Alanya’dan minibüse bindiğimizde saat sabaha karşı 4′ü 10 geçiyordu. 7:35 İstanbul uçağındakiler, Beyhan, İbrahim ve ben. Hiç uyumamış, enerjimi son damlasına kadar kullanmıştım o saate kadar. Yol nasıl olsa çok yorucu olacaktı. Ama ben taaa Avustralyalara, iki gün süren yolculuklarla gitmiş adamım. Benim adım Tomas durumu. Diğer arkadaşlar da uyumadılar. Uçağının saati gelen, birer ikişer servise atlayıp havaalanının yolunu tutuyordu.
Yüzünü hiç görmediğim veya en son on yıl önce gördüğüm veya yılda bir kere düzenlemeye çalıştığım ziyaretlerde sadece iki dakika konuşma fırsatı bulduğum meslektaşlarımla üç gün beraber olma şansını bulmak az bir şey değildi. Otelin, iç güzelliğine on üzerinden yirmi vereceğimiz personeli, gitmeden önce ricamızı kırmayıp sabah saat ikide kalkıp bize çorba bile pişirmişti. Malum bir kaç arkadaşımız hariç, hepimiz gurbette yaşıyorduk. Nerede bulunur bu güzel, acılı memleket çorbası bir daha.
O çorbayı pişiren, masamıza getiren, arkamızdan tabakları toparlayan bütün otel personeline en içten sevgilerimi sunuyorum.
Giderken Pınar arkamdan su döktü. ”Su gibi git, su gibi gel” demektir, yolcunun arkasından su dökmek. Pek hoşuma gitti. Çiğdemle beraber beni kapıya kadar uğurladılar. Özlemcim, uçağa biniş saatinden önce odasına çıktı, gözleri dolu dolu. Veda etmek çok zor geldi. İki saat sonra, o da yola düşecekti. Özlem yine mesafe olarak en yakınımda ama işlerden görüşmeye fırsatımız hiç olmuyor. Uzun yıllardır ilk kez bu kadar konuşma ve beraber vakit geçirme fırsatı bulmak çok güzeldi. Aynı şekilde Gülsen ile de konuşma imkanı bulduğum için çok çok memnunum.
Adnan’ı ve Rahmi’yi görmeyeli belki on yıl olmuştu. Adnan, yıllar önce basketbol oynadığım günlerde yaptığım antrenmanlara güvenip de bilek güreşinde onu yeneceğime dair nasıl kafa tuttuğumu hatırlattı. ”Hakikaten beni yenebileceğine inanıyordu!” dedi diğer arkadaşlara dönerek. Rahmi ve Gülsen ile, otelin canlı müzik yapılan bir bölümünde, dans eden Rus turistleri izledik, bolca sohbet ettik. Dilek ile ilk kez doğru düzgün konuşma fırsatı bulduk, bir akşam değişik bir restoran arayışıyla grup olarak yola düştüğümüzde, rüzgarlı ve soğuk Antalya kışına karşı korunmak için bir atkıyı paylaştık.
Ali’nin ince esprilerine gülme fırsatı çıktı bir çok kereler. Şimdi haber istemek için beni cebimden aradığında, Alanya’da yakaladığım o kahkaha atmadan durmanın imkanı olmayan komik pozu görünecek ekrandan. Müdür ile ilk kez yüz yüze tanışma imkanı bulduk. Bol kahkahalı olduğunu telefonda da anlamıştım ama yüz yüze bu kahkahayı tatmak daha bir başka oldu.
Her gece odamızda bir sürpriz bulduk. Otelden, Alanya eşrafından ve kurumumuzdan. Hiçbir zaman Amerika’ya yiyecek taşımayan ben, son gece odada bulunca çok sevindiğim turunç reçelini bavulumun bir köşesine atmadan yapamadım. Güvenlikte yakalanmadığıma da çok memnunum. Çünkü Daniel ile beraber bir gün içende kavanozu yarılamış durumdayız.
