''Yazarken önce başlığını atmalısın. Herşey orada başlar'' demişti bir yazar tanıdığım. Zaman içinde her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi olduğunu öğrendim. Önce başlıkla başlayamam. Haber veya düz yazı, her ne olursa olsun, yazı kendi kendini yazar. Baştan bir şeyi kurgulayıp yazmak, hiç bana uymaz. Ama bu kez yazıya başlıkla başladım. Bunu yaparken de kötü bir niyetim vardı. Başlıkta ''lohusalık günlerim'' yazsaydım şimdi, ben bile okumazdım. Hileyle bu noktaya kadar okumuş bulunuyorsunuz. Kandırdım! Ama işte, doğruculuğu elden bırakamıyoruz, bakın kandırdığımı da baştan söylüyorum.
Şebnem İşigüzel'in ''Neşeli Kadınlar Arasında'' adlı denemesini okudunuz mu? O zamanlar hiç böyle bir kitaba dönüp bakmazdım bile ama Washington'ı ziyarete gelen bir tanıdığımın hediyesiydi. Okumaya başlayınca da elimden bırakamamıştım. İşigüzel'in çok samimi anlatımı olan, iyi bir yazar olduğunu düşünmüştüm. Doğum yaptıktan sonra günlük hayatını açık bir dille yazıyor. Oradan aklımda kalan bir sahne, yazarın gece yarısı pencereden bakıp, kendisi dışında herkesin mışıl mışıl uyuduğunu düşünüp yalnız hissetmesiydi.
Anne olunca çok seviniyorsunuz. Belki herkese aynı olmuyordur bilmiyorum, bana öyle oldu. Sonra yavaş yavaş, başınıza ne geldiğini anlamaya başlıyorsunuz. Bilmiyorum hangi bir tarafından tutup anlatsam, nereden başlasam.
Güne, bebeğin ağlamasıyla başlanır. Acıkmıştır ufaklık. Bana kimse bu veletleri her iki, üç saatte bir gece gündüz beslemek gerektiğini söylememişti! Duysanız, sanırsınız ki günlerdir aç bırakmışız bu bebeği, öyle bir ağlama. Şimdi bir de şöyle oluyor. O üç saat uyuma süresinin en az bir saatini o mamayı yedirme, alt değiştirme, bebeği geyirtme ve arkasından da yeniden uyutmaya harcıyorsunuz ki bazen bir saat iyimser bir tahmin. Hadi diyelim bir saatte bu işleri süper hızla yaptınız, Allah da yardım etti, bebek uyudu. Tam iki saatiniz var kendinize ait! Al bozdur bozdur harca. Artık bulaşık mı yıkasam, faturaları mı yazıp postalasam, banyoyu mu temizlesem, biberonları mı sterile etsem, akşam yemeğini mi pişirsem, kusmuklu çişli boklu bebek çamaşırlarını mı yıkasam -ki bunları Dreft diye ayrı bir bebek deterjanıyla ve kendi çamaşırlarınızdan ayrıca yıkamanız gerekiyor- yoksa ''Allaam benim başıma neler geldi'' diye oturup halime mi yansam bilemiyorum. Ha tabii şunu da unutmamak lazım, bir insanın bazı ihtiyaçları var, uyumak, duş almak, yemek yemek gibi. Bütün bunları da bir yerlere sıkıştırmanız gerekiyor.
