Deniz'in Washington Günlüğü
Home
Posts RSS
Comments RSS
Edit
Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk ve Yazmak
2:48 AM - Posted by deniz -
1 comments
Amerika'da doğu kıyısı zamanıyla dün sabaha karşı dört buçukta, Orhan Pamuk'un son romanı ''Masumiyet Müzesi'ni'' okumayı tamamladım. Kitabı aslında, Hande'den ödünç aldığım günden beri yavaş yavaş, sindire sindire okuyordum. Yatmadan önce bir kaç sayfa okumaktı niyetim. Ama evdeki niyet çarşıya uymaz. Dün romanın yarısından biraz fazlasını geçtikten, ışıkları kapatıp bir süre uyumaya çalıştıktan sonra, ani bir kararlılıkla yataktan fırladım ve ''ne olacak ya bu Kemal'in (romanın kahramanı) durumu?'' diye kitaba sarılıp sabaha karşı dört buçuğa kadar okuyup bitirdim.
Ben burada, romanın konusundan çok, yazma tekniğinden, ilgimi çeken detaylardan, yazma zevkinden tamamen subjektif olarak bahsedeceğim. Roman tavsiyesi veya eleştirisi yaptığımı düşünmeyin diye baştan söylüyorum.
Orhan Pamuk'un varlığından ilk defa, hakkında bir dergide çıkan yazıyla haberdar olmuştum. İlk romanı ödül almıştı. Yazı, ''geleceği parlak genç Türk romancısı'' türünde övgüleri içeriyordu. Çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Hemen romanı alıp okumak istedim. ''Ödüllü genç Türk romancısı'' nasıl bir şeydir görmek istedim.
Elime ilk geçen Orhan Pamuk romanı hangisiydi emin değilim. ''Sessiz Ev'' olmalı. Veya ''Cevdet Bey ve Oğulları''. Hangisini önce okuduğum hafızamdan silinmiş. Masumiyet Müzesi'ndeki Nişantaşı ortamını ve oradaki aileleri ince ince tasvir eden Cevdet Bey ve Oğulları'nı, belki de yaşımın küçük olması ve anlatılanlar hakkında hiçbir fikrimin olmaması dolayısıyla çok da anlayamamış ve bana ağır ve üzüntülü gelen romanı ''bir an önce bitsin'' hissiyle okumuştum.
Orhan Pamuk kısa süre içinde her yazdığıyla gündemde bir yazar olmuştu. ''Kara Kitap'ı'' okuduğumda ise, Pamuk benim gözümde bir numaralı yazardı. Bu çok karmaşık ve hatta karanlık bir kafa yapısı olduğunu düşündüğüm yazarın, nerede yazdığını, nasıl yazdığını, nasıl yaşadığını merak etmeye başlamıştım. Büyük köşe yazarları, Pamuk'un aslında, roman kisvesi altında sistemi eleştirdiği, ''çok sıkıcı, okunamayacak kadar uzun ve karmaşık'' yazılar yazdığı, iyi bir yazar olmadığını savunuyorlardı. Babamla, dede öldükten sonra yıktırılan eski evin bahçesinde bir yaz akşamı, uzun uzun Pamuk'u konuştuğumuzu, benim ateşli bir şekilde Pamuk'un şu veya bu konuda ne düşündüğünü, nasıl bir ideolojik yaklaşım içinde olduğunu hiç umursamadığımı, ancak yazma kabiliyetine hayran olduğumu söylediğimi hatırlıyorum. Babam, ''yaşın küçük daha bu konuları anlamıyorsun'' diyerek kestirip atmıştı. Ne de olsa ben, sağ sol kavgasının sokağa taştığı terörün arkasından apolitik yetiştirilen bir dönemin gençlerindendim. Daha ilkokula giderken kırk kere, ''sakın politika konusunda sınıfta görüş belirtmeye kalkma, ne düşünüyorsan kendine sakla'' diye temhihlenen bir çocuktum.
