Dün postadan beklediğim kutu geldi. İçinden, tam beklediğim gibi, biri yuvarlak, biri kare şeklinde iki adet ''meditasyon yastığı'' çıktı.

Bunları internetten seçip ısmarlaması zaman aldı, itiraf edeyim. Aslında, üzerinde dragonfly desenleri olan, gayet ''Uzakdoğu'dan geldim'' havası bulunan kırmızı renkli bir yuvarlak yastık beğenmiştim. Ama o tek başına satılıyordu. Benim seçtiğim ise, yuvarlak yastık ve onu üstüne koymak için büyük kare şeklinde bir başka yastıktı. İkisi de siyah. Kırmızı ve ''cool'' yastık yerine, aynı fiyata iki yastık. Üstelik, internette bu takım yastıkları alan bir kadın, boyu 6'8 olan kocasının ne kadar rahat ettiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Bu yastıkları aldıktan sonra meditasyon yapmak ''easy as a breeze'' olacaktı. Daniel'a, ''İngilizce'de 'easy as a breeze' benzeri bir deyiş vardı. Doğrusu tam olarak öyle miydi?'' diye sordum. Bana, ''easy breezy cover girl!'' diye yanıt verdi.

Şimdi bu yastıklara kurulunca, laf bu ya, çok rahat edecek dizlerimiz, eklemlerimiz. Bir zamandır, evde bir yeri, meditasyon köşesi olarak tayin etmeyi düşünüyordum. Yastıklar da geldi ya, artık hazırız. Bugün bütün gün, yağmurlar yağdı, hala da yağıyor. Hoş bir serinlik var. Balkona yakın bir yere yastıklarımı koydum. Yastıkların önüne de, benim için anlamı olan bir takım nesneleri koyarak böyle bir köşe yaratma niyetim vardı. Ne olabilir? Komik bir kombinasyon çıktı. Nike Airmax 360 spor ayakkabılarım, cam kavanoz içinde bir adet mangolu ananaslı mum, küçücük bronz bir heykelcik, 150 yıllık bir gelenekten gelen Çinli bir ailenin yaptığı ve sokak pazarından aldığım bir kolye. Önemli olan, bu nesnelere sevgi duygusu hissetmek. Ben ise, sevgimin büyük bir bölümünü spor ayakkabılarıma akıtıyorum belirgin bir biçimde.

Bu ayakkabı, meditasyon yastıklarından bir kaç gün önce geldi postadan. Bir önceki ayakkabılarımın aynısı, sadece renk mor. Rengi özellikle seçmedim. Ayakkabının modeli, rahatlığı yüzünden önemliydi. İki sene önce piyasaya çıktığı için, tamamen aynısını bulmak zor oldu. Aynı mavi renkten arıyordum. O kadar çok koştum ki o mavi renkli emektar spor ayakkabılarıyla...Aramızda duygusal bir bağ vardı. Geçenlerde bir koşu dönüşü, hava dolu tabana küçük bir taşın sıkıştığını gördüm. Nasıl oldu bilmiyorum. Taşı çektiğimde ise yerinde bir delik açıldı ve ayakkabı kullanılamaz hale geldi. Müthiş eğlenceli bir ses çıkarmaya başladı, her adım atışımda. Böylece, mor ayakkabılar geldi. Bulabildiğim tek renk buydu. Ve ayakkabıları görür görmez, hemen sevdim.

Bu sabah, meditasyondan önce ağaçların arasında güzel bir yürüyüş planlıyordum. Ayakkabıların ilk sokağa çıkışı olacaktı. Oldu da. Belki elli metre ilerlemiştim ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla eve dönmeye zorlandım. İlk sokağa çıkışımız fiyasko oldu. Neyseki, daha fazla ilerlememiştim ve çok ıslanmadan geri döndüm.

