Uzun zamandır Amerika’da yaşamaktan, gerek iş için, gerekse içinde yaşadığım kültürü derinlemesine anlayabilmek için çoğunlukla İngilizce yazılmış kitaplarla geçiyor vaktim.

Ben edebiyatı çok severim. Öyle böyle değil. Ve sonradan öğrenilmiş hiçbir dil, ne kadar iyi öğrenmiş, kanıksamış olursanız olun, kendi diliniz kadar anlamlı gelmiyor. Türkçe iyi yazılmış bir yazının tadını hiç bir şeyden almıyorum. Ekmek, su, bana bir de kütüphane verin, size uğurlar olsun. Bazen İngilizce rüyalar görüyorum. Arada kendimi İngilizce düşünürken yakalıyorum. Bazen arkadaşlarımla şakalaşıyorum, ”yarısı İngilizce yarısı Türkçe düşünen ve konuşan, her iki dilde de tam olamayan birisine dönüştüm” diye.

Ben bu meslekte bir stajyerken, Amerika’da uzun yıllar geçirdikten sonra Türkiye’ye gelen Tansu Çiller’in konuşmalarındaki atasözleri ve deyimlere gülerdim. Bunları hem kendi içinde hem de birbiriyle karıştırırdı. Hatırladığım bir tanesi, ”kol kırıldı, yeğenim içinde kaldı” gibi birşeydi. Google’dan bakın çok lazımsa tam doğrusu.

Aynı şeyin başıma geleceğini düşünmemiştim o zamanlar. Bir kaç sene önce, bir grup Türk meslektaşımla Washington’da bir basın toplantısı öncesinde sohbet ederken, çok bilinen bir atasözünün doğrusunun ne olduğunu tartışmıştık. Herkes birbirine yakın birşeyler söyledi ama hiçbiri kulağımıza doğru gelmedi. Dili iyi kullanmak bizim işimizdi. Ama başka dilde yaşıyorduk her gün. Başka dilde okuyorduk gazeteleri, başka dilde televizyon izliyorduk. Bu, ”kolumuz kırık, yeğenimiz içinde” halimize gülmekten başka yapacak şey yoktu.

Bu ülkeye geldiğimden beri, kültürü tanımak için elimden ne geliyorsa yapıyorum. Gazetelerin fal ve dert anlatılıp tavsiye istenen köşelerini baş tacı ettim. İnsanların umutlarına ve dertlerini nasıl anlattığına bakarak çok şey öğrenebilirsiniz. Amerikan siyasetini zaten iş gereği izliyorum ve bununla ilgili her dakika yeni bir kitap çıkıyor. Bazılarını okuması çok zevkli. Özellikle, bildiğinizi düşündüğünüz yakın geçmişteki bir olayın ”perde arkası” anlatılıyorsa. Ayrıca büyük bir keyifle okuduğum başka kitaplar da var.

Türkçe kitaplar, biraz fantazi. Bir yakınınız gelecek de Türkiye’den, bir tane de size bir kitap getirecek. O kitabın sizin zevkinize hitap etme ihtimali her zaman yüksek olmayabiliyor. Bazılarına göre böyle ”garanti” yazarlar var. Türkiye’den gelen arkadaşlar, tanıdıklar, mesela Orhan Pamuk kitapları getirir hep. İkincisi Ahmet Altan’dır. Yıllar içinde, aynı yazarların aynı kitaplarından birkaç adet biriktirdim. Her zaman elinde sürpriz bir kitapla gelen tek istisna bir tanıdığım var. Çok garip, kimsenin okumayacağı tarih ve sanat ve edebiyat eserleridir bunlar. Müthiş bir keyifle okursunuz hep. Edebiyat zevki, sahaf sahaf gezmek, bir hazine arar gibi yazarları keşfetmektir benim için. Bir yazar keşfedersiniz ve kitabın sayfalarından okurken bal damlar. Böyle insanın içini hoş eden, taa kalbine giden kitaplar vardır.

Siyah çerçeveli gözlükleriyle koltuğuna çekilip, taşıması bile zor kitapları büyük bir hızla okuyan, sonra okuduklarından öğrendiğini bizlerle paylaşan babama çok özenirdim. Küçücük bir rafım vardı, o rafı kitaplarla doldurursam dünyalar benim olacak diye düşünürdüm. Haftalığım vardı, gidip bir kaç kitap alırdım ve hepsini kısa sürede okuyup bitirirdim. Özenle o kitap rafına dizerdim. Kaç tane ”Suna tatilde!” serisinden almam lazım acaba?

