Bazen bayram bana geç geliyor. Tabii tabii, deliye her gün bayram ama, bayram bazen bana hiç uğramıyor. Birileri hatırlatmazsa unutuyorum. Bazı arkadaşlarımdan gelen e-mailler ve telefonlarla hatırlıyorum. Galiba, hatırlamak istemiyorum. Çünkü biliyorum ki annem dolmalar, börekler, kızartmalar yapmış, teyzemler, dayımlar, ikizler, kızlar, Özgür abimle Okşan, merdiven çıkmaya gücü yettiyse belki anneannem de katılmış kocaman sofrada bayram yemeği yemişlerdir. Üzerine çay içmiş, çok yüksek sesle aynı anda konuşup gülmüş, eğlenmişlerdir. Nitekim öyle de olmuş. Sonradan annem doğruladı bu tahminimi. Biz Özgürle küçükken bayram sofralarında sürekli kaş göz işaretleri yapıp birbirimize gülerdik. Hele bir bayram sofrasında, öyle komiklikler olmuştu ki ikimiz de inanamıştık. Özgür dönüp bana, ”kendimi Levent Kırca’nın skeçlerinden birinde zannettim” demişti.

Burada yaşayan bir arkadaşımla lafladık biraz telefonda. Bayramı nasıl geçirdiğimi sordu. İşte şöyle geçirdim: Birinci gün, dişçiye gittim! Gurbette bayram ne gezer? Danielcım da benimle geldi. Metronun yetişmediği bir yerde olduğu için dişçinin ofisi, taksiye bindik. Hava bir soğuk bir soğuk. Avustralya’nın 15 dereceye inen kışlarını ”çok soğuk” zanneden Daniel, kuzey yarım küreye taşınınca, hanyayı konyayı anladı tabii, son bir kaç senedir. Ben hep çok üşüyen bir insan olduğum için, kış mevsimini hiç tutmam. Dolma gibi giyinirim hep. Yine de üşürüm. Daniel, benim, ”palto giy, montunun fermuarını lütfen çek, şapka tak, atkı al, sana eldiven almamız lazım” uyarılarımı pek dinlemiyordu başta. Dişçiye gittiğimiz gün anladı. Yolda durup eldiven aldık ona. Ben utanmasam ve de taşıması zor olmasa en kalın battaniyeye sarınıp dolaşacağım valla. Yani bu Washington’un soğuğu pek pis oluyor. İnsanların soğuktan donup öldüğü bir hava bu.

Dişçimiz Dr Chen (Daktır Çen), çok tatlı bir adam çıktı. Beni ona gönderen ”esas” dişçimin zannettiği gibi korkulacak şeyler olmadığını söyledi. Köprü denilen şeylerin nasıl temizleneceğini uygulamalı olarak gösterdi, ben de ayna tutup izledim. Dr Chen, beş kere falan bana ”ay sen çok gençsin” dedi. Ben de hani gencim kabul ederim de, o kadar da değil. Sonra anladım ki, Bethesda denilen yaşlı, emekli mahallesinde olduğumuz için, muhtemelen Daktır Çen’e gelenler 80-90 yaşlarında. Ben, dişçinin gözüne genç gözükmüş olmalıyım onlardan sonra. Esas dişçim, çektiği x-reyi meğer göndermemiş Daktır Çen’e. Neyse ki Daktır Çen, rahatsızlık duyarsam onu aramam için ev ve cep numarasını verdi. Aferim, böyle şeyler yapmazlar burada. Valla Amerika’da, ”beni Türk doktorlarına emanet edin” lafının kıymetini anladım. Beni Türk daktırlarına emanet edin! Buradaki sağlık sistemi ve doktorları hiç mi hiç beğenmiyorum. Bazen duyuyorum Türkiye’den kalkıp buraya gelenleri sırf doktor için. Ben olsam gelmezdim, ne yalan söyleyeyim. Bir kere kalite düşük. Denetim mekanizması yok. Ve sigorta sistemi, soygun esasına dayalı. Dünyanın parasını ödediğiniz iyi bir sigorta şirketi var diyelim mesela. Hani olmasın, kimsenin başına gelmesin ama, mesela Obama’nın annesi yazık öyle vefat etmiş. Kadıncağız kanser olmuş, sigorta şirketleri aylık ödediği primleri yükselttiği gibi, o masrafı ödemeyiz, bu masrafı ödemeyiz diye tutturmuşlar. Annesinin telefonda sigorta şirketleriyle konuşmalarını dinleyip üzülen genç Obama, bu çaresizliği gördüğü için, bugün sağlık sistemini düzeltmeyi öncelikleri arasında sayıyor. Valla başarılar. Nasıl düzelecek ben göremiyorum.

