Özgür Abim bir haftadır Daniel ile bana Ankara'da tur attırıyor. 11 yıl Washington'da yaşamanın bedelini ödüyorum. Ben artık bu ülkede turist olmuşum. Paradan anlamıyorum bir kere. Zaten sıfırların atılmasını anlamış değildim, şimdi hala dilimde milyonlar. Daniel, ''ne diyorsun? Ne 100 milyon lirası?'' diye saf saf soruyor. Bir de TL yerine, ''şu fırın şu kadar dolar ediyor'' diye konuştuğum için Avustralyalı kocamdan, ''artık Türkiye'desin. Dolar demeyi bırak, TL olarak konuş'' diye laf işittim. Muhtara ikametgah için para çıkarırken Özgür'e ''bu 1 TL mı?'' diye sorduğum için muhtar ''ah canım beniiiim. Parayı gösteriyor kardeşine, ahhahhah'' dedi.

Bir kere, bana göre herşey çok pahalı. Starbucks'a gittik. Ben ne bileyim, Amerika'da kahve ucuzdur. Starbucks kahve fiyatlarını birkaç cent arttırsın, hemen isyan çıkar, pankartlı protesto gösterileri falan olur. Özgür, Daniel, ben. ''Üç kahve, üç kek'' dedim, ''32 TL lütfen!'' dediler. Şaka mı bu yani? Valla şaka değil. Kapının önünde vale servisi var. Arabanızın anahtarını valeye bırakıyorsunuz, onlar park ediyor. Ayrıca korkunç kalabalık. Ben kendime, şöyle ara sokakta, şirin mi şirin, rahatça oturup kitap okuyacağım sakin bir kahve yeri bulmalıyım. Bir tane Başak tavsiye etmişti, taa eskiden, hah onu iyi hatırladım, oraya bir bakayım.

Herşey bir anda oluverdi. Bir dükkana girdik, 5 bin 500 metrekareye yayılmışmış. Oradan çıktığımızda, yeni tuttuğumuz evimize koymak üzere buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinası vs. gibi elektronik eşyaları (beyaz eşya demeliyim) alıvermiştik. Tabii bunların hepsi kredi kartıyla alındı. Birden bire kendimi taksit, borç gibi kavramlarla yüz yüze buluverdim. Washington'da taşıyamayacağım için mutfak kaplarımı bir hafta önce attığımı yazmıştım. Şimdi herbirini tek tek kendim almak zorundayım, bardak, çanak, çatal kaşık, iğne iplik derken derken, Özgür ile Daniel arasında İngilizce'den Türkçeye ve Türkçeden İngilizceye çeviri yaparken ve bir haftadır her sabah ikametgah, vize, ot, püsür, bok diye kapı kapı dolaşmaya çıkarken anneme bıraktığım minik oğlumu özlerken sigortalarım birden atıverdi. O 32 lira verdiğimiz kahvelerle kekleri hüpletirken, siyah güneş gözlüklerimi gözüme indirdim ve ülkemizin piyasa mekanlarından Starbucks'ın ortasında hüngürdemeye başladım. Tabii bu, Özgür Abi ve Daniel'ın karşısında yapılacak çok yanlış bir hareket oldu. Ben ağlıyorum ve kardeşimle kocam, ''Deniz gerçekten çok salaksın'' diyerek bana gülüyorlar, ağlamamı taklit ediyorlar. Özgür Abim, ''niye ağlıyorsun şimdi?'' diye üsteledi. Ben de, ''ben çok fakirim. Artık borcum var'' diye yanıtladım ama bir taraftan artık gülmeye de başladım. Zaten, şikayet ettiğim kadar da değil, annemle kardeşim birer beyaz eşyayı aldılar bana, sağolsunlar.

Starbucks'tan kalkıyoruz ama güneş gözlüklerim halen gözümde. İki masa ötede oturan gençlerden, ''kapalı mekanlarda siyah gözlük takan tipler!'' diye bir laf duyuyorum. Özgür abim de, ''keşke gözlüklerini hemen indirip (ağlıyorum salak!) deseydin'' diyor. Özgür abim de Daniel da ben de ''salak'' lafını su gibi kullanıyoruz.