Bana okumayı annem öğretti. Evde, üç yaşındayken olan olayları nasıl hatırladığıma şaşarlar hep. Özgür abim, ”hadi lan! nerden hatırlıycan” derdi. Ama evin büyüklerinin, ”aaa hakkaten de öyle olmuştu, ben bile unutmuşum” benzeri tepkileriyle, benim doğruyu söylediğime o da ikna oldu zamanla. Okul öncesinde annem bir tablo hazırlamıştı. Harfler, bir büyük bir de küçük olarak yazılıydı üzerinde. Ah şu K harfi yok mu! ”Bilmiyorum işte, K mıdır nedir, git başımdan anneeeee”.

Valla ben daha geçenlerde anladım, annemin yaptığının ne büyük bir şey olduğunu. Kızardım ona eskiden. Zora gelmek istemez çocuklar. Ama annemden korkmasam, iyi bir öğrenci olamazdım gibi geliyor. Ailecek beni çok çalışkan zannettikleri bir ortaokul dönemim olmuştu, lisede hemen üzerimden attığım bir dönem. ”Ay Deniz 8 alsa ağlamasını taaa evden duyardık” diye bütün sohbetlerde kahkahalarla anlatılır. Halbuki ben 8 aldığıma hiç üzüldüğümü hatırlamıyorum. Anneme 8 aldığımı nasıl söyleyeceğime üzülürdüm. Yüzünde bir endişe belirirdi böyle zamanlarda. Ya vazgeçersem? Ya okumazsam? Haksız da sayılmazdı. Bu okumama meselesinin geçmişi vardı. Bir gün, ”ben ilkokuldan sonra okumayı düşünmüyorum, haberiniz olsun” diye yemek masasında duyurmuştum bizimkilere. Beşinci sınıfı bitirmeme az zaman kalmıştı. Bunu ciddi ciddi, sokakta oynarken ve kırmızı çizmelerime bakarken düşündüğümü hatırlıyorum. Kararımı vermiştim.

Babam hemen, okumayanlara uygun meslekleri saymaya başladı. O yaz, ilkokulu bitirir bitirmez, yandaki apartmanın merdivenlerini silerek başlayabilirdim! Kapıcı arıyorlardı zaten! Bakkala çırak verebilirlerdi mesela beni. Hasan Amca ile beraber, okula giden diğer çocuklara leblebi tozu satacaktım o zaman. Kesekağıdından yapılmış küçük külahlarda şekerle karıştırılmış leblebi tozuna bayılırdık zamanında. Adamın ağzı dili birbirine yapışır, konuşamazsın, yutkunamazsın. Bu örnekler, benim ağlayarak masadan kalkmamla sona erdi. Mesaj açıktı. Okursam desteklenecektim ve yan gelip yatmak serbest olacaktı boş zamanlarımda. Okumazsam, çalışacaktım. Sıkıya gelemeyeceğimi o zamandan hissetmiş olmalılar. Bir kaç sene daha okula gitmeye katlanacaktım artık.

Bu konuşmanın ardından, hep bir alışkanlık haline getirdiğim ve gurur duyduğum, kanepede uyuma taklidine geçtim. Gözkapaklarım hiç kıpırdamıyordu. Çalışırdım bunun üzerinde. Kuzenim Tuba’ya sorardım hep. ”Tuba gözüm kıpırdıyor mu böyle, bir bak!” Annem ütü yapıyordu ve endişe içinde, ”ya gerçekten okumazsa? Zorla okutacak halimiz yok ya” dediğini hatırlıyorum. Korkuyordu. Annemle babam bana hep, ”bizim gibi olma” dediler. Yıllar sonra babam, ne dese dinletemediği için, hep kendi bildiğimi okuduğum için, ‘’senin sular idaresinde bir memur olmanı tercih ederdim” demişti bana. Niye sular idaresi dediğini bilmiyorum. Ne var yani, onu da olabilirdim, bir sakıncası yok. Annem, daima arkamdan iten bir güçtü. Bugün, istersem bakkal Hasan Amca’ya çırak da olabilirim, yan apartmanın merdivenlerini de silebilirim, alırlarsa sular idaresine de girebilirim veya başka birşey de yapabilirim. Ne yaptığınızın çok önemi yok. Ama annem bana, çok önemli bir şey verdi: ”Seçenekleri olan, kendine yeterli bir insan olma şansını”. Çocuklara biraz yön vermek gerekiyor. Dedim ya, bunu daha geçen gün anladım.