Yazı yazmak bir çeşit delilik hali. Yine bir dergide veya bir gazetede, Pamuk'un, evine kapanıp nasıl disiplinli bir şekilde yazdığını anlattığı röportajını okumuştum, yazarın o ilk zamanlarında. Elim kalem tutmaya başladığı günden beri yazıyorum ben de. İlk şiirim, yazmayı yeni öğrenen beceriksiz bir elden çıkma olduğu için, büyüklükleri pek de birbirini tutmayan harflerle ve düz bir çizgi tutturamadan, babamın evdeki sayısız şiir defterlerinden birinin sonuna yazılmıştı. ''Şiirim'', beş sene sonra eski şiir defterlerini karıştıran babam tarafından tesadüfen keşfedilecek ve bu şiirin hayali konusu itibariyle dehşete düşen babam, hemen konuyu annemle tartıştıktan sonra, uzun uzun sorguya çekilecektim. Tabii ki şiiri yazdığımı hiç mi hiç hatırlamıyordum. ''Bu yazı benim olamaz! Benim yazım çok daha güzel!'' demiştim hemen bilmiş bir beşinci sınıf öğrencisi olarak. Bir yandan da, o yeşil kaplı defteri pek bir beğenip elimde gezdirdiğimi, yazıların kenarlarına ''süsler'' yaptığımı hayal meyal hatırlıyordum. ''İyi düşün'' denildi. ''Şiirimde'' işlediğim tema özetle, evdeki hayatı çok sıkıcı bulduğumu, istediğim zaman sokağa çıkıp oynamama, istediğimi yapmama izin verilmemesine bozulduğumu ve en kısa zamanda evden kaçarak bu sıkıntıdan kurtulacağımı yazıyordum. En sonunda annemle babama, çok bilmiş bir ifadeyle, şiirin aslında kurgu bir şey olduğunu, illa gerçek hayattan alınması gerekmediğini, benim böyle düşünceler içinde olmadığımı ve o kargacık burgacık yazıyla bir bağlantım bulunmadığımı ikna edici bir şekilde anlattığımı hatırlıyorum.
O sıralarda, okumaya meraklı anneannemin, bugün ne yazık ki yazarlarını hatırlayamadığım kahramanlık temalı macera dolu Türk romanlarını, İtalyan ve Amerikan dergilerinden özenerek hazırlanan Yelpaze dergisini büyük bir merakla inceliyordum. 1950'lerin 60'ların Yelpaze dergilerini anneannem ciltletmişti. Bu ciltleri, zorla yerinden çıkartıp taşır, kucağıma koyar ve saatlerce sesim çıkmadan okurdum. Buradaki kısa hikayeleri de sonra, Türk kahramanlara uyarlayarak, biraz değiştirerek yeniden kurgulayıp yazardım. Genellikle de hikayelerim, benim hayatıma benzemeyen çok başka ortamlarda geçerdi. Uzay Yolu dizisini çok sevdiğim için, muhakkak uzay maceralı bir şeyler yazardım. Veya bu hikayeler köyde geçerdi, bilmediğim, merak ettiğim köy yaşamını anlatırdım. Afrika'da yaşayan ''batılı ve beyaz'' bir aileyi hayal ettiğim gibi yazardım. En yakın arkadaşım Bertan ve Emin Amca'nın oğlu İlker ile, akşamları anne babalarımız birbirlerinin evine misafir olurken, Ağustos'ta kar yağacağını ve dünyada her şeyin tersine döneceğini rivayet eden bir falcı kadından, uyurken ağzına yılan kaçan bir çocuğun hikayesinden, uzaylıların gerçekten var olup olmadığından, bir uzaylıyla karşılaştığımızda (!) nasıl davranmamız gerektiğinden, uzak bir kentte çift başlı doğan çocuktan, onun hayatının nasıl olabileceğinden bahsederdik. Bu konuşmalardan aldığım keyfin yoğunluğunu bugün bile hatırlıyorum.
