*Tricycle: Üç tekerlekli bisiklet
Bu sabah, üç tekerlekli bisiklet alma fikrini Daniel'a açtım. ''I will not endorse your tricycle idea'' dedi gülerek. Yani, ''üç tekerlekli bisiklet alma fikrini onaylayamayacağım''. Üstelik benim ''traysaykıl'' diye telaffuz etmemle dalga da geçti komik bir şekilde, ''ne zaman istersen baysaykıl (bisiklet) almana destek olurum, ama traysaykıla hayır diyorum''.
Hamilelikle birlikte beyin hücrelerinizin bir kısmı ölüyormuş. Bakınız ''What to Expect When You're Expecting'' (Hamileyken sizi bekleyen şeyler diye çevirelim) kitabı. Doğanın kendini yenileme, yeni durumlara adapte olma şekli bu. Doğurduktan hemen sonraki altı ay içinde, yepyeni beyin hücreleriyle donanıyormuşsunuz. Taze bir beyin fikri hoşuma gidiyor. Ama şu sırada beyin hücrelerinin azaldığı düşüncesi biraz can sıkıcı. İşte bu yüzden belki de Daniel'a, ''traysaykıl'' diye benimle açık açık dalga geçtikten yaklaşık iki saat sonra, ''Daniel. Sen bu sabah traysaykıl diye üç tekerlekli bisikleti benim telaffuz ediş biçimimle dalga mı geçiyordun?'' diye sordum. Hani jeton geç düşüyor ya...Neyse Daniel hoş bir insan. Dedi ki, ''Traysikıl dersen daha iyi olur. Ama traysaykıl dersen de bir zararı yok''. Ben bu meseleyi bir araştırayım en iyisi.Halbuki dün gece tam yemek yaparken aklıma düşen bu üç tekerlekli bisikletle çok heyecanlanmış, hemen Yelda'ya bir mesaj atmıştım. ''Yelda işte! Biz de artık trail'de bisiklete binenler arasına katılabileceğiz. Ne dersin buna'' diye. Olumlu yanıt da geldi Yelda'dan, işimiz iş.
Daniel halen biraz itiraz eder konumunda. ''Nereye koymayı düşünüyorsun?'' diye sordu. Çok haklı bir soru, özellikle apartmanda oturanlar için. ''Yatağımın yanına'' diyecektim nerdeyse, ama çenemi tuttum. Öyle bayram çocukları gibi, yeni ayakkabılarını gece uyurken başucuna koyan...Şimdi ben o pırıl pırıl üç tekerlekliyi almışım, aşağıda apartmanın garajında bisikletleri park ettikleri yere bırakır mıyım? Arkasında da, marketten alınan şeyleri taşımak için selesi bile var.
Ne hayaller kuruyorum. Ben o seleye laptop'umu atmışım mesela, habere gidiyorum. Büyük kolaylık! Aklıma Cem ile Adrian geliyor. Basın toplantılarına bisikletle geliyorlar çoğu zaman. Metroyla taksiyle uğraşmak yok. Çevre dostu. Tabii onların bisikleti iki tekerlekli. Ben, üç tekerlekli bisikletimle, arkasındaki pazar selesine laptopu koyup habere gidersem ne kadar ''cool'' (havalı) olurum bilemiyeceğim. Ama çok eğlenceli olacağı kesin.
Daniel'ı ikna etmek için epey bir uğraşıyorum. ''Daniel bak, arkasında selesine marketten aldığın şeyleri koyup taşıyabilirsin'' diyorum. Bana, delirmişim gibi bakıyor ve kahkahalarla ''benim o üç tekerlekli bisiklete binip markete gideceğimi mi zannediyorsun?'' diye soruyor. Büyükler için üç tekerlekli bisiklet, kocama göre çok gülünç. Benim gibi basketbolcu, 1.90 boyunda birisinin üç tekerlekli bisikletin tepesinde Washington'da, mesela bizim mahalledeki Gucci'nin, Louis Vutton'un önünde pedal çevirdiğini, üstelik arkasında pazar selesiyle, hiç mi hiç tahayyül edemiyor kocam.
Bu üç tekerlekli bisiklet konusundaki ''neden ben de almayayım'' fikri, Esen halamla başladı. Esen halamın yazlıkta kullanmak üzere aldığı bir üç tekerlekli bisikleti varmış. Halam, ''etraftakiler dalga geçiyorlar bazen ama ben takmıyorum, çok eğleniyorum. Hem de pratik'' diyor. Bu yaz, annem de halamı ziyarete gittiğinde üç tekerleklinin tepesinden inmemiş ve o kadar hoşuna gitmiş ki anlata anlata bitiremiyor. Annem de heyecanla pazar selesinden bahsetti telefonda.
Özgür abimle ben küçükken, bisiklet yarışçısı olan Serhat dayım bir yarış sırasında kaza geçirip aylarca hastahanede yattı. Ameliyatlar geçirdi. Annem, dayımı ziyaretten dönerken Özgürle ikimize duyurdu, 'size bisiklet falan yok. Hiç gündeme gelmesin bile''. Ben bugün dahi inanamıyorum, biz ne gabi çocuklarmışız veya ne uysalmışız ki, birşey söylendiği zaman hemen dinlerdik. Taa ki kuzenim Zeynep, ''ben bale kursuna gideceğim. Ne yapıp yapıp göndereceksiniz'' diye tutturunca ve bütün itirazlara rağmen istediğini koparınca, ''lan benim aklıma niye hiç gelmedi (gidiceeeeem) diye tutturmak'' demişimdir. Zeynep'in tutumunu o kadar takdir etmişimdir yani. Ben de bale diye dilime doladığımda, önüme şöyle bahaneler getirilmişti: ''Yaşlısın, artık senden geçti''. Bugün buna çok gülüyorum. Çünkü 7 yaşındaydım. İkinci bahane, ''Boyun çok uzun, senden balerin olmaz''. Canım boyumuz uzun olabilir de, bu işi illa meslek edinmemiz mi gerekiyordu.