Amma da lafı dolaştırdım yine. Sait Faik’i anlatacaktım halbuki. Okulda kara tahta önüne çıkıp da ağladığım o müthiş günden başlayarak. Annem, birinci sınıfa başlarken, ”okulda herşeye parmak kaldır, bilmesen bile” demişti. Ben biraz salak bir çocuk olmalıymışım, denilenlerin çoğunu sorgusuz sualsiz yapar, ancak başım belaya girdikten sonra, neler olduğunu çakardım. Hayat Bilgisi kitabı vardı bizim zamanımızda. Yazının adı, ”Son Kuşlar”. Kim anlatacak bunu tahtada? Deniz gel sen anlat, madem bu kadar çok isityorsun anlatmayı! Hahahaha. Yazıyı çok beğenmiştim. Ama cümleleri papağan gibi tekrarlayamadım. Kalple yazılmış iyi bir yazıyı nasıl anlatabilirsiniz? Ancak kötü bir taklit olur. Ben de öyle tahtada kendimi bir sahtekar gibi hissettim. Bu güzel yazıyı, yazıldığı gibi güzel anlatamayacaktım. O yazı ancak, aynen okunursa o yazı olacaktı.
Sınıftakiler eğlenerek bana bakıyordu. Uzun bir suskunluktan sonra kek kük birşeyler söyledim, üç beş cümle, yerime oturdum. O Türkçe öğretmenini hiç sevmezdik. Notu kıttı. Asla 10 vermez, bununla övünürdü. Bir gün beni ayağa kaldırdı ve ”yazdığın kompozisyonda hiç bir eksik bulamadım. Ama bugüne kadar hiç kimseye 10 vermediğim için, hiçbir şeyin mükemmel olduğuna inanmadığım için sana da 9 veriyorum!” demişti. Yıllar sonra tesadüfen kızıyla tanıştım. 9 bile vermezdim. Başka da bir şey demiyorum.

Bu akşam, birden bire içimde, ”Türkçe okumalıyım” hissini duydum. Ne okumalı, ne okumalı? Gittim şu kitabı buldum: ”Sait Faik, bütün eserleri, mahalle kahvesi, havada bulut”. Ne güzel ne güzel ne güzel bir eser. ”Gramofon ve Yazı Makinesi” başlıklı olanını okudum. Ne kadar ince bir yazı. Uzun uzun gramofon ve yazı makinesinin kendisi için ne anlama geldiğini gayet entellektüel bir dille anlattıktan sonra, son paragrafta realitelere getiriyordu sizi. Öyle çok sevdim ki, buraya da yazacağım o son paragrafı. Ama elinize geçerse okuyun hepsini:

”…İşte arkadaşımın hayatında benim bildiğim, -yalnızken duyduklarımı yazmıyorum- böyle yerleri olan yazı makinesi ile gramofonu, bir kış günü kar lapa lapa yağarken birimiz gramofonu, ötekimiz yazı makinesini yüklenerek pek hoşlandığımız Yüksekkaldırım’a doğru götürüyorduk. Arkadaşımın şiddetle paraya ihtiyacı vardı. Sevdiği kız, sanatoryumdan çıkıyordu. Ne mantosu vardı, ne kombinezonu…Ayakkabıları, hem arkadaşımın, hem de kızınkiler su çekiyordu.”

Siz ne derseniz deyin, ben Sait Faik’in arkadaşının Orhan Veli olduğunu hayal ediyorum.

”Ben Sait Faik’in yazılarını beğeniyorum” demek zor geliyor. ”Ben kim oluyorum, ne haddime” diye düşünüyorum. Sait Faik, öyle kendisini beğendiğinizi söyleyince de kızabilir. ”Kınalıada’da bir ev” yazısında şöyle diyor:

”…İşte bu merak yüzünden hikayeci geçinirim. Hikayelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler, kızarım. Kendim beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez. Kınalıada’ya gelince…İşte onu pek merak eder, bir türlü inemem, bu gidişle inemeyeceğim de…”

Bu yazıyı okuyanların Türkçe güzel kitap tavsiyelerini bekliyorum. Hatta şiddetle teşvik ediyorum.