Bir Pazar günü, büyük bir aceleyle bir saatte yazıp bitirdiğim, -çünkü babama okutacak ve onun kıymetli fikrini alacaktım-, bir hikayeyi okuyan babam, ''ben bunun konusunu bir yerlerden hatırlıyorum. İstersen başka bir şey yaz'' demişti. Çok bozulmuştum. Babam beğenmezse, o hikaye bir hiçti benim için. Babama okuttuğum hikayemin kahramanı Ömer, küçük yaşta ailesinden ayrı düşmüştü ama boynunda bir kolyesi vardı (!). Küçük bir köyde yaşayan Ömer, bir gün kentteki pazar yerine türlü maceralarla ulaşacak ve Ağustos'ta kar yağacağını, dünyada her şeyin tersine döneceğini rivayet eden herkesin korktuğu falcı kadın tarafından hırpalanırken, falcı kadın birden Ömer'in oğlu olduğunu, boynundaki kolyeden anlayacak, böylece Ömer de annesine kavuşacaktı. Bu tema tabii, bizim o dönemde seyrettiğimiz çizgi filmlerden, tek kanallı televizyonda gördüğümüz filmlerden, Yelpaze dergisindeki yabancı kısa hikayelerden uyarlanmış bir şeydi. Şimdi yine, haddimi aşmadan, en sevdiğim yazarlar arasında Jean Paul Sartre'ın olduğunu da araya sıkıştırmak zorundayım. Sartre'ın da, küçük bir çocukken böyle sağdan soldan duyduğu hikayeleri uzun uzun kahramanlık destanları olarak yakın çevresine yepyeni bir şaheser olarak pazarlamaya çalıştığını okuduğumda, kendimi bir sahtekar olarak hissetmekten vazgeçmiştim. Bu yeniden kurgulamalar, aslında yazı yazmaya yönelik bir antrenmandı. İçinde özgün sesin gelişip büyüdüğü bir çalışmaydı. Sartre yaparsa Deniz niye yapmasındı yahu.
Masumiyet Müzesi'ni okurken, Pamuk'un, İtalyan yazar Umberto Eco'nun da başvurduğu ve pek hoşuma giden bir yönteme başvurduğunu yine sevinerek gördüm. Eco'nun ''Foucault Sarkacı'' romanında bahsettiği sokaklar, maceranın geçtiği yeraltı yolları, bir çok meraklı okurun ilgisini çekmişti. Kitapta anlatılan sokakların izine düşenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazlaydı. Pamuk'un da, kitaba adını veren ve romanın sonunda bir haritada, Çukurcuma'da bulunduğu rivayet edilen Masumiyet Müzesi'nin, eğer bugün İstanbul'da olsaydım, herhalde hemen izine düşecektim. Muhtemelen Google'da bir arama verirsem, böyle bir müzenin olup olmadığını, haritada gösterilen noktada okuyucuyu bir sürprizin bekleyip beklemediğini öğrenme şansım vardır. Tabii bu, kalkıp oraya gitmekle ve kendi gözünüzle belli detayların peşine düşmekle aynı şey değil.
