki deliğe gelecek şekilde yüzü koyun yatıyorum. İki kolum yandan aşağı sarkıyor. Masadaki delikten, biraz önce çıkarttığım Nike Air Max 360 spor ayakkabılarımı görüyorum. Onların yanında torbalar ve çantam ve masaj yapan 1 metre 25 santim boyundaki Çinli adamın kahverengi deriden Puma ayakkabıları var, yavaş yavaş hareket eden. Fazla bir beklentim yok ama masaj beni şaşırtıyor. Ağır çanta taşımaktan olduğunu zannettiğim sol kürek kemiğimdeki ağrı, bu masajla geçiyor. Yaptığı, sadece belli noktalara baskı uygulamak. Ve bunu da çok nazik bir şekilde yapıyor. Bir ara, çata çuta çata diye sesler duyuyorum. Mehtap yan masada bayağı bayağı dayak yiyor, masaj diye. Bir dakika sonra aynısı bana da yapılıyor. Hatta, kafama bile darbe alıyorum hafif hafif. İçimden, ”masaj ayağına, içlerindeki siniri müşterilere boşaltıyor bu adamlar” diye düşünüp gülüyorum. Yarım saat sonra, üzerimde hiç yorgunluk kalmamış. Eve gidip güzel bir uyku çekiyorum. Ta ki sabah 6:45′te kalkıp başka bir toplantıya yetişinceye kadar. Bir G-20 finansal zirvesini de böylece geride bırakıyoruz ve yeni zirvelere yelken açıyoruz.




Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. İyice bakın içeriye. Düşüncelerinizi bir izleyin. Pek zannettiğimiz kadar iyi, düşünceli insanlar olmayabiliriz kafamızın içinde. Düşüncelerinizi dikkatle izlerseniz, sokakta hiç tanımadığınız bir kişiye karşı, daha önce hiç farkında olmadığınız önyargılarınızla yaklaştığınızı görüp şaşırabilirsiniz. Bende yok demeyin, sadece izleyin düşüncelerinizi. Aslında ideali, pek bir şey düşünmemek, içinizdeki sonsuz boşluğun keyfini çıkarabilmek. Düşünceler gelirse de, illa bunları ciddiye almamak, her bir düşünceyi, iyi ya da kötü ayırdetmeden, ”bulut” farzetmek. Bulutlar, yani düşünceler gelip geçiyor. Gökyüzü hep yerinde kalıyor. İçimizden yükselen her duyguya engin gökyüzü gibi, uzay gibi bir açık meydan tanıyabilmek önemli.

Bugün, kendimi biraz hasta hissediyorum. Grip başlangıcı gibi. Ve önümde yapılacak zorlu işler var. Bir hafta kadar hasta olmak sözkonusu değil. Evde oturup uyusam, çok daha iyi olacak. Ancak gidilmesi gereken bir toplantı var. Dışarısı çok soğuk ve karanlık. Metroya yürüdüğüm mesafe, dağları aşmak gibi geliyor. Hiç ama hiç keyfim yok.

Kulağımda kulaklıklar, beni hep rahatlatan bir ”audiobook” dinliyorum. Bu audiobook denilen şey çok güzel. Birisi, çoğunlukla da yazarın kendisi, kitabını seslendiriyor ve siz de yürürken, metroda, yolculukta bu kitabı dinliyorsunuz. Kulağımda, Pema Chödrön’un ”how to get unstuck” (sıkışmışlıktan nasıl kurtulunur) ya da ona benzer bir adı olan audiobook’u var. Pema’nın kendisini dinlemeye gelenlerle yaptığı bir oturum sırasında kaydedilmiş. Dinlediğim bölümden özetle şunu anlıyorum. Dünyada en küçüğünden en büyüğüne derecelendirirsek şiddetin kaynağı kendi içimizde. Sinirli, agresif hareketlerle atmosfere her nefeste daha fazla şiddet katıyoruz. Tek yapmamız gereken, farkında olmak. Neredeyse kafamı sallayacağım onaylar anlamda. Oturduğum bankta metronun gelmesini bekliyorum. Dinlediğim şeye çok konsantre olmuşum. Üşümemek için dolma gibi giyinmiş durumdayım. Metro beklenen yer sıcak. Dışarısı ise soğuk. Rahatsızım. Neyse, şimdi anlatacağım davranışıma yol yapıyorum da ondan böyle rahatsızdım, hastaydım diye bahanelerimi önceden sıralıyorum. Olan şu. Genç bir siyah çocuk, sırtında sırt çantası, ona bakmamakta ısrarlı, gayet soğuk bir yüz ifadesi takınmama rağmen, önümde durup bana bir şeyler söylemeye başlıyor. Bir saniye bile düşünmeden yaptığım hareket şu. Sinek kovar gibi elimi, ”çekil git” anlamında sallıyorum. Bunu yaparken çocuğun yüzüne bile bakmıyorum. Fakat o saniyede, yaptığımın kabalığını anlayıp, kulaklığımı çıkararak, ne istediğini soruyorum. Artık çok geç. Genç adam, ‘’sadece bir soru soracaktım!” diye isyan ediyor. Yüzünde, tiksinti ifadesi var. Yürüyüp geçiyor, sorusunu başka birisine soracak.

