*İngilizce’den Türk usulü çevirisiyle: ”We are expecting”
Amerikalılar’ın dili kullanımına şaşmamak elde değil. ”Biz bekliyoruz” ne demek mesela? Türkçe söyleyince anlaşılmıyor. ”Neyi bekliyosunuz? Godot’yu mu?”. Arkasından şunu da sormak mümkün: ”Kaç kişi bekliyorsunuz?”. Halbuki İngilizce söyleyince hemen anlıyoruz ne beklendiğini. Nedir İngilizcesi: ”We are expecting!”. Ne anlama geliyor bu? Bebek bekliyoruz demek.
Daha çok hoşuma giden başka bir söyleyiş tarzı var, bebek beklemenin. O da şu; ”We are pregnant”. Yani, ”Biz hamileyiz”. Anlamı, ”kocamla benim bebeğimiz olacak”. İyi de, koca değil ki hamile olan. İki kişi beraber yapıyor, onu hepimiz biliyoruz. Ama o iki kişi arasından sadece bir kişiye oluyor hamilelik. O zaman niye ”Biz hamileyiz” diyorsunuz?
Neyse bu önemli ayrıntıya değindikten sonra, haberimizi de Amerikan usulüne göre verelim: ”Biz hamileyiz”. Tabii burada hamile olan Daniel değil, benim. Eskisi kadar sık oturup yazı yazamadım geçtiğimiz aylarda. Biz küçükken Özgür abimin, sokağa çıkarken giydiği kıyafeti bana onaylatmadan evden çıkamaması gibi, okurcularım da benim değerli görüşlerimi almadan adım atamaz olmuşlar gelen haberlere göre. O yüzden, elim gittiğince daha sık yazmaya çalışacağım.Yine Amerikalı kadınların kullandığı bir deyişle hamilelik macerasından biraz bahsedeceğim. Arkadaşlardan hep duyduğum şu: ”Oh don’t you love being pregnant!”. (Hamile olmaya bayılıyorsunuz, hamile olmak harika birşey değil mi). Bir kamu hizmeti olarak size hemen buradan duyurayım. Külliyen yalan.
Günümüz kadınının başına gelen şu. Eşitlik var, çalışıyorsunuz. Hem işte, hem evde. Planlanmış olsa bile, kısa süren bir sevincin ardından önce küçük bir şok geçiriyorsunuz. Birkaç hafta sürüyor. İşte o düşüncelerden örnekler: ”Ne halt yemeye bu yaştan sonra bu işe kalkıştım, benden anne olur mu, benden belki de iyi bir anne olmaz, nasıl bakacağız bu çocuğa, artık sevdiğim çanta ve ayakkabılara elveda demek zorundayım çünkü bundan sonra herşeyi çocuğuma almam gerekecek (!) Neeee? Eskisi gibi gezmek de yok, evde çocuk bakacaksın. Ya kocama birşey olursa, ben tek başıma nasıl bakacağım bu çocuğa? Ben ölürsem kim bakacak? Ayrılırsak, boşanmış aile çocuğu olacak evladımız, kalbi kırılacak, olur olur, hayatta herşey oluyor. Okul parasını nasıl ödeyeceğiz, şimdiden biriktirmemiz lazım. Bi dakka bi dakka, ben nasıl doğuracağım bu çocuğu yaa? Çok acılı bir şeye benziyor. Ya benden iyi bir anne olmazsa?”.
Bu düşüncelerin gerçeklerle bağlantılı olması gerekmiyor. Bazıları gayet meşru kaygıları barındırsa da, kafanızdan milyon tane kötü senaryo geçiyor. Benim sık sık kendime tekrarladığım bir şey var: ”Hayatımın senaryosunu iyi ki ben yazmıyorum!”. İyi ki bir çok şey benim elimde değil. İlk zamanlarda, bir çok gece uyanıp, sakin sakin uyuyan Daniel’a kıskançlıkla bakıp sinirlendiğim oldu. ”Şuna bak, ne de rahat uyuyor. Tabii doğuracak olan sen değilsin! Sana göre hava hoş. Kucağına bebeği verecekler, sen tadını çıkaracaksın! Olan bana olacak, o yüzden uykusuzum”. Daniel’ın ne suçu var, doğanın kanunu bu. Ama gel de hamile bir kadına anlat bunu.