En büyüğü 6 yaşında olan iki çocuklu arkadaşım Ebru bana, ''6 senedir rahat bir uyku uyumadım'' dedi. Çocuklar çok sessiz olursa, ''ulan bunların nesi var da sesleri çıkmıyor'' diye düşünmekten uyuyamıyormuş. İki oğlu olan Lale, ''ben anneliğe 6 senede alıştım'' diye yazmış. Yani çocuğunuz olunca uykuyu unutun. Ben yine şanslıyım. Daniel, geçen haftalarda birgün çıldırmak üzere olduğumu farkettikten sonra, ''gece nöbetini ben devralayım, sen gündüzleri bak'' dedi. Ne güzel, yedi sekiz saat uyuma şansı veriyor bu bana diye düşünmüştüm. Ama gecenin dördünde, canınız ciğeriniz bebek yaklaşık birbuçuk saat boyunca vızık vızık ağlayınca hangi anne uyuyabilir? Bir de tabii Daniel'ı bayıltan sorularımı sıralıyorum: ''Ne kadar mama verdin? Fazla vermedin değil mi emin misin? Kaka yaptı mı? Kaç kere çiş yaptı? Geyirtmeyi unutmadın değil mi?''. Şimdi buraya birşey yazacağım, babalar kızmasın ama. Çocuklar, annenin çocuğu oluyormuş valla. Babalar biraz dışardan, biraz fasulyeden. İstediğiniz kadar ona buna katılın, yardım edin, eksküizmi ama çocuklar annenin. Dün Hande'den şöyle bir şey duydum. Burada babalar da kendilerini bebeklere yakın hissetsin diye hastanede gömleklerini, tişörtlerini çıkartıp bebekle ''skin contact'' yani ten teması yapmaya cesaretlendiriliyormuş. İşte, babaya doğumda bebeğin göbeğini falan kestiriyorlar ki babalar üzülmesin, ilerde ''oğlum ben de senin göbeğini kestim lan'' diyebilsin diye.
Babaların enteresan yaklaşımları oluyor. ''Bırakalım ağlasın, kötü alıştırmayalım her ağladığında kucağımıza alarak'' dedi mesela benim kocam. Ama yeni doğan bebeklerin bakımıyla ilgili 22 kitap, 45 forum, 56 broşür okuduğum için cevabım hazırdı. ''Ay Daniel öyle yaparsak çok yanlış olurmuş. Bizimki şimdi daha çok küçük, yeni doğdu. Anne karnındaki güvenli dünyadan dış dünyaya çıktı, büyük bir değişim yaşıyor. Herşey yeni, korkutucu. Kendini güvende hissetmesi lazım. Şimdi her ağladığında koşup kucağımıza almalıyız ki, annesi babası olarak bize güveni artsın. Başı sıkıştığında onun yardımına koşacağımız hissini alsın'' dedim. Annem burada olsaydı, o kitapların hiçbirini okumaz, yan gelir yatardım. O herşeyin zaten en iyisini bilir ve herşeyi yoluna koyardı. On parmağında on marifet var kadının. Ama işte, bu annelikten gelen birşey. Annelik öyle bir meslek ki, başka bütün mesleklerin tozunu attırır. Müthiş bir organizasyon kabiliyeti, kırk ayrıntıyı seksen adım önceden hesaplama, planlama, bir kolunun altına bebeği sıkıştırıp tencerede yemeğin soğanını kavurma, ne ararsan var. Bir de kimse size bu üstün yeteneklerinizden dolayı maaş ödemez. Çocuklar büyüyünce de çekip giderler. Alın işte ben on senedir Amerika'da yaşıyorum. Annem bağrına taş basıp bana, ''senin mutluluğun oradaysa, öyle olsun. Ben başka birşey istemiyorum'' diyor. Bir kere bile, ''çok özledim, yeter artık, ne zaman döneceksin?'' dememiştir, beni sıkboğaz etmemiştir.
Daha önce yazmıştım. Hamilelikle birlikte kadınlar beyin hücrelerinin bir kısmını kaybediyor. Hani ''anahtarlarım nerde benim?'' durumunun onla çarpılmış halini düşünün. Handeyle iki hamile olarak karşılıklı konuşmalarımızı bir teybe kaydetmeliydik. Konuşmalarımız şöyleydi; ''Ben ne diyordum ya? Bu konuya nereden geldik biz? Ne anlatacaktım? Neyse, onu boşverelim geçen gün bir dergi gördüm. Adı neydi ya derginin? ...Ne dergisi ben dergi mergi diye birşey demedim! Amaan neyse, onu bunu bırak da şimdi ne yesek acaba? Ben sana birşey söyleyecektim ama neydi?''.