Birden bire herşeyin farkındayım. Ne kadar hasta hissettiğim, şu toplantıya gitmek istemediğim gibi düşünceler önemsiz artık. İyi ki dışarı çıkmak zorundaymışım. İyi ki bu olay olmuş ve ben içimdeki önyargıyla, düşüncesiz eylemlerin yol açtığı en basitinden şiddetle yüzleşebilmişim.

Burada, bu kentin bir gerçeğini ifade etmem de gerek. Belki biraz kendi adıma savunma niteliği taşısa da. Yanınıza yanaşan, bir çeyreklik ya da her ne olursa bozuk para isteyen, bazen kolunuza yapışan, bazen -ki bu bana ve bir kaç tanıdığıma da oldu-, silahı olduğunu söyleyip sizi tehdit eden yüzde 99.9 siyahtır.

Bu durumun, insanların rengiyle alakası yok. Bu durumun, beyazlar tarafından yaşadıkları kıtadan kaçırılıp ucuz iş gücü ve sermaye için bu topraklara getirilen siyahların bu toplumdaki yeriyle bir alakası var. Türkiye’de otururken Amerikan televizyon dizilerini seyredip edindiğim izlenim, siyahlarla beyazların hep bir arada yaşadığı, arkadaş oldukları, ülkenin zenginliklerini paylaştığı, hatta siyahların çok neşeli, komik insanlar olduğu yönündeydi. İnsanları genellemelerle sınırlamak sizi yanlış yerlere götürebilir. Bunun sakıncasını görüyorum. Ama bazı gerçekler var. Benim şu anda yaşadığım ABD başkenti, dört bölgeye ayrılmış durumda. Ben bir çok beyaz gibi kuzey batıda oturuyorum. Diğer bölgelerde siyahlar ağırlıklı ve bir çizgiyle çizilmiş gibi farklı topraklara geldiğinizi anlıyorsunuz. Taksi şoförleri bu bölgede bir adrese gitmiyor.

Kente ilk geldiğimde bana söylenen, ‘’siyahların yaşadığı Anacostia’ya sakın gitme, öldürülürsün” oldu. Metroyla yanlışlıkla Anacostia’ya giden İngiliz turistin daha iner inmez öldürüldüğü benzeri hikayeleri duyuyoruz. Bunlar şehir efsanesi olmanın ötesinde. Washington Post’un bir eki var, haftada bir çıkıyor. Bölge bölge, nerede ne suç işlenmiş okuyabiliyorsunuz. Sayfa sayfa, suç raporu. Bunların büyük çoğunluğu siyahlar tarafından işlenmiş. Bir örnek, McDonalds hamburgercisinde oturan bir adam, arkasından beyzbol sopasıyla yaklaşan bir başkası tarafından kafasına indirilen darbelerle yaralanmış. Hava karardıktan sonra, kentin en beyaz bölümünde bile güvenli değilsiniz. Ara sokaklarda kafasına bir şey vurulup öldürülen bir Amerikalı gazeteci ve geçen yaz kızarkadaşıyla sinema dönüşünde boğazı kesilerek öldürülen çocuk aklıma geliyor.