Pamuk'un romanları, esrarengiz bir şekilde birbirine bağlı. Kara Kitap'ta roman kahramanının peşine düştüğü Rüya adlı karaktere ithaf edilmiş Masumiyet Müzesi. İster istemez, her hikaye kurgulayanın, yazdığı hikayenin ne kadarını kendinden yazdığını merak ediyorsunuz. Hande ile, bu romanı, hikayenin Orhan Pamuk'un başından geçmiş bir şey gibi okuduğumuzu konuştuk. Aslında hikayenin kahramanının adı Kemal'di ve onun ağzından yazılmıştı. Bir yerlerde, kitabın yazarı Orhan Pamuk da, gerçek hayattaki kendisi olarak, romanın içine girmişti. Pamuk'un romanda anlattığı, Kemal'in hastalık derecesine varan tutkusu insanı düşündürüyor. Kemal bana, başına ne gelirse gelsin, ne kadar aşağılanırsa aşağılansın aşkından vazgeçmeme obsesifliğiyle daha çok bir kadını hatırlatıyor. Sekiz yıl, ''mutluluk bir insanın sevdiğine yakın olmasıdır'' diyerek, başkasıyla evli akraba kızına duyduğu aşkı, hemen her akşam onlara yemek yemeye giden zengin akraba rolüyle yaşayan, bir bakıştan, kazayla bir dokunuştan türlü anlamlar çıkaran Kemal insanı biraz sinirlendiriyor. Kemal'in yüzüne iki tokat atmak veya omuzlarından tutup sarsmak, neden kendi hayatını ve sevdiğini söylediğin bu akraba kızının hayatını rezil ediyorsun demek geliyor içinizden. Sonra aklıma, sekiz yıl boyunca aynı kıza büyük bir aşkla bağlanan, belli aralıklarla aşkını itiraf edip reddedilen ve en sonunda da bu kızın başkasıyla evlenmesine ve uzak bir ülkeye taşınmasına seyirci kalan arkadaşımın çektiği acı geliyor. Hepimizin açıkça dalga geçtiği ve bu sevdadan vazgeçmesini telkin ettiği arkadaşımızın gözünde, bu kızdan daha harika birisi yoktu.
Bugün Amerika'da, ''Güzin Abla'' köşelerini okursanız, ki bunlar mesela ''Ask Amy'' (Amy'ye Sor) benzeri adlar taşıyor doğal olarak, verilen tavsiyelere şaşırabilirsiniz. Bir okuyucu, ''ben çocuk istiyorum ama erkek arkadaşım çocuk yapmayı hiç bir zaman planlamadığını söylüyor'' diyor. Veya, ''evlenmek istiyorum ama erkek arkadaşımın bu konunun açılmasına bile tahammülü yok'' diyor başka bir okuyucu. Verilen cevaplar aşağı yukarı benzer. Şöyle diyor Amy mesela, ''hiç vakit kaybetme. Hayat kısa. Git başkasını bul kendine. Çocuk yapma hayalini paylaşabileceğin birisini bul, evlenmeye hazır birisini bul''. Amerikalılar'a, aşk denilen o delilik halini anlatmak çok zor.
Leyla ile Mecnun hikayesi hayatta çıkmazdı Amerika'dan. Düşünsenize Mecnun, Leyla için dağları delmiş. Çünkü denilmiş ki Mecnun'a, ''şu dağı delersen, bir yol açarsan, Leyla senindir''. Mecnun sorgulamamış bile, ''bu dağ nasıl delinir, kaç yıl sürer, değer mi, acaba Leylayı boşverip Ayla ile mi çıksam?'' diye derin iç pazarlıklara başlamamış. Mecnun, eline bir Washington Post gazetesi geçseydi de Amy'ye mektupla derdini sorsaydı, ''bana bak Mecnun! Aklını başına topla, bu dağlar delinmez. Hayat kısa, uğraşma boşuna. Leyla ile Ayla arasındaki fark nedir ki'' derdi. Bizim Mecnun ise, koşup gidiyor dağları delmeye. Hemen başlaması lazım ki, bir an önce bitsin, Leyla'ya kavuşabilsin. Kar-zarar hesabı yok hiç. Amy'ye göre ise Mecnun, ''tam bir enayi''.