Doğumdan hemen sonra, beyin kaybettiği hücreleri yeniliyormuş. Hakikaten de bütün vücudunuzla birlikte hayatınız büyük bir değişimden geçiyor. O yüzden lohusalık enteresan bir dönem. Yeni annenin yalnız bırakılmaması, fazla üzülmemesi, iyi bakılması gerekiyor. Bebeğe müthiş bir sevgi duyabildiğiniz gibi, hiçbir bağlantı hissetmeyenler de var. Bunlar, hormonlardaki iniş çıkışlarla bağlantılı oluyor. Bir tanıdığım, ''ben bu bebeği sevmiyorum'' demişti. Neyse, bir zaman sonra hormon dengeleri düzene oturdu ve bebekle arasında müthiş güzel bir bağ kuruldu. Forumlarda okuyorum, ''doğurduğunuz bebeği güzel bulmayabilirsiniz. Hayalinizdeki gibi bir bebek doğurmamış olabilirsiniz. Unutmayın, televizyonlarda yeni doğmuş diye gösterdikleri bebekler en az üç aylık. Elinize bu senin çocuğun diye küçücük birşey verdiklerinde şaşırmayın'' yönünde telkinler var. Sanal ortamdaki forumlar kadar iyi bir kaynak olamaz. Kimse kimseyi tanımıyor, ortak noktanız hamilelik veya yeni anne olmak. Yazın yazabildiğinizi, verin veriştirin. İşlere veya bebeğin bakımına hiç mi hiç destek olmayan kocanızdan tutun da, anneliği aslında sevmediğinize, bebeğinizin çirkin olduğunu düşünüp üzüldüğünüze, kaç saatte bir mama vermek gerektiğine, kariyerle bebek arasında nasıl bölündüğünüze kadar.
Reyhan bana çok güzel bir yazı gönderdi. Elif Şafak yazmış. Kadınların bu kariyer, evkadınlığı, annelik rollerini yürütmeye çalışırken nasıl bölündüğünü, işe gitse aklının evde kaldığını, evde oturup çocuklara baksa işi aklından çıkaramadığını anlatıyor yazar. Çok hoşuma gitti, altına imzamı atarım. Bir de yazıda şundan bahsediyor ki çok doğru. Hani bir yerde, ne yaparsak yapalım hepimiz evimizin kadını olmak üzere yetiştiriliyoruz. Biri evinize gelsin, mutfakta yıkanmamış bulaşıklar varsa, banyoda yerde saç kılları varsa, ev biraz dağınıksa, herkes bu durumdan kadını sorumlu görür. En başta da biz kendimizi sorumlu görürüz. Bir yandan bir işiniz olup çalıştığını, daha lohusalık atlattığınızı, hormonların inip inip çıktığını, bebekle ilgileneceğim diye uyku uyumadığınızı siz bile unutur üzülürsünüz. Çünkü hepsi sizin sorumluluğunuzdur. Şafak diyor ki, bir de kendimize verdiğimiz notlar çok kıt. Ev temizliğinden kendimize orta vermemiz gibi.
Hadi hamileydik, göbeklilik için özürümüz vardı. Yorgunluk ve uykusuzluktan epeyce bir kilo kaybetmeme rağmen, hala topluca bir kadınım. Bir de herşeyin üstüne bunun baskısı var. Magazinlerde okuyoruz, falanca filanca bilmemkim üç ayda doğum kilolarından nasıl kurtuldu diye. Bebeğe bakıcı tutabilen, özel antrenör eşliğinde spor yapan, diyet yemeklerinin evine sabah, öğle akşam dağıtımı yapılan hatunlardan bahsediyoruz. Babam da zayıflar öyle.