Siyahların, suçla doğrudan ilişkilendirilmesi, toplumun öne çıkan, saygın siyahları arasında da çok büyük bir kırgınlık yaratıyor. Çünkü, tesadüfen bir sokakta siyah bir adamla karşılaşırsanız, çantanıza daha sıkı yapışıyorsunuz.

Siyahlara karşı bir önyargı beslemediğimi zannediyordum. Farkında bile olmadan, sürekli para isteyen, ”paran yoksa öpücük versen de olur” benzeri sözlerle dalgasını geçen siyahlara karşı bir tavır geliştirmişim. Duvar gibi bir surat ve sinek kovma hareketi. Benim bu çocukcağıza karşı davranışım, onu kırdı. Muhtemelen beyazların, düşüncesiz, önyargılı, kaba insanlar olduğu yönündeki kanısını güçlendirdi. Bugün ben, dünyadaki şiddete bir katkıda bulundum.

Bunu anlatmaktaki amacım, suçluluk duygusu değil. Böyle düşüncesizce bir harekette bulunup karşımdakini kırdığım için üzgünüm. Ama memnun olduğum bir taraf var. En azından, kendi davranışımı, düşünce yapımı yakaladım. Halbuki evden çıkmadan önce, Daniel ile oturup, Gabriel Garcia Marquez’in, ”Kolera Günlerinde Aşk” filmini izlemiştik. Bu çok sevdiğim romandan uyarlanan filmin sonunda gözyaşlarımı tutamamıştım. Sinek kovma olayından sonra aklıma, çok sevdiğim bir yazarın söyledikleri geldi. Yazar, film gibi gerçek olmayan bir şeyi, hareket eden resimleri bir perdeden izleyip ağlayan insanların, sinema çıkışı sokakta üşümüş bekleyen simitçinin önünden, bu kadar açık bir gerçekliğin içinden geçerken en ufak bir duygu kırıntısı hissetmemesine işaret etmişti. İyi duygularla, güzelliklerle örülmüş bir hiyayeye gözyaşı döküp, arkasından genç bir adamı, soru sormasına bile fırsat vermeden, bir sinek gibi kovmak. Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. ”Aman ne insanlar var” demeyin. Sadece derecesi farklı. Hitler’in vejeteryan olduğunu biliyor muydunuz? Hayvan seven, çiçek yetiştiren, resim yapan bir yanı varmış. Milyonları ölüme gönderirken bile, belki kendisinin vatanını seven, iyi, duygusal bir insan olduğunu zannediyordu.




ABD Başkanı George W. Bush, 2000 yılında ABD başkanlığını ”kazandığı” zaman, bu ülkede ekranda küfür edildiğinde biiip sesi yerine hakiki küfür duyduğunuz ve bunu ”ifade özgürlüğü” diye yaftalayan ender televizyon kanallarından olan HBO’da bir belgesel izlemiştim. Şimdiki ABD Temsilciler Meclisi’nin ilk kadın Başkanı olan Nancy Pelosi’nin gazeteci olan kızı, seçim kampanyası boyunca Cumhuriyetçi Partili başkan adayı Bush ile birlikte seyahat etmiş ve HBO için seyahatten görüntüleri, bir el kamerasıyla filme çekmişti. Şimdi google’dan arama vermeye üşendiğim için doğruluğunu teyit edemeyeceğim ancak belleğimde ilk adı Alexandra olarak kalan Pelosi’nin kızı, aylar boyunca Bush’u izleyen gazetecilerin nasıl perişan bir hayat yaşadıklarını, ailelerinden uzak kalıp, çocuklarının ilk adımlamasını kaçırışlarını, kötü beslenmelerini, koşturmacalarını anlatıyordu. Gazetecilerden birinin çocuğu, babasına pek yüz vermiyordu. Eninde sonunda adam, ara sıra eve gelen bir yabancıydı çocuk için. Belgeselin sonunda söylenen söz ise bende yer etti. Pelosi kızı şöyle diyordu: ”In the end, the guy became the President of the United States. What about us? (Adam, Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanı oldu. Peki ya biz ne olduk?”.