Daniel ile bazen, bu bahsettiğim endişeleri paylaştığım oldu. Ölmeyeceğine dair ondan söz aldım! Bebekle ilgili yapılacak her işi paylaşacaktık. Benim görevim gibi kabul edilmeyecekti. ”Ya iyi bir anne olamazsam? Belki bende annelik geni yoktur” dedim Daniel’a. Bana, ”then you can be very good at being a bad mother!” dedi. Yani, ‘’sen de kötü bir anne olmakta başarılı olursun o zaman!”. Neyse ki beni rahatlatmasını biliyor Daniel.
Hormonlar. Zannettim ki, bir tek benim bu düşüncelere kapılan. Çünkü herkes, hamileliğin ne kadar harika bir şey olduğundan bahsediyor, bebek eşyaları almaya başlıyor, sevinçli bir bekleyiş içine giriyor. Hiçkimse çekilen sıkıntılardan bahsetmiyor. En sonunda, hamilelik forumlarına göz atmaya karar verdim ve dünyam değişti. Orada hemen herkesin benimle çok benzer düşünceler, korku ve endişeler içinde olduğunu görünce, bir akrabalık gelişti kendiliğinden. İkinci, üçüncü çocuğuna hamile tecrübeli anneler, ”olur bunlaaaar, hepsi geçecek” diye teselli etti yeni hamileleri. En büyük desteği ise, Özlem’in söylediğinde buldum. ”Denizcim, üç ayı tamamladıktan sonra, üç ile dördüncü ay arasında bir zamanda, sıkıntıların büyük çoğunluğu geçiyor. İnsana bir enerji geliyor. Merak etme, geçecek” dedi.
Hani adet öncesi bir sinirlilik ve dünya yıkıldı ben altında kaldım bunalımı vardır. Hayatın korkunç bir şey olduğuna dair olabilecek her türlü negatif düşünceler aklınıza gelir. Bu dönemlerde düşünceleri ciddiye almamak gerektiğini anlamam epey zamanımı aldı. Ama bir kez durumu anlayınca, ”bu düşünceler, hormonlardaki dalgalanmadan kaynaklanıyor. Üç gün içinde hepsi geçecek” sonucuna varınca, sakinleşiyorsunuz. Gerçekten de üç gün sonra, bütün dalgalar duruluyor, dünya yeniden güzel bir yer oluveriyor. Üç ayı geçer geçmez de sanki birisi bir düğmeyi çevirdi ve ben yeniden kendim oldum. Dünya yeniden güzel bir yer oldu. Herhalde buna en çok Daniel sevinmiştir. Yeniden yemek yemeye başladım. İlk üç ay, haşlanmış patates ve makarna başlıca yemeğimdi. Hani sabah bulantısı diyorlar ya, o bulantı aslında her an gelebiliyormuş. Hatta daha çok akşamları oluyor. Yanımda tuzlu yiyecek birşeyler taşıdım hep.
Daniel ile Gucci, Bulgari, Tiffany’s mağazalarının sıra sıra yer aldığı ana caddeden geçerken, kusacağım düşüncesiyle bir ağaç altı aradığım çok oldu. Very rich! Gucci’nin önünde kusmak! Neyse bütün korkularıma rağmen, öyle şeyler olmadı. Mide bulantıları da, üç ayın sonunda giderek azaldı ve üçbuçuk aya ulaştığımızda tamamen kayboldular.
Hamilelikte, burnunuz olağanüstü hassaslaşıyor kokulara karşı. Metrodaki halının hesapta temizlendiği toz kokulu pis suyun kokusunu daha önce hissettiğimi hatırlamıyorum. Ya da metroya giden sokaklardan birinin fena halde çiş koktuğunu da farketmemiştim. Bu sıralarda tabii herkes size felaket hikayeleri anlatıyor. ”Aaa bak şuna dikkat et, şöyle şöyle yaparsan düşük olur, sakat doğar, bizim bilmemkim vardı…” diye birşeyler söylüyor. Sonunda şuna karar verdim. ”Lütfen bana anlatma” diyerek hikayeyi yarıda kesmek.