Bir ara, Amerika’da diş yaptırmak o kadar pahalıya mal oluyordu ki, diplomat bir arkadaşım, ”dişçiye vereceğim parayla Türkiye’ye uçar, ailemi, arkadaşlarımı görür, dişimi de orada yaptırır gelirim” demişti. Öyle de yapmıştı. Bugünlerde dişçi fiyatları Türkiye ile Amerika arasında çok farklı değilmiş anladığım kadarıyla. Neyse, Daktır Çen dişime floss yaptıktan sonra ödediğim parayı açıklıyorum: 120 dolar! Sigortamın, dişi de kapsadığını sanıyordum. Dişçinin sekreteri sigorta şirketini aradı, emin değillerdi. Aetna diye bir yer varmış, orayı arayacağım da soracağım. Ölme eşeğim ölme. Bir yandan da çalışıyoruz biz, bir işimiz var. Ayrıca sanal çiftliğimin domateslerini ekip biçmek, hasadı toplamak gibi önemli hobilerim var. Daniel, ”herşeyin bu kadar zor olmasına inanamıyorum” dedi bana. Ben hep söylüyorum. Her yeri çatlak bir bürokrasi ve yaptıkları işte yeterli kapasiteleri olmayan, kurallar kitabıyla sınırlanan, yaratıcılık ve esneklikten muzdarip insanlar bu ülkede sıklıkla karşımıza çıkıyor.

Dişçi macerasından sonra, bir Japon lokantasına gittik Daniel ile. Çok sıcak bir çorbayı paylaştık. Arkasından, bir kitapçıya gidip kahve içtik. Dişçiye gitmek zorunda olmasam, bu soğukta burnumu dışarıya uzatmazdım aslında. Ama dışarı çıkmak iyi oldu. Kitapçıda evrenin oluşumuyla ilgili bir dvd seçtik. Koskocaman bir dünyanın ortasında kendimizi bir şey zannettiğimiz, küçük küçük şeylerle uğraştığımız hayatlarımız aslında, başka büyüklüklerle kıyaslanınca hiç kalıyor. Şu evrenin nasıl işlediğini bir öğrensem, başka da bir şey istemiyorum. Ama elektrik denilen şeyin aslında nasıl işlediğini daha yeni öğrenmiş birisiyim. Biraz haddimi bilmem lazım. Daha gidecek çooook yolum var ve belki de evreni kavramanın yolu, imkanı yok. Elektriği de, bu işlerden anlayan yetkili kişi olarak Daniel’a sordum. Dedim ki, ”tamam ben bunu okudum kitaplardan. Denileni de anlıyorum. Ama elektriğin nasıl çalıştığını tam olarak kavradığımı söyleyemem. Sen bir mühendis olarak bana bunu anlat lütfen!”.

Önce bir anlattı, aradan bir iki gün geçti, ben kafamda bazı şeyleri tarttım, hazmettim. Sonra bir kere daha anlatmasını istedim. Ancak ondan sonra, elektrik nasıl birşeydir, kafamda hayal edebildim ilk defa. Buraya yazmıyorum, çalışın, öğrenin. Sonra aranızdan bazıları, ”haa haa hala öğrenememiş” demeye kalkar, benim kafam atar.