Barack Obama, ABD’nin ilk siyah başkanı olarak tarihe geçti. Biz de seçim haberleri yaparken uyumadık, yemedik içmedik, durmadan davul çaldık, olanları duyurduk. Peki ne olduk? Bana olanları anlatayım. Müdür, ”git yat artık, hala uykun gelmedi mi?” diye beni msn’den gönderdikten sonra, saatlerce zamanında haber yetiştirme derdiyle alarme olan bedenim bir türlü adrenalini atıp, sakinleşip uykuya geçemedi. Kafam 180 km hızla giderken nasıl hemen durabilirdim ki? Neyse çok yorgundum ve kafamdaki düşüncelerin hızı yarıya indiğinde yatağı boyladım. Seçim haberlerinin en orta yerinde bilgisayarım vefat etmiş ve Daniel’a, ”rica etsem senin bilgisayarını 15 saatliğine kullanabilir miyim?” demiştim utana sıkıla. Onun bilgisayarına el koyduğum gibi, bir gözüm televizyonda gelişmeleri takip etmem gerekiyordu. Bir ara Daniel, ”ben bir film seyredeceğim” dediğinde, panik halinde kafamı gömüldüğüm yazıdan kaldırmış ve yüzüne bakınca şaka yaptığını görüp rahatlamıştım.

Aynı evin içinde yaşayınca, Daniel benim çalışırken nasıl bir canavara dönüştüğümü, ağza alınmayacak küfürleri çatır çatır yapıştırdığımı gördü. İlk defa buna şahit olduğu zamanı çok iyi hatırlıyorum. CNN, Bush’un aniden düzenlemeye karar verdiği basın toplantısını yayınlıyordu. Bush, açıklamasının ortasında bir yerde, ”şimdi gelelim Türkiye’ye” dedi ve ben elimde teyple kulaklarımı dört açmış beklerken yayın çat diye kesildi ve başka bir konuya geçildi. Çok çok içten küfür edenlerdenseniz, hani taaa benliğinizin derinliklerinden, işte benim de öyle taaa yüreğimin derinliklerinden gayet okkalı bir kaç küfür döküldü. Zıp zıp zıpladım, tükürdüm yayını kesenlerin arkasından. Aslında çok da önemli değildi. Bush’un tam sözlerini alabileceğim başka kaynaklar var. Ve gecikme, lafı bile edilmeyecek kadar az. Ama televizyondaki cümleyi duyabilseydim, bana 10-15 dakika kazandıracaktı. Daniel, ağzı açık, şaşkınlıkla bana bakıyordu. Yüzüne baktığımda, şu altyazıyı gördüm, ”Uğruna ülkemi terkettiğim, kıtaları aştığım kadın bu mu?” Bu çerçevede, seçim gecesi aniden bilgisayarımın ölmesi karşısında nasıl bir tepki gösterdiğimi tahmin etmeniz güç değil. Neyse ki Daniel bana bilgisayarını bırakma inceliğini gösterdi. Belki de başka şansı olmadığı için.

Ertesi sabah çok erken uyandım. Telefon. ”Uyandırdım mı? Pardon!”. Bir kez uyanınca uyuyamıyoruz. Haberlerimiz girmiş mi gazetelere, onlar kontrol ediliyor, e-mail mesajları okunuyor. Evi toparlayıp temizlemeye başladım. Bir gece öncesinin adrenali olsa gerek, çok enerjik hissediyordum. Washington Post’un kapağında Obama’nın resmi vardı. Koleksiyoncular bütün gazeteleri erkenden toplamıştı. Obama seçildi ya, dünyaca küresel bir umut içindeyiz! Herkes hayattaki bütün beklentilerini bu siyah renkli ”kurtarıcıya” yüklüyor. Obama ekonomiyi düzeltecek, Amerikan askerlerini Irak’tan çekecek, Irak cennet olacak, terör problemini çözecek. Fakirin, işsizin, ezilmişin dostu geldi hanım!, İran ile ABD arasında bir uzlaşma zemini oluşturacak, ayağınız takılıp tam düşmek üzereyken Obama hemen kolunuzdan yakalayıp kurtaracak, sıkıştığınız aylarda gelip kiranızı ödeyecek. Bazıları bu kadar iyimser değil. Obama için, ”iyi paketlenmiş bir umut satıcılığı” diyorlar. Kim bu kadar derdin altından kalkabilir, herkesin beklentilerini karşılayabilir, hem evsahibinin hem de kiracının dostu olabilir? Bir ekonomist tanıdığım, ”dünya bu umuda bir şans tanımalı” demişti seçimden önce. Şimdi bu şans tanındı. Dünya sahnesi, nefesini tutmuş Obama’nın atacağı adımları bekliyor.