Sebepsiz ağlamalar. Başkası söylese inanmazdım. Öyle kendiliğinden, taaa varlığımın derinliklerinden bir ağlama hissi geliveriyordu ki ilk üç ayda, inanılır gibi değil. Bir gün, öyle boş boş bir mağazada kazaklara bakıyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bir iki kişi gelip, ”neyiniz var, ne oldu” diye ilgilendi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Başka bir gün, metro beklerken oldu. Öyle ağlamaya başladım. Evde de sık sık böyle şeyler oldu. Küçük bir çocuk gibi ağladım. Çaresizce. Ama başkalarına da oluyormuş. Aldırmayın, geçecek dediler. Öyle de oldu.Bir de hareketler yavaşlıyor. Ben her yere koşar adımlarla gitmeye alışmışım. Hamilelikle beraber, eskisi gibi davranmamın imkansız olduğunu anladım. Çünkü damarlarınızda daha fazla kan dolaşıyor. (Bu durum, sık sık burun kanamalarına da yol açıyor). Ayrıca kalp atışınız hemen hızlanıveriyor. Daha yavaş hareket etmek gerekiyor. Bu da böyle bir deneyim.
Şimdi çok daha iyiyim. Enerjim, aynen Özlem’in dediği gibi yerine geldi. Maceranın bundan sonraki kısmına hazırım. Neyse falım, çıksın halim. Geçenlerde metroda ayakta durmaktan çok yorulmuş, birisi bana yer verir mi diye karnımı iyice öne doğru çıkartırken, bir baktım, bir adam ayağa kalkıyor. Bana yer veriyor sandım, ama arkamda duran ve oldukça hamile görünen bir kadına, ”buraya oturmak ister misiniz” diye yerini önerdi adam. Ben hala, öğle yemeğini fazla kaçırmış birisi gibi görünüyordum çok çok. Bu dediğim, bir buçuk ay önce falandı. Şimdi, gayet görünen bir karnım var. Yolda insanlar gülümsüyor, sevgiyle, anlayışla bakıyorlar. Ne yalan söyleyeyim, benim de hoşuma gidiyor.
Dikkat Dikkat: Star Trek (Uzay Yolu) filmini daha görmemiş olup da görmeyi planlayan ve okudukları bir yazıda filmde neler olup bittiğiyle ilgili bilgilerle karşılaşınca suratı mosmor olup bozulan okurcular, önce filmi izlesin ondan sonra aşağıdaki yazıyı okusun diyorum. ”Yok bana bişey olmaz, ben Türküm” diyenler devam etsin, okusun. Benden söylemesi.
Cuma gecesi Daniel ile meşhur Star Trek (Uzay Yolu) filmine gittik. ”Beam me up Scottie” (Işınla beni Scottie) nostaljik kısımları, etkileyici efektler ve adamım Spak dışında şöyle diyorum: Keşke biraz daha diyaloglar ve casting üzerinde çalışsaydınız abi. O ne yumuşacık Hollywood Star Trek’i öyle!Uzay Yolu, kendimi bilip televizyon seyretmeye başladığım günlerden beri favori televizyon dizimdi. Korkutucu sahnelerde kapının arkasına saklanıp göz ucuyla seyrettiğimi hatırlıyorum. O uzaylı korkunç yaratıklar bir şekilde televizyonun içinden çıkıp gelirlerse, önlerindeki ilk iki kişiye (anneylen baba) saldırırken ben kapıdan hemen sıvışabilirdim! Kalbim gümbür gümbür atardı izlerken. Nasıl nasıl kurtulacaklar bu hengameden, koskoca uzayın ortasında, diye endişe ederdim. Spak benim adamımdı, Kaptan Körk halt etmişti yanında. Zaten Kaptan Körk’e niye üzerine dar gelen bir tişört giydirdiklerini hiç anlamamışımdır. Adamcağızın love handle’ları (göbeğin iki yanındaki yağlar) bütün dünyanın seyrine sunulmuştu öylece. O zaman iks larc tişört çıkmamıştı belki de.Uzay Yolu’nun binbir tane yeni versiyonu dizi çektiler, başka