Kitapçıdan sonra, bu kışı böyle evde geçirirsem ve bu hızla kilo almaya devam edersem, yaz mevsimine, kış uykusundan uyanan bir ayı olarak kalkmak istemediğime kanaat getirdiğim için, aylardan sonra spor salonuna gittim. Kapıdaki çocuk, elli saat neden uzun zamandır ortalarda görünmediğimi, kocamın da gelmediğini kafama kaktı. Amerika’da spor yapmamak çok ayıp bir şey. Kilo almak da öyle. Ben geçen yıldan beri spor salonuna çok az uğradım. Bugün, üç haftadır beni görmeyen bir arkadaşım, ”yüzünü unutacağım, artık görüşelim” deyince, ”top gibi oldum, yuvarlanıp gidiyorum” dedim. Bu arada, soyunma odasındaki aynada, üzerimdeki eşofmana takıldı gözlerim. Eşofman epeyce bir çekmişti. Kocam sağolsun, ben haber peşinde koştururken, iyilik olsun diye ne bulursa yıkıyor. Böyle bir alışkanlığı var. Çamaşır yıkayan koca nerede bulunmuş, şikayet etmiyoruz tabii. Ama bazı şeyler çok sıcak suda yıkanınca çekiyor. Şimdi benim boyu dizime kadar çeken bir yün pantolonum ve büstiyer olarak kullanabileceğim bir mavi kazağımın yanı sıra, fena halde kısalmış bir eşofmanım da oldu.

Üzerimde bu eşofmanla, ”nereden çıkardım bu soğukta başıma spor yapmayı” diye içimden söylene söylene gittim koşu bandına çıktım. Beş dakika yavaş yavaş yürüdüm. Sonra yavaştan koşmaya başladım. Yanımdaki koşu bandına bir kız çıktı. Yan gözle görüyorum. Kız ısrarla bana bakıyor. Amerika’da öyle gözünüzü birisinin üstüne dikmek çok ayıp. Türkiye’de ısrarla bakılması normaldir. Hatta, ”ne bakıyosun yaa” dersiniz, ”bakharım saa ne?” diye de cevap alırsınız. İşte bu kız da bana böyle bakınca, anlamalıydım Türk olduğunu! hahaha. Bir döndüm, Yelda. Ne güzel sürpriz.

Yelda kick box yapmaya gelmiş. ”Tamam” dedim. ”I got my call. Ben de kick box yapacam”. Çıktık salona. Kafasında beyzbol şapkası, uzun siyah saçları örülmüş, iri yapılı bir siyah kadın, kollarını kavuşturmuş, önümüzde dikildi birden. Hesap sordu, kimdik, neyin nesiydik, niye gelmiştik. Ezik ezik cevapladık. 55 dakikalık dersi verecek hocamız Tamara’ydı bu. Genelde beklediğimden daha iyi çıkardım dersi. Ama bir yerde toptan ne yaptığımızı kaybettim. Bir baktım, bir ara bütün sınıftakilerin yüzü bana dönük, tekme yumruk benden tarafa doğru ilerliyorlar. O zaman anladım, benim bir yerlerde yanlış yaptığımı. Tamara koşarak geldi yanıma, ”beybii, beybiiiii yapabilirsin!” diyor. Bu beybi de nereden çıktı? Tam benim önümde durdu ki, hareketi kavrayabileyim. İki havaya yumruk sağdan, iki tane soldan, bir sol tekme, arkanı dön, geriye tekme, diğer tarafa dön, tekrar baştan yumruklar! Müziğe uyacaksın, hareketleri kaçırmayacaksın ve başkalarına bakınca da şaşırıyorsun, çünkü onlar arasında da şaşıranlar var. Neyse ben yine de kendimi tebrik ettim, nefes darlığından ölmeden dersi geride bırakabildiğim için.