Züleyha, Kıbrıslı arkadaşlarımdan selamlar getirmişti. Fezile, Kıbrıs’tan istediğim birşey varsa Züleyha ile göndermeyi bile teklif etmişti. İnsanın böyle arkadaşları oldukça sırtı yere gelmez. Ben bu açıdan kendimi çok zengin buluyorum. Züleyha ile böyle samimi bir şekilde oturup konuşmak çok güzeldi. Umarım çok uzun sürmeden yine buluşma fırsatımız olur.
Çiğdem, herkesin sigara içtiği bir grupta sigara içmeyen üç beş kişiden biri olan bana sık sık laf attı. Eğer toplantılar bir iki gün daha uzun sürseydi, muhtemelen ben de grup psikolojisiyle başlayacaktım! Bugüne kadar sigara içmediysem, bunu can dostum İlke’ye borçluyum. Bir kez ağzımı açıp sigara içmenin ilginç olabileceği yönünde bir fikir beyan etmiştim küçükken. Sigara içersem, benimle herzaman olduğu gibi arkadaşlık etmesinin zor olacağını söylemişti. Her dakikamız beraber geçiyordu ve sigaraya başlamanın, arkadaşımı kaybetmeye değmeyeceğine kanaat getirmiştim. İlke sigara içiyor olsaydı veya sigaraya özenseydi, bugün muhtemelen ben de sigara içiyor olacaktım. Öyle olmadığına çok memnunum. Ama bizim meslekte sigara içmeyeni bulmak zordur. Orada sağlık nutukları attığım arkadaşları sıktığım için özür diliyorum da, belki dinleyen çıkar diye şansımı denedim.
Çiğdemcimle sohbet etmek çok güzel oldu. Adını bildiğim ama yüzünü hiç görmediğim yepyeni arkadaşlar da kazandım. Artık, ”falancayı tanımıyor musun? Nasıl olur sizin kurumda çalışıyor” diyenlere, ”valla tanımıyorum” yerine, ”ay tabii tanıyorum, hatta Alanya’da halay çektik” diyebileceğim.
Kısa süren Ankara ziyaretimde, annem, Özgür abim ve Oşkan ile vakit geçirmek çok güzeldi. Anneannemi sağıma, annemi soluma alıp, kuşaklar boyu diye resimler bile çektirdik. Annem, ”My farm” denilen yeni uygulamayla tanıştı. Artık işi gücü sanal domatesler üretmek, kim kaç ağaç göndermiş ona bakmak. Sanal tarlayı ekme işine öyle bir bulaştı ki, üç günlüğüne uğrayan ben bir soru sorduğumda bile, gözünü ekrandan ayırmadan cevaplıyordu. Annemle aynı yatakta yatıp uyuduk, sabahlara kadar süren çok zevkli sohbetler dolayısıyla…Özgür abim, her işini bırakıp, bir dediğimi iki etmeden, özel şoförüm gibi beni hızla sağa sola taşıdı. Özgürcüm benden birkaç yaş küçük ama geçen gelişimden beri, ona Özgür abi diyorum. Belki evlendiği için, belki araba kullandığı için, belki saçında birkaç tel beyaz gördüğüm için, belki beni bir abi gibi koruduğu için. Geçen yaz kazma gibi Antalya’ya tatile giderken, kendimi Amerika’da zannedip sadece kredi kartıyla yola çıktığımda, Özgür abim çat diye para göndermişti bana. Bir daha yakınından geçmemeye yeminli olduğum Kemer’de, ülkemizin güzelliklerini görmek üzere ilk defa yanımda getirdiğim Daniel ile birlikte, çalışmayan bankamatik önünde mahsur kalıp, ne yapacağımı şaşırdığımda imdadıma yetişmişti. ”Benim ülkemin insanı yardımseverdir” diye tanıttığım ülkemin bu son derece turistik kentine iner inmez, bir taksi şoförü tarafından üç kuruş para için kandırılıp, dağ başında Rus turistlerin arasında kendimizi bulmuştuk Daniel ile. Bize otel tavsiye etmesini rica ettiğim bakkal, ”ben nereden tavsiye edeyim oteli sana! her gün evden işe, işten eve! sanki benim derdimdi!” diye bağırdığında, Türkçe bilmeyen Daniel bile mesajı almıştı. Elimizdeki Türk parasının büyük kısmını taksiciye kaptırdığımız için, Antalya’ya inecek dolmuş paramız bile kalmamıştı. Şimdi Özgür abim olmasa, bana bankamatikten kartsız nasıl para çekileceğini uzun uzun anlatmasa, 45 derece güneşin altında pişen beynimizle aç bi ilaç ne yapacaktık acaba? Son paramızı, bir hamburgercide harcamıştık. Benim gördüğüm yerler içinde rahatlıkla, ”dünyanın en pahalı hamburgeri” diyebileceğim bir para ödemiştik üstelik.