başka artistlerle. O dizinin saflığı olmadığı için tutmadı hiç. Filme büyük umutlarla gittim. Sinema zevkine güvendiğim arkadaşlarımdan iyi şeyler duymuştum. Yarım saat içinde karar verip bizim mahalle sinemasının yolunu tuttuk. Bir orta boy patlamış mısır ve M’nM alıp oturduk. Yerimiz süper, koltukları geniş klab sinemadayız. Güzel de başladı. Hah dedim hatta en başında, şimdi ben bu filme aşık olup üç kere daha gelirim muhtemelen. Sonra esas çocuk çıktı meydane. Sayın Star Trek yapımcıları ve casting servisi, size sesleniyorum, olmuş mu o çocuk oraya şimdi? 20’sinden yeni gün almaya başlamış, teenage yıllarını daha üç gün önce geride bırakmış ukala mı ukala bir oğlan. Tamam eli yüzü düzgün ama yeter mi o kadarı Kaptan Körk’ün kaptan köşkünü doldurmaya?Çocukta bir şımarıklık, aklınız durur. Akademiyi bitirme sınavına giriyor, kaptan koltuğuna oturmuş, elinde bir elma! Emirler verirken, atmış bacak bacak üstüne, hatır hutur elma yiyor. Yahu sınava girmişsin, bütün konsey üyeleri seni izliyor, bu ne şımarıklık allasen? Yok yetmedi, esas oğlan kuralları değiştirdi sınav sırasında. Çok akıllı ya, sınavın başarısızlıkla sonuçlanacak şekilde dizayn edildiğini hemen kavramış da ondan öyle yapmışmış. Adamım Spak hemen konseyde çıkıp duruma itiraz etti. Sınav, ölüm korkusu karşısında nasıl davrandığını ölçmek için tasarlanmıştı. Sınavın kurallarını değiştirerek bizim oğlan hile yapmıştı. Bu yüzden mezun edilmemesi gerekiyordu. Tamamen katılıyorum.Ama tam o sırada bir saldırı olmasın mı? Esas oğlanın, hemen dizinin başında kötü adamlar tarafından öldürülen Kaptan babasına saldıran kötü adamlar bu kez yine piyasadaydı. Esas oğlanın babası, kaptan rolünü çok daha dolduruyordu bana sorarsanız. Hemen de filmin başında ölüverdi.Şimdi saldırı oldu, herkes USS Entırprays gemisine bindi, kötü adamlara karşı saldırıya geçecekler. Aa bi bakıyorsunuz, koskoca USS Entırprays’ı, ”Harold and Kumar” filmindeki Asyalı karakter Harold kullanıyor. Hadi onu bırakın, Harold gemiyi yerinden kaldıramıyor. Kaptan diyor, ”el frenini kaldırdın mı?”. Sonra başka birisi bişey daha diyor, bilmemne düğmesine de bastın mı? ”AAAAA” diyor Harold. ”Tabii yaa, nasıl unuttum!”. Başka adam mı kalmamış koca uzay gemisini hareket ettirmek için de, okuldan yeni mezun adamı oraya oturttunuz? Daha gemiyi kaldırmayı bilmiyor.Onu bırakın, hemen herkes acemi gemide. Bir kaptan var işi bilen, bir de Spak. O kadar! Bi tane de 17 yaşında olduğunu söyledikleri Rus bir oğlan var. Bu oğlanı biliyoruz tabii esasen Amerikalı ama filmde sahte bir Rus aksanıyla konuşuyor. Her ne hikmetse, önemli konularda duyuruları da, ancak yarısını anlayabildiğiniz Rus aksanıyla bu oğlan yapıyor bütün gemi personeline. Yani USS Entırprays bu gidişle başarısızlığa mahkum abi. Benden söylemesi.Filmde bir güzellik olsun diye, Uhura var tabii. O da haklı yere, esas oğlana hiç bakmıyor bile ve doğrudan Spak’a aşık oluyor. Ben olsam, ben de öyle yapardım. Spak gibi karizmatik bir karakter var mı yani o gemide, yok!Gelelim kötü adam Nero’ya. Çok gelişmiş silah teknolojisiyle donanmış, bizim USS Entırprays’ın 20 katı büyüklükte bir