Gelelim meditasyona. Sanki meditasyon yaparken tek sorunumuz, dizlerimizin rahat etmesiydi ya...Yastıkları almıştık, en sevdiğimiz nesnelerle bir köşe de donatmıştık. İş, şimdi sessiz sessiz oturmaya kaldı. İyi niyetle oturdum yastıklara. Yerleşmesi epeyce bir uzun zaman aldı. Dizlerimiz rahat gibi. Fakat bu yuvarlak yastığı doldurdukları buckwheat denilen nesne kıçımıza batıyor. O kadar kusur kadı kızında da olacak tabii. Balkon kapısı açık ve serin rüzgar odaya doluyor. Yağmurun huzur veren sesini dinliyorum. Ve sessiz olarak geçirilmesi gereken süre içinde, bu yastıkları alırken nerede hata yaptığımı düşünüyorum. Pazar gecesi yazmayı planladığım haberi kurgulamaya başlıyorum. Bu düşünceleri farkedince, aynı Tibetli rahibe Pema Chödrön'un tavsiye ettiği gibi, ''thinking!!!'' (düşünüyorum) diyorum ve ''sheer delight'' hissederek, sessizliğe geri dönüyorum. Ortalama iki saniye kadar sessizliği enjoy ettikten sonra, evin karşısındaki ormana gelen geyikleri benim sadece bir kez görmüş olmama karşın, Daniel'ın en az on kez görmesinin bir haksızlık olduğunu düşünmeye başlıyorum. Arkasından geçen gün Hande ile ne güzel vakit geçirdiğimizi hatırlıyorum. Oradan, saçlarımı kestirmekle ne kadar iyi yaptığım ve kışı rahat geçireceğim düşüncesine atlıyorum. Bu düşünce akışı, arada bir kendime gelip, ''thinking'' dememle bir kaç saniyeliğine kesiliyor ve sessizlik deneyimi sadece birkaç saniye için de olsa yaşanıyor.

Ardından, herzamanki tanıdık hisle yüzleşiyorum. Sıkıntı. Hemen bu yastıklardan kalkmak, kanepeye uzanmak ve televizyonu açmak istiyorum. İdeal durumda, iki paket hot flaming cheetos ve kola da olmalı yanımda. Ama, cheetos yiyerek ve üzerine kola içerek ve televizyonda ''90210 Plastic Surgeon'' ya da ona benzer bir ismi olan programı ya da ''Charm School Rock of Love'ı'' seyrederek bu sıkıntının geçmeyeceğini biliyorum. Yüzleşmek! Tek çözüm bu. Neyseki bugün, başka zamanlara nazaran daha hafif bir sıkıntı dalgası var içimde. Ama hafif olması da çare değil. Bu arada, dizlerimden müthiş bir isyan yükseliyor. ''Ah dizlerim çok acımaya başladı, bacağım uyuştu, eğer kalkmazsam öleceğim!''. Bundan ölmeyeceğime dair kendimi teskin ediyorum. Belki iki gün böyle oturmak zorunda kalırsam, sıkıntı çıkabilir. Giderek mesele kendimi, bu sıkıntıdan kurtarmaya dönüşüyor ve kendi kendimi kandırmak için çeşitli ikna edici bahaneler buluyorum. ''Hemen kalkmazsam, belki bacağıma uzun süre kan gitmediği için hayatımın geri kalanını amputee olarak geçireceğim!''. Tabii bu kendime söylediğim bir yalan ve bir kaç saniye içinde bacaklarımı düzeltmeye çalışıyorum. Sağ ayağımın parmakları, verdiğim ''go!'' komutunu yanıtsız bırakıyor. Böyle bir süre oturuyoruz. Bacağını hareket ettirmek isteyip de yapamamanın garipliği üzerine düşünüyorum biraz. Sonra ayaktayım.

Bu meditasyon çok yorucu bir şey. Yorgunluğumu atmak için hemen kanepeye uzanıyorum. ''90210 Beverly Hills Plastic Surgeon'' programını seyrediyorum. Daniel fırında pizza yapıyor. Çok geçmeden, meditasyon yorgunluğumu (!) atıyorum.

Yarın yeni bir gün. Güneşli olacakmış.