Bu seçim sonrası adrenal patlamasıyla yapılan temizliğin ardından, bir arkadaşımla buluşup yemek yedik. Utanmazca benim evin çok yakınında bir yerde buluşmayı önerdim. Yürüyecek halim yoktu. Neyse ki olur dedi ve buluştuk. Dönerken, iki adımlık yoldu ve ”ben eve yürüyeceğim” dememe rağmen arkadaşım arabayla eve bırakmakta ısrar etti. İyi de oldu. Çünkü park yerine yürürken bayılacağım zannettim. Bu fazla adrenalinle bir yere kadar gidiyorsunuz ve pilinizin bittiği yerde tak düşüyorsunuz. Bana hep böyle oluyor. Eve ulaşır ulaşmaz yatağı zor ettim. Kafamda, yorgunluktan uyuyamayacağım düşüncesi vardı. Bu da garip bir şey. Basketbol oynadığım günlerde olurdu sık sık. Kaslarım antrenmandan o kadar ağrırdı ki, çok yorgun olmama, uykuya çok ihtiyaç duymama rağmen uyuyamazdım bazen. Garip, rahatsız bir uykuya daldım ve şu rüyayı gördüm: Doktor muayenehanesinde kuyruktayım. Önümde 7-8 kişi var. Beklerken, aynalı bir odaya giriyorum, kapı yarı açık. Aynada kendime bakarken, kafatasımı açıyorum. Çok kolay oluyor, kan da yok. Kafatasımın içi pembe. Küçük beyaz bir nokta görüyorum ve ”bu da ne?” diyerek çekmeye başlıyorum. Çektikçe gerisi geliyor. Uçucu, beyaz, pamuk gibi bir nesne, iki avucumu dolduruyor. Kapıda Daniel beliriyor ve ”what the f…?” diyerek elimdeki beyaz nesneye ve açık kafatasıma bakıyor. O halde, doktor sırasında bekleyenlere gidiyorum ve ”benim durumum acil, doktoru hemen görmeliyim” diyerek sıranın önüne geçmeye çalışıyorum. Hiç kimse razı olmuyor. Burada uyanıyorum.

Ertesi gün bu rüyayı anlattığım Daniel, ”weird” (garip) dedi. Bunu rüyaya mı dedi yoksa bana mı emin değilim. Arada çok fark yok zaten. Hande hemen, ”Ben biliyorum ne olduğunu. Yastıklar!” dedi. ”Meditasyon yastıklarının içini boşaltmıştın ya!”. Benim yanıtım ise, ”ama yastıkların içindeki siyah, pul pul bir şeydi. Benim kafamdan çıkanlar pamuk gibi beyazdı” oldu! Meditasyon yastığı, kafayı ağırlık yapan düşüncelerden ”hesapta” arındırdığımız yer, dolayısıyla bu yorumda doğruluk payı olabilir. Benim yorumum ise şu, ‘’seçimler bitti ve benim kafamda yer eden zorlu bir dönem de geride kalmış oldu”. Şimdi yeni konulara yelken açabiliriz. Kabinede kim olacak, Türkiye’ye bakış nasıl olacak vs. Ama dinlenmeye de zamanımız var bu haftasonu.