Bir dükkana girdik, kanepe bakıyoruz. Kanepe, benim için çok önemli. Hiçbir şeyim olmasın, kanepe çok rahat olsun. Benim gönlümde fena halde pahalı bir kanepe, görür görmez aşık oldum. Çok basit, kahverengi ve koskocaman birşey. Özgür ile Daniel, bana bunun yarı fiyatına başka bir kanepeyi beğendirmeye çalışıyor. İlk onların gösterdiğini görseydim, ''hah tamam, bu olur, alalım bunu'' derdim. Ama artık çok geç. Ben o kanepeyi istiyorum! Özgür abim artık iyiden iyiye dalga geçiyor: ''Hem fakirim diyorsun, kahve parasından şikayet ediyorsun, hem de fakir birisine yakışmayacak kanepelere bakıyorsun''. Artık suratımı falan asıyorum, o kanepe olmazsa çok mutsuz olacağım. Özgür epey çalışıyor üzerimde. Makul olmalıyım yoksa hayatımın uzun bir dönemini, borçlarımı ödeyerek geçireceğim. Şunu söylüyor bana: ''Şimdi sen gelecek haftalarda işe gitmek üzere kalktın. Makyaj yapacaksın. Makyaj çantanı neyin üstüne koymayı düşünüyorsun?'' diyor. ''Yere atarım!'' diyorum. Aslında Özgür haklı biliyorum. Daniel, kahkahalarla karşılık veriyor Özgür'ün her söylediğine. İkisi bir oluyorlar. Ben de diyorum ki onlara, ''ikiniz de salaksınız''. Ve fakat Özgür abimin Microsoft excel gibi çalışan bir kafası var. Herşey orada yazılı sanki. Adam listeden takip eder gibi tık tık tık ilerliyor. Günün planını yaptırıyor bana önce. Ki ben kimseye öyle ipleri kolay vermem, her işimi kendim yapmaya alışmışım. ''Yaz!'' diyor Özgür abi: ''Önce muhtara gidilecek, sonra banka hesabı açılacak, oradan.....''. Özgür abiye gidin, ''hayatımda şu şu şu sıkıntılar var, ne yapabilirim?'' diye sorun, size 5 yıllık kalkınma planı çıkarsın. Valla abartmıyorum. Hem de bunu, mümkün olan en az cümleyi kullanarak size aktaracaktır, kendinden emin bir hava içinde. Bugünkü 20 maddeli planımızın ortasında bir yerlerde gidip anneannemin kedilerine mama bile aldı. Yalnız dönüş yolunda, korkunç bir trafiğin ortasında Özgür abimin sigortalarının attığını farkettik ve Daniel ile ben çıt çıkarmadık. Evin önüne geldiğimizde, şehirlerarası otobüslerin kapılarının çıkardığı çııııstııısss sesini büyük bir başarıyla ağzından çıkartıp bize kısaca ''inin!'' dedi. Biz de öyle yaptık. Özgür abim, yarın hiçbir şey yapmayacakmış, öyle dedi. Valla haklı. Ama bu kez de Timuçin'i alıp misafirliğe gidiyoruz yarın. Tam ''Amerika'dan ablam geldi'' durumu. Kurtuluş yok.

Telefonda İlke'ye günümü anlattım. O da ''ya ağlama lütfen. Zaten biz de sana ev hediyesi alacaktık'' dedi. Ben de hemen ''tamam kabul ediyorum'' dedim. Televizyonu bize annem verecek. Altında sehpasıyla. Bir tane de düdüklü gösterdi. Ayrıca bir de halı verecekmiş. Hadi ben iş güç sahibi bir insanım da, bir zaman içinde beyaz eşyaya falan servet yatırma durumunu gerçekten eli darda insanlar nasıl hallediyor merak ediyorum. Bir araştırmaya göre, dünyada fazla birşeyi olmayan, fakir insanlar çok daha mutluymuş. Çünkü endişe edecek birşeyleri yok. Bir sıcak gülüş, yüzümüzde bir hafif rüzgar, bir yudum su, biraz da ekmek. Ölümlü dünya eninde sonunda. Kanepeyle buzdolabını yanınızda götüremiyorsunuz.

Birşey daha yazacağım. Beni Türk doktorlarından sonra, lütfen Türk bürokrasisine emanet ediniz. Çankaya Nüfus Müdürlüğü'ne gittim. Fiş aldık, önümüzde 34 kişi var. Neredeyse ağlayacağım. Çünkü benim bildiğim Amerikan sosyal güvenlik idaresinde, önünüzde 34 kişi varsa, muhtemelen o gün size sıra gelmeyecek demektir. Tam on dakika sonra gişedeyim ve gerekli işlemlerim yapılmış bile. Son derece nazik ve yaptığı işi gayet iyi bilen bir çalışanın karşısındayım. Daha ne isterim. Türk pratik zekası sağolsun. Hoşgeldik.






Daniel, mutfak dolaplarının tepesine uzanıp, fırında kullandığımız iki beyaz kap ve bir cam kabı indirip, ''bunları da atıyorum'' dedi. O pyrex kaba bakarken bakarken, 5 aylık Timuçin kucağımda otururken, birden gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Arkasından dudağım sarktı ve küçük çocuklar gibi sesli sesli ağladım. İşte o zaman, yaşadığımız mekanın kalbinin mutfak olduğunu anladım.