Romanı bitirip yatağa döndüğümde, Kemal'in, sevgilisi Füsun'u hatırlattığı için evlerinden çaldığı küçük eşyalar konusu kafama takıldı. Füsun'un içtiği sigaraların izmaritlerini bile cebine atıveriyordu Kemal. Müze de bunlardan kurulacaktı zaten. Orhan Pamuk'un, gerçekten de böyle bir koleksiyonu olduğunu hayal ettim. Sabahın dört buçuğunda, ''Daniel uyuyor musun?'' diye uyandırdığım kocam, sorduğum soruyla iyice bir şaşırmıştı. ''Daniel, sen hiç hayatında, sırf hatıra olsun diye, sevdiğin birisiyle geçirdiğin zamanı hatırlatıyor diye bir nesneyi sakladın mı, mesela gidilen bir restorandan bir peçeteyi'' dedim. Sanki dünyanın en doğal şeyiydi sabahın o saatinde bu soruyu sormam. Sessizlikten, Daniel'ın tekrar uykuya döndüğünü düşündüm. Ama sonra, ''hayır'' dedi. Böyle şeyleri saklamaya ilgisi olmadığını ancak eskiden, ''markete gidiyorum, annen'' yazılı kendisine yazılmış küçük notlar dahil olmak üzere pek çok mektubu ve notu saklama alışkanlığının olduğunu, sonradan bunları atmaya karar verdiğini, biriktirmenin sonu olmadığını söyledi. Herkesin kişisel tarihinin bir müzesi vardır tabii. Bir noktada yok etmiş olsanız bile.
Gittiğim memleketlerden, iyi vakit geçirdiğim yerlerden, bir iki çakıl taşı atardım cebime. Basketbolla başlayıp gazetecilikle iyice zenginleşen seyahat programım yüzünden, hatıra çakıl taşları ve kozalaklar, epey bir yer kaplamaya başlayınca en sonunda bunları, istemeyerek de olsa kaldırıp attım. Bir şeyleri kaldırıp atmanın getirdiği özgürlük duygusunu da severim. Belli bir nesneye veya insana aşırı yapışmanın ölüm korkusuyla ilgili olduğu söyleniyor. Hayatı, hayatın özünün değişim olduğunu kabul edememekle.
Ama iyi ki müzeler var. Ben müzeleri de severim. Hem de çok. Müze gezmek, çok kişi için sıkıcı bir uğraştır. Bana göre, belli bir dönemden kalma bir eşya ile sadece aynı odada olunca, daha dünyada olmadığım dönemlerden gelen bu nesne, sanki zamanda yolculuk yapmama yardım eder. Müzedeki o testiyi yapan, içine bir şeyler koyup içen insanları hayal ederim. Testi bugüne gelmiştir. Onu tutan eller, çoktan toprağa, havaya, suya karışmıştır. Müzeler galiba, kaçırılmış zamanlara bir yolculuk yapmamızı sağlıyor. Pamuk'un romanının kahramanı da, Füsun ile geçirdiği sekiz yıl önceki o mutlu zamanlara yolculuk etmek için kullanıyordu nesneleri. O tuzluğu, bir zamanlar Füsun tuttuğu için saklıyordu. Tuzluğa dokunduğu zaman, sevdiğinin bu nesneye dokunduğu zamana geri dönebiliyordu.
Sabaha karşı uyandırıp bu konuyu tartıştığım Daniel'a, bir zamanlar bana çok hoşuma giden genç bir adamın, bana bir portakal verdiğini anlattım. Öyle büyülü bir şeydi ki bu benim için, spor çantamın gözüne, sanki umursamıyormuş gibi attığım portakal, masamda cam bir kabın içinde çürüyünceye kadar durdu. Bir türlü dokunmaya kıyamadığım bu nesneye bakmak, bana mutluluk veriyordu. Anneme, portakala dokunmamasını sıkı sıkı tembih etmiştim. Portakalın yanında ise, bir hindistan cevizi vardı. Bunu da bana, bugün artık yaşamayan başka bir basketbolcu arkadaşım vermişti. O sırada, tam anlayamadığım bir içgüdüyle sakladığım hindistan cevizi, genç arkadaşımın zamansız ölümünü hatırlatan üzücü bir şey olarak yine aylarca masamda duracaktı.