Seçim sonrası televizyonda şöyle bir program izledim. ”Pick Up Artist-2”. Elçin, benim televizyonda izlediğim şeyleri duyunca, ‘’sen bu programları nereden buluyorsun?” diye soruyor hep. Sabırlıysanız ve 600 kanalı zaplayarak bir kaç tur dolaşırsanız bu programlara ulaşmak kolay. Bu bahsettiğim benim favori programlarından biri değil, onu söyleyeyim. Bir inanmazlık içinde seyrediyorum. Programın yıldızının adı ”Mystery”. Yani ‘’sır, gizem” ne derseniz deyin. Mystery’nin sır ve gizemini ise hemen buradan açıklıyorum. Parlak deri pantolon, kovboy çizmeleri, Matrix trençkotu, kovboy şapkası giyen ve şapkanın üzerine siyah renkli motorcu gözlüğü takan, tırnaklarına siyah oje süren, büyük parıltılı yüzüklerle parmaklarını donatan bir adam, ”kadın avlamanın sırlarını” anlatıyor. Bazen kovboy şapkasını, tüylü kocaman siyah bir şapkayla değiştiriyor. Ben bu Mystery’yi hiç şapkasız görmedim. Hmmm. Mystery’nin düşünüş şekli tahmin ediyorum şöyle: Kadınlar, kırlangıç kuşu gibidir, parıltılı nesneleri severler, o yüzden ne kadar parlak, dikkat çekici nesneyi kıyafet diye üstünüze geçirirseniz şansınız o kadar yükselir. Bu programın ikinci sezonu. Mystery, bir grup genç adama ders veriyor, sonra bir gece klübüne gönderip sınavdan geçiriyor. Cesareti fazla olmayan gençlere, kadınlardan bir telefon numarası koparmak, bir öpücük almak gibi ödevler veriyor. Bütün ayna karşısında yapılan hazırlıklara rağmen iletişim kurmayı başaramayanlar birer birer eleniyor. Sona kalan, adamımız Mystery ile seyahat ederek dünyayı dolaşıp, cesareti az, tecrübesiz gençlere, kadınlar nasıl avlanır diye ders verme şansını kazanıyor. Kamu hizmetinin böylesi. Mystery kendisini geniş kitlelere adamış. Programa katılan gençlerin kulakları, burnu, kaşı deliniyor, halkalar, küpeler takılıyor. Malum, kadınlar böyle parlak nesnelere geliyormuş. Mystery bu işin uzmanı, kendisi öyle diyor.

Her şeyi bir oyun ve yarışmaya dönüştürmek niyedir bu ülkede ben anlamıyorum. Kadını mal gibi görmenin ”moderncesi” bu olsa gerek. Sorumluluğu sadece erkeklere yüklemek de yanlış olur. Kadınlardan da, ”game plan” (oyun planı) diye bir şey duyuyorsunuz. Irak Savaşı’ndan önce ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un embed (gömme) gazeteci programına hazırlık amacıyla, çoğunluğu Amerikalı bir grup gazeteciyle birlikte askeri bir üste kampa katılmıştım. Kaldığım odadaki büyük televizyon kuruluşlarında çalışan kadın gazetecilerin, genç bir gazeteciye, bu oyun planından bahsettiğini duymuştum. Oyun planı olmadan, evlenme teklifi almak imkansızdı. Önce kötü davranıp, umursamaz görünecektiniz. Başka opsiyonlara da açık görünecektiniz. Sizi kaybetme olasılığını gören erkek arkadaş da hemen evlilik teklifini basacaktı. İşte mutlu Amerikan ailesinin temeli! Arkasından gelsin çocuklar. Bu oyun planının kitapları var. Kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı. Siz siz olun, parlak nesnelerden ve oyun planlarından uzak durun. Benden söylemesi.

Seçim yüzünden es geçtiğim bir konu var. Halloween. Yani cadılar bayramı. Bizim apartmanın yeni diktatörü, ki kendisine yönetici deniliyor, şöyle bir not astırtmış her yere: ”Halloween sırasında apartmana çocukların girmesi ve kapıları çalıp şeker talep etmeleri yasaklanmıştır!”. Çok teşekkürler. Biz de kapımızı sevimli kıyafetli çocuklar çalacak ve şeker isteyecekler diye endişe ediyorduk. Diktatör demem boşuna değil. Gelenleri kapıdaki masada karşılayan, çok kıymetli bir Jamaikalı dostumuz var, adı Neville. Neville’in artık televizyon seyretmesi yasak. Dikkati dağılır da apartmana yabancı birileri girer aman. Halbuki, elinde sensorlu kartı olmayan hiçkimse o kapıyı açamaz. Televizyonu bırakın, artık Neville’in kitap okumasına bile izin vermiyor yönetici hanım. Neville’e sordum, ”istersen ben konuşayım” dedim. ”Olmaz, benim halletmem lazım” dedi. Ama televizyonsuz, kitapsız oturuyor bütün gece. Geçen gün, derinden gelen bir radyo sesi duydum. Hemen, ”neeee, radyo mu dinliyorsun yoksa? Seni yöneticiye şikayet edeceğim Neville! ” diye şaka yaptım. Bazı insanların içinde bir diktatör var. Hangi görevi alırlarsa alsınlar, azıcık bir ast-üst durumu varsa, bir kişinin yöneticisi bile olsalar, hemen bir otorite kesilirler. Bizim yönetici bunlardan biri. Her gün fermanlarını apartmanın duvarlarına astırıyor.