Bir haftadır Türkiye'ye götüreceğimiz eşyalarımızı kutulara koymaya ve atılacakları da atmaya başladık. Bazı şeyleri satıyoruz, bazılarını arkadaşlarımıza veriyoruz. Yine de bir çok şey atılıyor. Kıyafetleri ve hatta kitapları, özellikle de ayakkabıları atarken en ufak bir rahatsızlık hissetmedim. Gelgelelim, poğaça, fırında makarna, soslu tavuk, ekşili köfte yaptığım cam kabım sözkonusu. Can damarım oradaymış. ''İstersen atmayalım'' dedi Daniel, dehşet içinde gözlerimden akan yaşlara bakarak. Atmayıp ne yapacağız, sadece ağırlık ve taşımaya değecek birşey değil. Daniel, ''Denizcim, ekmek tahtasını, bıçak takımını seçerken ne kadar eğlenmiştik o zamanı hatırlıyor musun? Şimdi de, bunları atıyoruz ama gidenin yerine yenilerini koyma süreci de zevkli olacak'' dedi. Mesele, eşyalara bağlılık ya da yenisini alma zorunluluğu değil aslında. Beynimizde haritası çizili, rahat ettiğimiz, soluklandığımız, bir sıcak çay içtiğimiz mekanın, içindekilerle birlikte artık hayatımızdan çıkacak olması. O fırın kaplarının atılması demek, o kapta, o fırında pişecek yemeklerin sonunun geldiği, bir devrin kapandığı anlamında. Teselli edici bir tarafı var bu işin tabii, yeni kaplar, yeni fırınlar, göz açıp kapayıncaya kadar bir bakacağız ki beynimizde yeni bir yaşamın haritası çizilmiş bile.

Şimdi salonumuz kutu kutu kutu kutularla dolu. Kutulardan birinde meditasyon yastıklarım da var. Daniel, ''içindekileri boşaltalım, hafif olsun'' diye bir öneriyle geldi. Mümkün değil, içlerindeki nesneler onları yumuşacık ve rahat yapan. Herkesten tavsiyeler, ''araba getir muhakkak''. Ben 11 yıl Washington'da arabasız yaşamayı başarmışım. Bir de kimsenin düşünmediği bir ayrıntı var, araba getirmenin bürokratik işlemleriyle uğraşmaya yetecek bir sabrım yok. Sonuçta, en değerli varlığım olarak meditasyon yastıklarımı getiriyorum. Bir de hiçbir zaman giymediğim topuklu ayakkabılarımı. Belki birgün giyerim, kimbilir.

Yakın zaman önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkili beni bakanlığa çay içmeye davet etti. Bunun hikayesi de çok komik aslında. Bir taraftan bebek bakmak, bir taraftan taşınmak vs. derken kafayı yemiş, hormonları hoplayıp zıplayan ve negatif düşüncenin en diplerinde yolculuklar yapan birisi olarak son dönemde State Department'a gidesim yoktu doğal olarak. Ama şimdi birisi davet edince, bir şey var demektir, gitmek lazım. Ancak o buluşma günü geldiğinde, ne yapsam da kendimi kurtarsam diye yana yakıla bir bahane ararken, oturdum bir e-mail mesajı yazdım. Bahanem hazırdı: Timuçin! İşte bebekli olmak zor da, gelemiyorum da, kusura bakmayın. O e-mailin yerine ulaşmayacağını hiç mi hiç düşünmedim. Buluşma saatinden yarım saat sonra, cep telefonumu kontrol ettiğimde 5 tane mesaj bırakıldığını gördüm. Mesajlarda, ''Deniz umarım unutmadın, şu anda yolda olduğunu tahmin ediyorum vs.'. diyordu. En sonuncu mesajda ise, ''gelmeyeceksen de ara lütfen!''. Arka planda bir başka yetkilinin, ''gelmeyeceği kesin!'' diye kinayeli bir şekilde konuştuğunu da duydum. Hemen telefona sarıldım, binbir özür sıraladım. Karşımdaki adam, ''ne yazıkki siz gazeteciler böylesiniz. Bu benim başıma son iki haftada üçüncü kere geldi. Seninle görüşme ayarladığım, benim üstümdeki kişi, artık benim yeterli birisi olmadığıma kanaat getirmiş durumda'' dedi. Başka birisini zor duruma düşürmüş olmak beni müthiş üzdü. Bu sefer bir hafta sonra aynı gün buluşmayı kararlaştırdık ve geleceğime yemin billah ettim. Öyle de yaptım.