Masumiyet Müzesi'nde, sadece Orhan Pamuk'un bilebileceği gizler olduğunu biliyorum. Pamuk'un gençken, tıpkı romanın kahramanı Kemal gibi, uzaktan akraba, fakir bir kıza aşık olduğunu hayal ediyorum. Kitabın başına konulan, ''Rüya'ya'' ibaresindeki Rüya'nın, eskiden çok aşık olunmuş bir kadına verilen takma isim olduğunu, Pamuk'un hala acı bir aşkla bağlı olduğu bu kadına, sadece ikisinin anlayabileceği türde bir mesaj verdiğini hayal ediyorum. Bazen de, Pamuk'un bütün bunları, usta bir romancı olarak planladığını, böyle düşünmemizi istediği için romanını ona göre yazdığını, o yüzden romanı Rüya'ya ithaf ettiğini düşünüyorum. Bunu sadece Orhan Pamuk'un biliyor olması tatlı bir kızgınlık yaratıyor bende. Bir gün roman yazmaya oturursam, biliyorum ki neyi neden yazdığımı, hangi bağlantının nereden geldiğini hiçkimseye anlatmama imkan olmayacak. Muhtemelen o gün hiç gelmeyecek. Oturup roman yazmaktansa, çıkıp sokaklarda yürümeyi daha çok seviyorum ben. Öyle, aylak aylak. Bir yere gitmeden.
Newer Posts
Older Posts
Home
Subscribe To
Posts
Atom
Posts
All Comments
Atom
All Comments
Önceki Yazılar
►
2012
(1)
►
August
(1)
►
Aug 05
(1)
►
2011
(2)
►
October
(2)
►
Oct 17
(1)
►
Oct 12
(1)
►
2010
(6)
►
July
(1)
►
Jul 11
(1)
►
March
(2)
►
Mar 26
(1)
►
Mar 14
(1)
►
February
(2)
►
Feb 05
(1)
►
Feb 01
(1)
►
January
(1)
►
Jan 18
(1)
▼
2009
(25)
►
December
(2)
►
Dec 27
(1)
►
Dec 01
(1)
►
November
(1)
►
Nov 19
(1)
►
October
(3)
►
Oct 28
(1)
►
Oct 11
(1)
►
Oct 04
(1)
►
September
(1)
►
Sep 06
(1)
►
July
(2)
►
Jul 25
(1)
►
Jul 06
(1)
►
June
(2)
►
Jun 12
(1)
►
Jun 09
(1)
►
May
(3)
►
May 29
(1)
►
May 27
(1)
►
May 23
(1)
►
April
(2)
►
Apr 29
(1)
►
Apr 18
(1)
►
March
(2)
►
Mar 26
(1)
►
Mar 07
(1)
►
February
(3)
►
Feb 22
(1)
►
Feb 14
(1)
►
Feb 03
(1)
▼
January
(4)
▼
Jan 28
(1)
Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk ve Yazmak
►
Jan 15
(1)
►
Jan 10
(1)
►
Jan 03
(1)
►
2008
(14)
►
December
(4)
►
Dec 29
(1)
►
Dec 13
(1)
►
Dec 10
(1)
►
Dec 04
(1)
►
November
(7)
►
Nov 29
(1)
►
Nov 26
(1)
►
Nov 22
(1)
►
Nov 19
(1)
►
Nov 12
(1)
►
Nov 08
(1)
►
Nov 05
(1)
►
October
(2)
►
Oct 31
(1)
►
Oct 25
(1)
►
September
(1)
►
Sep 30
(1)
takip edenler
Göz attıklarım
sibelİNkalemi
6 years ago
Anne Rose Writes
6 years ago
elif ada
7 years ago
Hilal's Notes
7 years ago
Inspirational
8 years ago
goks
9 years ago
PuCCa GüNLüK
10 years ago
SÖZÜN BİTTİĞİ YER...
11 years ago
THE COOL ADVICE
15 years ago
HANDE ATAY ALAM
15 years ago
"Meral Erdoğan / İllüstrasyonlar"