Şimdi film yorumları. Netflix’ten gelen Waitress’ı (Garson Kız) seyrettim. Çok çok sevdim. İzlemenizi tavsiye ederim. Al Gore’un sunduğu The Inconvenient Truth (Rahatsız edici Gerçek) hakikaten çok rahatsız edici gerçeklerle sizi yüz yüze bırakıyor. Okyanuslardaki mercanların rengi solup üzerindeki planktonlar ve zamanla okyanusta bunlardan beslenen canlılar ölmesin, kutup ayıları üzerine çıkacak buzul kalmadığı için boğulmasın, enerji tüketimine çılgın gibi yoğunlaştığımız için dünyayı ısıtıp kasırgalardan, sellerden telef olmayalım. Filmin bir başka özelliği de, hayatını çevre konularına adayan Al Gore’un, Senato’da ve sonra ABD Başkan yardımcısı olarak da Beyaz Saray’da, başkalarını harekete geçirmede çaresiz kalışı. Politikacıların kendine sorduğu şu malum ”ekonomi mi çevre mi?” sorusunun yanıtı hep ekonomi olmuş. Peki ekonomi nereye kadar? Üzerinde yaşadığımız gezegene bu hızla bu kadar zarar vermeye hakkımız var mı?

Dünya üzerinde okuyucularımın sayısı giderek artıyor. Mehtap, Selçuk ve Hale’nin de katılmasının ardından, bu rakam ”şişkin” bir 11′e ulaştı. İlke, artık benimle ilgili gelişmeleri buradan takip edecek. Taner yorum bile yazmış. Yelda sadık okurum. Ona buradan özel teşekkürlerimi sunuyorum. Pınar’a da bir mesajım var. Pınarcım, dolma yapacak kadar enerjim yok bu aralar, kestane patlatacak sobam da yok, dolayısıyla ben bugün menemen yaptım, onu yedik. Yeterince Türk olmuş mu? Bütün arkadaşlara iyi haftasonları.