Ankara’da İlke ve Taner’in evinde saatlerce güldüğümüz bir akşam geçirdik. Özgürle Oşkan da geldi. İlke, geçenlerde bir e-mailine geç cevap yazdığım ve ikincisine de toptan cevap yazmayı unuttuğum için bir süre, artık onu eskisi gibi yakın arkadaşım olarak görmediğimden endişelenmişti. Taner hemen ispiyonladı bunu, İlke mutfakta, evde bulunup da benim özlediğim şeyleri bir tepsiye doldurup sırayla getirirken. Bol sarımsaklı kök ıspanak bile yedim yahu! Eve dönünce, oturup İlke’ye komik bir e-mail yazdım. ”İşlerimin yoğunluğundan e-mailine cevabım gecikti, kusura bakma!” diye bir şey. Tabii ki hep çekirdek çıtladık. Üzerine kola içtik. Üzerine biraz daha güldük. İkisi de çok zayıflamış. Taner’in, ”haftaya çift idmanlara başlıyoruz İlke!” demesi üzerine iyice endişelendim ve bir ara İlke’ye, ”abi lütfen bu kadar abartmayın. Bari çift idman yapmayın. Günde bir kez spor salonuna gitmek yetsin” dedim. Sporu toptan kestiğim için bir yıl içinde on kilo aldım. Neyse ki boyumuz uzun, hala idare ediyorum biraz diye düşünüyorum. Bir ara ayağa kalkıp içeri giderken, ‘’sakın arkamdan bakıp, (amma da büyütmüş!) diye dedikodumu yapmayın haaa” dedim, elimle de belli yerleri kapatmaya çalışırken. Ama Taner, ”kapatabileceğini mi sanıyorsun!” dedi. Niyeyse Özgür abim, Oşkan, İlke buna çok güldü! Belki artık Washington’a döndüğüme göre, çift idmanlara başlaması gereken benim. Haftada birkaç gün spor yapabilsem, öpüp başıma koyacağım. Aslında kafa hazır. Daniel ile her pazartesi spora başlıyoruz kafamızda. Umarım bir gün fiziken de gerçekleştirebiliriz. Özlem dedi ki, ”ama Denizcim, eğlenerek kilo almışsın. O yüzden dert etme”. Doğru. Yemesi içmesi keyifli oldu. Daniel’ın pizzaları, ”aa yemezsen küserim” diye önüme koyduğu türlü çeşit yemekler, soğuk havada dışarı çıkmak yerine oturup televizyonda enti püften şovları seyretmek hakikaten de eğlenceliydi. Şimdi, yeniden sağlıklı yaşama dönüş yapmanın zamanı geldi.
Ankara’ya kısa seyahatimde, adının öyle yerli yersiz kullanılmasını sevmeyen canım dostum ile de görüşme fırsatı buldum. Bu sarı saçlı, çok çok ama çok akıllı arkadaşımla sohbetlerimiz hiçbir zaman yetmez. Sadece bir kez görüşebildik. Bana erken bir doğumgünü hediyesi verdi.
Bir başka faaliyetim ise, 21 yıldan sonra lise arkadaşlarımla bir araya gelmek oldu. Sağolsun Ayşen, öyle müthiş bir organizasyon yaptı ki, üç günlük seyahatimi bu toplantıya denk düşürdük. Sanki hiç ara vermemişiz gibi konuştuk, güldük. Çok çok iyi vakit geçirdik.