Bu uzun boy meselesi hep ayağıma dolanmıştır zaten. 8 yaşında denizkenarında, üzeri mikili bikinimle dolaşırken, bir kadın yanıma yanaşıp, 25 yaşlarında olduğunu zannettiğim kızını işaret edip, ''kızım çok yalnız, hep tek başına. Madem siz de burada tatil yapıyorsunuz, hadi gidip arkadaşlık edin!'' demişti. Kadına deliymiş gibi bakmıştım. Ne konuşcam ben senin kızınla, ilkokulda matematik derslerinin zorluğunu mu, sokakta çinçan oynamayı çok sevdiğimi mi. Kendisinden biraz uzun olduğum kadın, ''ben daha 8 yaşındayım'' dediğimde küçük dilini yutacaktı! Bu durum çocuk parkında bile oynamamda zorluk yaratmıştır. Anneannem beni hep çocuk parklarına götürürdü. Kaç kere bekçi, ''hanım hanııııım, bu çocuk kaç yaşında? Artık çocuk parkına gelecek yaşı çoktan geçmiş o'' diye laf etmiş, anneannecim de, ''daha o küçük. Boyu uzun sadece'' diye savunmuştur beni.
Neyse bisiklet konusuna geri dönelim. İki, üç sene önce, Washington Post'ta bir yazı okudum. Benim gibi kazık kadar olduğu halde hala bisiklete binmeyi öğrenememiş olan bir kadın gazeteci, gitmiş üşenmemiş, bir kamu hizmeti olarak, kazık kadar olduktan sonra bisiklete binmeyi öğrenmenin yollarını araştırmıştı. Heyecanla bu yazıyı okudum. Yetişkinler için bisiklete binme kursları vardı. Bir günde, bilemediniz iki, üç derste öğretiyorlardı. Kabiliyetinize bağlı olarak. Kadın yazar biraz utanmıştı ama kurslardan biri bir okulun spor salonundaydı. Dolayısıyla kimse sizi görmeden, rezil olmadan çalışabiliyordunuz bisiklet kullanma konusunda. Bu işi uzun uzun Yelda ile konuştuk. Beraber gidecektik. Birbirimize destek olacaktık. Ama ne olduysa, bir türlü bir plan yapıp gidemedik. O kadar da içimize işleyen bir konu olmasına karşın. Şimdi umutluyum, en azından üç tekerleklilerimizi süreceğiz.
Geçen sene Avustralya'da, Daniel'ın kızkardeşinin çocuklarından beş yaşındaki Hendrix, bu bisiklete binmeyi bilmediğim ve ne kadar üzüldüğüm konusunu annesiyle konuşurken halime acımış olacak, ''Auntie Deniiiz, bak böyle süreceksin!'' diye üç tekerlekli bisikletini yavaş yavaş sürmüştü bahçede. Benim iyice görebilmem için! Hatta hemen bisikletinden indi ve denemem için ısrar etti. Melissa ile gülmekten yıkılıyorduk. Ama bir anda kendimi o küçücük bisikletin tepesinde buldum. Bacakların uzunluğundan, pedalları çevirmeye imkan yoktu. Hendrix ise, ''yapabilirsin Auntie Deniz, çok kolay'' diye çok candan bir şekilde beni cesaretlendiriyordu.Neyse Daniel'ın bana sözü var. Şu hamilelik meselesini geride bırakalım, bebeği sırtına bağlayıp ''iki tekerlekli'' bisiklete binmeyi bana gösterecek. Yine de içi elvermedi ve ''istersen şimdilik üç tekerlekliyi de alalım, o kadar çok binmek istiyorsan'' diye ekledi. Ama ben üç tekerlekli bir bisikletle mahallede tur atarken, Daniel'ın yüz metre uzakta yürüyeceği ve beni tanımıyormuş gibi yapacağı garanti. Dün ayrıca onu utandıracak şöyle bir şey oldu. Malum kocam Avustralyalı ve geldiği ülke dolayısıyla bira, milli içecek. Ben birayı sevmekle birlikte, hamilelik dolayısıyla alkolden uzağım doğal olarak. Bir arkadaşım, ''neden alkolsüz bira içmiyorsun?'' diye bir fikirle geldi. Ben de, Daniel'ı kolundan tutup bir dükkana götürdüm. Biralara şöyle bir baktık, hepsi alkollüye benziyordu. ''Gidip şu adama bir soralım alkolsüz bira var mı diye'' dedim. Daniel gülerek, ''benim o adama gidip alkolsüz bira var mı diye soracağımı sanıyorsan, çok yanılıyorsun. Hatta sen sorarken, ben şu kutuların arkasına saklanıyorum'' diyerek yere eğildiğini gördüm. Zaten yokmuş, biz de eve döndük.Bir bisikletim bile yok.