Demokrat Parti'nin başkan adayı Barack Obama, ABD'de başkanlık seçimini kazanan ilk siyah olarak Amerikan tarihine geçti.
Bugün ülkede oy kullanan siyahların bir kısmının, çocukluklarında otobüslerde arka sıralara oturtulduğu, beyazlarla aynı üniversiteye gitmelerine izin verilmediği, Ku Klux Klan gibi ırkçı örgütlerin saldırılarına maruz kaldığı düşünülürse, Obama'nın bu zaferi hiç hafife alınamayacak bir zafer.
Seçim kampanyası boyunca, ''bu ülke siyah bir adaya hazır değil'' ya da ''ABD'nin güneyindeki muhafazakar beyazların bir siyahı başkan seçmesi mümkün değil'' yorumlarını dinleyen Obama, bütün bunları kulak arkası ederek, emin adımlarla Beyaz Saray'a yürüdü.
46 yaşındaki Obama'nın gençliği, ''değişim'' mesajı, interneti kampanyasında aktif bir şekilde kullanması, seçim kampanyaları tarihinde ilk defa SMS mesajıyla başkan yardımcısının kim olacağı gibi duyuruları kaydolan seçmenlere önceden duyurması, bu zaferi getiren etkenlerden bazılarıydı.
Obama, her şeyden önce, sadece ABD'de değil, bütün dünyada ''bir umut'' olarak algılanıyor. Rakip Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adayı John McCain, bu yüzden seçim kampanyası boyunca, Obama'nın sadece iyi konuşma kabiliyeti olan bir isim olduğunu, ülkeyi yönetmeye yeterli tecrübesi bulunmadığını vurgulayarak bu algılamayı değiştirmeye çalıştı. Ancak başarılı olamadı.
Tecrübesinin sınırlılığına rağmen Obama, Avrupa ve Ortadoğu'yu kapsayan ziyaretiyle, devlet adamlığının bir provasını yaptı ve gittiği ülkelerde ''ABD başkanı gibi'' ağırlandı. Obama, ''Amerika'nın iyi, olumlu olarak bilinen özelliklerine yeniden geri dönüşünü'' simgeliyor bir çokları için. Tek taraflı eylemlerden, ABD Başkanı George W. Bush'un sergilediği ''ya bizimlesiniz ya da düşmandan yana'' veya ''bize saldırılmadan biz saldıracağız'' yaklaşımlarından uzak, yeni bir Amerika umudunu veriyor Obama. Bu yüzden de, Irak Savaşı nedeniyle ilişkilerin ciddi biçimde bozulduğu ve ABD'de ''French fries'' (Fransız usulü patates kızartması) sözünün bile ''özgürlük patatesi'' olarak adının değiştirildiği bir dönemin arkasından Obama, Fransa'yı ziyaretinde, Fransız halkı tarafından, Almanya'da Alman halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. ABD'de bu ziyaretlerin, ''Obama seçimlere Fransa'da girse kazanırdı'' şeklinde alaycı yorumlara yol açmasına karşın Barack Obama, dış politika konusunda tecrübesiz de olsa, bu konunun uzmanlarını biraraya toplayarak fikir alan, hem ABD'nin hem de başka ülkelerin iyiliği için çalışan bir lider imajını perçinledi.
ABD'de ise Obama, zayıf olanın, daha az kazananın yanında yer alacağını özellikle vurguladı. McCain ile yakından ilişkilendirilen, petrol çevreleri, armatörlerle ilişkileri çerçevesinde bilinen Bush ve ABD başkan yardımcısı Dick Cheney'den çok daha farklı bir tablo çizdi Obama. Siyah, beyaz, Müslüman, Hristiyan kültürlerin arasında büyümüş, bütün bu kültürlerin özelliklerini taşıyan Obama, kimileri tarafından yeterince Hristiyan bulunmadı, kimileri tarafından da yeterince siyah bulunmadı. Kansaslı beyaz annesinin büyüttüğü Obama'nın, beyazların dünyasının bir ürünü olarak bazı siyahlar tarafından kabul edilmediği söylentileri bulunuyordu. Ancak Obama, bütün bunları boşa çıkardı ve bütün kültürler ve ırklar arasında birleştirici oldu. Kendisi de siyah olan ve Cumhuriyetçi Partili olmasına karşılık, Obama'yı destekleyen ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın mesajı önemliydi. Powell, Obama'nın ''gizli Müslüman'' olduğu iddialarına karşılık, ''Müslüman olsa ne olur? Bu ülkede 7 yaşındaki bir Müslüman Amerikalı çocuğun, bir gün bu ülkenin başkanı olma hayali kurmasında yanlış olan nedir?'' diye sormuştu. Powell'ın, Irak Savaşı'nda kendisinin de bir parçası olduğu Bush yönetimini, aldığı tek taraflı kararlar doğrultusunda eleştirmesi, Cumhuriyetçi Parti'nin, Obama'yı ''terörle bağlantılı'' olarak sergilemeye çalışması gibi uygulamalarını, partinin yanlış yöne gittiğinin bir göstergesi olarak sergilemesi, Obama'nın halktan aldığı desteği perçinlemesinde önemli rol oynadı.
Bu yılki başkanlık seçimlerinin bir başka özelliği ise, Obama'nın ''değişim'' mesajının ülkede tutması oldu. Daha önce ABD'de seçmenlerin ancak yüzde 50'sinin sandık başına veya elektronik oy verme makinalarının başına gittiğinin görülmesine karşılık, bu seçimde müthiş bir seçmen ilgisi görüldü. Yaklaşık 130 milyon seçmenin sandık başına gitttiği söyleniyor. Obama, Washington'da eski politikaların değişeceğini ve uzlaşmacı bir yaklaşım izleyeceğini söylüyor.
ABD'nin 44'üncü başkanlığına seçilen Obama, 20 Ocak 2009'da düzenlenecek yemin töreninden sonra, Beyaz Saray'ı, ABD Başkanı Bush'tan devralacak. Bu tarihe kadar Bush, başkanlık görevini sürdürecek.