O günün bir başka özelliği, hem sınıf hem de takım arkadaşım olan Handan ile 20 yıldan sonra ilk kez buluşmamız oldu. Lise arkadaşlarıyla büyük buluşmanın birkaç saat öncesinde Handan ile görüşmek üzere sözleştik. Aramızda yıllar önce, çok saçma bir nedenden bir kopukluk olmuş ve sonra da, izini kaybetmiştim. O kadar fazla anı canlandı ki. Oşkan, saç düzleştiriciyi getirdi. Bu arada, gelirken bavullarım kaybolduğu için, emanet bir kıyafetle idare etmek zorundaydım. Özgür abim, bir önceki gün, ”neyse ki bavulunu kaybettiğin için hazırlanmanı fazla beklemek zorunda değilim” diye dalga geçmişti. Neyse zor bela hazırlandım, bir taksiye atladım ve Handan ile buluşacağımız kafenin yolunu tuttum. 13-14 yaşlarında küçücük kızlarken, çok gülmekten altıma yaptığım ve kahkahalarla kaldırımın kenarına yığılıp kaldığım gün aklıma geldi. Hep çok gülerdik. Her şeye gülerdik. Handan ile 20 yıldan sonra buluşmak, müthiş bir şey olacaktı. Takside elim ayağım titremeye başladı. Kafeye geçip oturdum. Ayağıma olan, tek bulabildiğim şey, topuklu bir çizmeydi. Kafam kapıya çarpmasın diye eğilerek geçiyordum kapılardan! 20 yıl sonra ilk kez buluşacağım Handan ve diğer lise arkadaşlarımın karşısına, bavulumu kaybettikleri için böyle emanet, üzerimden düşen kıyafetlerle çıkacaktım. Ama kıyafeti kim ne yapsın? Handan’ı bir süre ellerim titreyerek, birini diğerinin üstüne attığım bacağımı sık sık değiştirerek ve kafede beni meraklı bakışlarla süzenlere gülümseyerek bekledim.
Sonra Handan geldi. Nefes nefeseydi. Yanlış bir sokakta indirilmiş ve geç kalacağı korkusuyla bu kafeye depar atmıştı. İnsanın çocukluğuna yeniden bir ziyaretiydi bu büyük buluşma. Handan tamamen aynı Handandı. Saçlarını, özellikle okuldaki gibi kıvırcık bıraktığını söyledi. Öyle duygulandık ki, uzun süre gülmeyle karışık bir ağlama aldı başını gitti. Bu kadar uzun boylu iki kadını etrafta görmeye alışkın olmayanlar, yine meraklı bakışlarla bizi süzüyordu. Üstelik masada elele tutuşup ağlaşıyorduk ve kahkahalar da atıyorduk. Belki de sırf bu buluşma için, 20 yıl görüşmemeye değdi diyebilirim. Ama bundan sonra, bir 20 yıl daha beklemeye niyetim yok.
Sevdiğim bir çok arkadaşlarım var. Onları, bu kısa sürede arayamadığım için üzüldüm. Ne yazık ki zaman yetersizdi. Umarım bir dahaki gelişimde telafi edebilirim. Görüşsem de görüşmesem de, bütün dostlarıma, ki onlar kendilerini biliyorlar, buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Çok yaşayın!
Çok zorlu bir yolculuğun ardından Washington’a geldim. Yolculuğumun hikayesini ayrıca yazacağım. Seyahatler çok güzel. Ama eve dönmesi de güzel. Sabahtan beri, ağzımda memleketten şarkılar var ama nereden takıldı bunlar dilime emin değilim. Bir tanesi, ”haniii oooo saçlarıııınaaaa taç yaptığım çiçekleeeeer, hani ooo…” Bir diğeri de şu: ”tarlaya…eeektim soğaaaaan. tarlaya ektiiiim soğaaaaan…”.
Zerrincim, Pınar mesajını iletti. Yazılarımı sevdiğine çok memnun oldum. Kucak dolusu sevgiyle.