İşte State Department'tan çıkışta, havanın da güzelliğinden faydalanarak Georgetown'a yürüdüm. O her zaman yürümeyi seçtiğim yoldan gittim. Bundan beş yıl önce, kendimi çok yalnız hissettiğim bir günde, üzerine oturup derin düşüncelere daldığım Potomac nehri kıyısındaki kayanın üzerine oturdum son bir kez. Nehri seyrettim, yüzüme hafif bir güneş vurdu ve fazla bir şey düşünmeden, öylece martı vıraklamaları arasında, Kennedy Center'a karşı belki uzun zamandan beri ilk defa, o anın içinde oldum. Sessizce kayaya, nehre, çok keyifli müzikler dinlediğim Kennedy Center'a, gökyüzüne, ağaçlara, iyisiyle kötüsüyle bana çok hoş, dolu dolu zamanlar yaşatan Washington kentine ve kentin herzaman eleştirdiğim insanlarına, beni bunca yıl burada güvenli çalıştıran Anadolu Ajansı'na teşekkür ettim. Hani içiniz minnetle dolar ya. Öyle. Bu kente gelmeseydim, bu deneyimleri yaşamasaydım tamamen farklı bir insan olacaktım. Teşekkür etmek için çok nedenim var. Bunları, ''şimdi müthiş birisi oldum'' anlamında söylemiyorum. Ama galiba, önemli bir şey rayına oturdu, doğru bir yola girdim. Bu, anlatılası birşey de değil. İşte öyle.

Şimdilerde herkesin, ''ah ah, bunca sene Amerika'dan sonra nasıl yaşayacaksın Türkiye'de? Niye dönüyorsun, mecbur musun, burada başka bir iş baksana? Bari Avustralya'ya, kocanın memleketine gitsenize?'' gibi sözlerini dinliyorum. Benim işlerim başkalarına hep ters gelmiştir zaten. Doğumdan sonra yardım için annemi yanıma çağırmamam mesela. Bunca sene burada oturup yeşil karttı, vatandaşlıktı diye uğraşmamam. Araba kullanmayışım. Ya da, tek başıma oturduğum dönemde, bir tahta sandık üzerinde televizyonla, yatak olabilen futondan başka eşya almayışım. ''Düşünceli bir arkadaş'', param olmadığı için koltuk alamadığımı varsaydığından, gazeteden ucuz koltuk takımı kuponu kesip bana getirmiş, ben de kahkaha atıp, ''ben birkaç bin dolara koltuk takımı alacağıma seyahate çıkarım'' deyince bozulmuştu. Apartmanlarda yemek masasının koyulması için girintili yapılan salondaki bölüme yeni alacağım yatağımı koymayı planladığımı söylediğimde başka bir arkadaş, ''senin her şeyin ters'' demişti. Bunları diyenler hep Amerikalı tabii, ona işaret etmek lazım. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, Amerikalılar kurallara göre hareket ederler, öyle yaşarlar. Biraz özgür veya pratik düşünceyle karşılarına çıkarsanız, ''ah canım benim, üçüncü dünya ülkesinden geliyor bu garibim, bilmiyor yemek masasının olduğu yere yatak konulmayacağını'' diyerek işin içinden çıkıyorlar. Arizonalı, koca popolu bir teyze, Türk olan ilk eşimden boşandıktan sonra Amerika gibi yabancı bir ülkede tek başıma kendime bir hayat kurmamı takdir ederken, ''iyiki Amerika'ya gelme şansını yakalamışsın. Yoksa sizin oralarda kadın özgürlüğü falan yok! Burada bizlerle yaşayarak birey olmayı, kendine saygı duymayı öğrendin'' diye saçmalamıştı. Bizim oraları ne zannediyorsa artık bilemiyorum.
 

Bana laf edenlere, bizim oraların aslında zannettiklerinden çok daha iyi olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ben Türkiye'nin kıymetini, uzakta yaşarken daha iyi anladım. Kendi kültürünün zenginliğini kavrayamadan bir aşağılık kompleksiyle kıvranan ve modernlik diye gördüğü batılı bazı saçmalıkların peşinden koşan çok insan var bizim ülkemizde. Ikea makina halısını, işlemeli, göznuru, el emeği Türk halısına tercih eden bir yaklaşım.

Saat sabahın üçü olmuş, benim çok uykum gelmiş. Daha neler yazacaktım ama ne yalan söyleyeyim sıkıldım. Bebek arabası üreticilerinin bebek giyen annelere açtığı medya savaşını anlatacaktım halbuki. Bir de, diş çıkaran bebekler için üretilen Baltık kehribarından yapılmış kolye ile bu kolyeyi takmış olan Timuçin'in facebook'a koyduğum resmini gören Amerikalı teyzemin, ''bebeğin boynuna kolye takılır mı, Allah seni kahretmesin'' meyanında üstüme saldırmasını anlatacaktım. Bu haftalık da yerimiz doldu. Bir daha ne zaman yazarım bilmiyorum. Taşınıyoruz herhalde, kolay iş değil.