geminin kaptanı kendisi. Bir ”kırmızı madde” var ki elinde, gezegenleri patlatıp kara deliğe dönüştürüyor. O kadar olur yani. Yok böyle bir teknoloji kimsenin elinde. Peki naapıyor bizim Nero, esas oğlanla karşılaşınca? Silahını bir kenara bırakıyor güzelce, saatini çıkarıyor, ceketini yardımcısına tutturuyor, gömleğin kollarını sıvayıp girişiyor bizimkine. Ben içimden, ”hah vur vur, eline sağlık! Gözünü de patlat” diyorum ama bir taraftan da düşünüyorum, ”ya kardeşim vur şu silahla da temizlensin şu pislik esas oğlan!”. Niyeyse yanaşmıyor Nero buna. Hadi o neyse de, kenarda elinde silahla bekleyen Nero’nun muhafızına ne demeli? O da çıkarıp vurmuyor esas oğlanı. Hollywood filmi tabii, bekliyoruz esas oğlan bir numara yapıyor ve öldürüveriyor muhafızı.Bir noktada Spak, geminin kaptanı ele geçirilince kaptan köşküne oturuyor. Esas oğlan tutturuyor ”yok yanlış yoldasın Spak, gel etme” falan filan. Spak dinlemeyince de resmen üstüne saldırıyor. Hiç otorite diye bir anlayış yok adamda. Gayet haklı yere Spak bunu bir gezegene ışınlıyor. Göre göre ne görüyoruz? Tam bir canavardan kurtulmuş ikincisinden kaçarken, ”hah bu sefer işi bitti” diye sevindiğimiz esas oğlanı, yine bizim Spak kurtarmasın mı! Üstelik bu Spak, yaşlı bir Spak. Gelecekten geliyor. Sonra da, bizim esas oğlana verdiği öğüde bakın Spak’ın: ”Gemiye geri dön, genç Spak’ın komutayı bırakmasını sağla. Kazanmamız için, senin Kaptan olman lazım!” Haydaaaa. Yaşlı Spak resmen bunamış. Esas oğlan, aynen yaşlı Spak’ın dediğini yapıyor. Kaptan köşküne bir havalarla oturup bacak bacak üstüne atıyor. Sonra da işte tabii hepsi kurtuluyor. Nasıl oluyorsa, yaşlı Spak ile genç Spak karşılaşıyorlar. Hatta böyle iki dakka muhabbet bile yapıyorlar. Hani aynı anda iki yerde olunamazlık ilkesine ne oldu?Filmde böyle bir arkadaşlık, bir sadakat, ”ben yaptım oldu” türünde kendini temize çıkaran hileler ama kendisinin etik olduğunu iddia eden, yukardan bakan bir tutum, sahte sahte konuşmalar. Üç saate yakın da sürüyor. Bir ara çıktım gittim patlamış mısırımı tazeledim. Bir paket de Junior Mints aldım ki sıkılmayayım. Çıkışta Daniel’a ne düşündüğünü sordum. Benim ne düşündüğüm belliydi. Yer yer Daniel’a dönüp, işte bu arkadaşlık teması falan falan işlenirken, parmağımı ağzıma götürüp kusuyormuş gibi işaret ederek, film hakkındaki düşüncemi belli etmiştim. Çıkınca da, ”şu filmin iyi bir edit edilmesi gerekiyormuş. Diyaloglarda sıkı bir rötuş ve esas oğlanı başkasının oynamasıyla çok şahane bir yapım olabilirmiş” dedim. Daniel’a sordum nasıl bulduğunu, ”a bit gay” dedi. Kocamdan da böyle bir yorum beklerdim zaten.Şimdi, içinde Arnold’un olmadığı (adam malum California valisi, milyon dolar versen gelemez, işi var) bir Terminatör filmini izleyip izlememe konusunda kararsızlık yaşıyoruz. Daha Transformers-2 filmine gideceğiz. Birincisini Melbourne’da izlemiştik. Daha doğrusu Daniel izlemişti, ben horlayarak, başım düşe düşe, o gürültüde uyumuştum. Malum, Amerika’dan tee Avustralya’ya gitmek 36 saat falan sürüyor, yol yorgunluğu ve saat farkına alışmak da günler alıyor.Şimdi çıkmam lazım, Yeldayla buluşcaz. Hepinize iyi günner.