Bu kick box hikayesinin yapıldığı sınıfın her yeri camla kaplı ve spor salonunda başka şeylerle meşgul olan herkes de, bu müzikli, hareketli sınıfı izliyor tabii. Dışarı çıkınca, oradaki hocalardan bir kız, ”aa nasıl eğlendin mi sınıfta?” diye sordu sırıtarak. O zaman acı gerçeği anladım. Gayet dorky yumruk ve tekme sallayarak kick box yapıyorum zannederken, bu hatun ve daha kimbilir kimler kimler ”aha haaaa” diye gülüyordu. Hak vermeden de yapamayacağım tabii. ”Napoleon Dynamite” diye bir film vardı, seyretmeyenlere ödev veriyorum, hemen seyredin. Orada filmin sonunda bir dans sahnesi var, aslında çok başarılı ama, çok da dorky. İşte ben de kendimi o filmdeki Napoleon gibi hissettim. Hatta koşarak olay mahallinden uzaklaşmak bile geldi içimden.

Çıkarken Tamara, Yelda ile bana, ”haftaya yine görüşüyoruz derste!” diye bağırdı. Öyle bir hisse kapıldım ki, haftaya gitmezsek Tamara gelip Yelda ile beni bulacak ve dövecek. O yüzden, gitsek iyi olur. Sonra Yelda ile gittik tavuk aldık bakkaldan. Eve geldik. Daniel tavuklu sandviç hazırladı. Onu oturduk yedik, bayramlaştık. Spor yaptım diye hücrelerime kan gitti, iyi hissettim, biraz kendime geldim. Bayramın ikinci gününü ise haber yazarak geçirdim. Şikayet edemem, eğlenerek çalıştım.

Tabii, arife günü başımdan geçenleri anlatmazsam olmaz. Aslında bunu anlatmayacaktım. Ve her şeyi de anlatamam. Çünkü olayın içinde geçen arkadaşım, ”Deniz bunları yazmayacaksın blogunda değil mi?” dedi. Yazmıycam ama biraz yazıyorum, kızmazsan ”Adının Açıklanmasını İstemeyen Arkadaşım”. Şimdi, bu Adının Açıklanmasını İstemeyen Arkadaşımın baş harflerinden oluştuğu için onu kısaca AAİA olarak analım. AAİA, Yelda, ben, bi de Daniel yemek yemeye gittik. Aslında baştan kararlaştırmamıştık ama olaylar bizi bir şekilde buluşturdu ve hadi birşeyler atıştıralım dedik. Epeydir konuştuğumuz ama gerçekleştiremediğimiz bir şeydi. Hava nasıl soğuk nasıl soğuk. Tir tir titriyoruz. Gitmeyi kararlaştırdığımız lokantanın önünde, ”pazar günleri 6′da açıyoruz” yazmasın mı! Yaklaşık bir kırk dakika zaman var 6′ya. Etrafta da gidilecek yerler var ama biraz yürümek lazım. Bu soğukta duramıyoruz.

En yakınımızda, hiç gidilmeyesi bir yer var. Bu yerin bizim için tek çekici özelliği, gitmek istediğimiz lokantanın dibinde olması. Bir özelliği daha var aslında ama yazmıyorum. ”Hadi be” dedik, gözümüze kestirdik, kırk dakikalığına, bizim lokanta açılıncaya kadar, orada oturmaya karar verdik. Biz içeri girer girmez bir sessizlik oldu. Yavaş yavaş masaların etrafından dolaşırken, bütün gözler şaşkınlıkla bizi izliyordu. Kırk dakikayı zor ettik ama en azından üşümedik ve bol bol güldük. Sonra, baştan beri gitmek istediğimiz yerde iyi vakit geçirdik.

Çıkışta, o adının açıklanması istenmeyen yerin önünde bir takım siyah, kocaman pazulu adamlar itişmeye başladılar. Ben böyle durumlarda koşarak uzaklaşmak gerektiğini bilmeme rağmen, olduğum yerde durdum kaldım, adamlara bakıyorum. Daniel koluma girip beni uzaklaştırmasa, öyle de donakalmıştım herhalde.

Hepinizin bayramını kutlarım. İyi bayramlar. Üşütmeyin bu soğuklarda.