Bu arada ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü ve hatta devamını doğurma cesareti gösterebilen hatunlara bravo demek istiyorum, cesaretlerinden dolayı. Daha önce hiç seyretmediğim çok eğitici bir programa merak sardım televizyonda. ''Super nanny'' veya ''Süper Dadı''. İngiliz dadı Jo Jo, ülkesinin meşhur siyah taksisi içinde Amerika'da seyahat ediyor ve ona ihtiyacı olan Amerikalı anne babaları ziyaret edip bir süre evlerinde olup biteni gözleyip, ''canavar'' çocukların yarattığı problemlere çözümler buluyor. Bu programdan çıkardığım önemli bir ders varsa, baş belası diye görebileceğiniz türde çocukları yaratan aslında anne babaları. Ama Jo Jo, anne babaların durumla yüzleşmesine yardım ediyor. Kimi zaman evlilik danışmanlığını daha çok andıran faaliyetlerde bulunuyor. Bu programdan çok şey öğrendim. Umarım bizim oğlanı büyütürken işimize yarar. Çocuk yetiştirmek çok büyük bir proje. Üstelik de bir tanıdığımın yorumuyla ''verimsiz''. Yap yap yap, denize at. Ben, ''verimsiz'' yorumuna katılmıyorum ama duyunca komik gelmişti bu yorum, ondan yazdım.
Dün aylardan sonra ilk defa metroya bindim. Dupont Circle'a gittim. Yelda ile buluştum. Daniel iki saat bebekle ilgilendiği için böyle bir şansım oldu. Herkese Yelda gibi bir arkadaş lazım. Onun sakinliğini, verdiği huzuru, iyicil enerjisini hiçbir şeye değişmem. Ne kadar hoş bir şeymiş, sokağa çıkabilmek yeniden, bir arkadaşla buluşup yemek yemek, insanları, ışıklı caddeleri görmek. Metroda insanlara baktım çaktırmadan. Burası Amerika, öyle gözünüzü dikip bakamazsınız kimseye çok ayıp olur. Türkiye'de de ayıp oluyor ama dinleyen kim. Düşündüm ki, şu şişman siyah teyzenin, şu ayakta dikilen elini cebine sokmuş, düşünceli amcanın, şu yere oturup rock, paper, scissers oynayan üç ufaklığın, şu saçları geriye doğru sıkıca toplanıp at kuyruğu yapılmış, güzel giyimli gençkızın bir annesi var veya vardı. Bu insanlar da bebek oldular. Onları gözünün içine bakarak büyüten anne babaları oldu. Bir insan hiç kolay yetişmiyor. Metroda öyle ayakta dikilen insanların her birinin arkasında, uykusuz geceler geçiren anne babalar, akrabalar var. Hani diyorlar ya, ''bu dünyayı anneler yönetse keşke'' diye. Bir bebek doğurunca, bütün dünyayı doğurmuş gibi oluyor kadın. Herkesin ve herşeyin, varolan bir taşın bile kıymetini biliyor.Tabii bu yine de, sabahın beşinde avaz avaz ağlayan bebeği yatıştırmaya çalışırken size pek yardımcı olan bir düşünce değil! Daniel ile bazen gülerek durumu atlatmaya çalışıyoruz. ''Canavarı kim besleyecek?''. Çünkü o saatte uyku altın değerinde. Zaten yorgunsunuz. Veya bebek ağlıyor, bir türlü bir türlü uyumuyor ve biz gülerek, ''asshole! you little prick'' diyoruz. Bir yerde okumuştum, küfretmek çok yararlıymış insan psikolojisi için. Negatif enerjiyi atıyorsunuz. Ben kendi dilimde küfrediyorum genellikle. Amerikada olunca rahat rahat Türkçe küfrediyordum, fena alıştım. Gelecek yıl Türkiye'ye döndüğümüzde bakalım ne halt edeceğiz bu alışkanlığımızla.
Dün gece Daniel'ın tavsiyesini dinledim ve bebeğe bir beş on dakika kadar ağlamaya izin verdim. Bir mucize oldu. Gak dediği anda annesi koşup kucağına alınca, bebeği fena alıştırıyorsunuz. Ağlamaya izin verince, ağladı ağladı sustu! Saatlerdir uyumamakta direnen çocuk, beş dakika içinde uyuyuverdi. Ve başka bir mucize daha oldu, tam beşbuçuk saat aralıksız uyudu. Sabah uyandığında da mutlu bir bebekti ve birazcık uyuyabildiği için çok mutlu olan annesi onu kucağına aldı.