Bugünlerde Cengiz Han ile ilgili bir kitap okuyorum. Geçen yıl, Bethesda'daki daha çok ''sanat filmleri'' (ne demekse) ve yabancı filmlerin oynadığı Landmark sinemasında ''Temujin'' adlı bir film izlemiştik Daniel ile. Neredeyse piyasadan kalkmak üzereydi ama yetiştik. Daniel ile ortak yanımız, ikimizin de martial arts yani savaş sanatlarına ilgi duymamız, kahramanlık, yiğitlik hikayelerini sevmemiz ve tarihle ilgilenmemiz. Bu yüzden, böyle bir filmi kaçırsaydık ayıp olacaktı. İyi ki de yakalamışız. Hemen Daniel'a, ''yahu bu Temujin, bizim bildiğimiz Timuçin'' dedim. O zaman daha ben hamile bile değildim ama kararlaştırdık ki, oğlumuz olursa adını Timuçin koyacağız. Gidişat da onu gösteriyor, bizim Birleşmiş Milletler gibi olacak ailemize bir tane Mongol isimli çocuk lazımdı zaten. Şimdi Mongol deyince bazılarınız ''ahahaha'' dediyse diye, şu notu hemen düşeyim ve bir kamu hizmeti olarak hemen sizi bilgilendireyim. Şöyle ki:
Şimdi okumakta olduğum kitabın adı ''Genghis Khan and the making of the modern world''. Yazarı da Jack Weatherford diye bir adam. Yazar diyor ki kitabında, ''Cengiz Han'ın klanı çeşitli isimlerle anıldı. Tartar, Tatar, Mughal, Moghul, Moal ve Mongol. Ancak bu isim daima bir çeşit lanet gibi anıldı. 19'uncu yüzyıl bilimadamları Asya ve Amerikalı yerli nüfusların daha aşağı bir sınıf olduğunu göstermek istediler ve bu grupları Mongoloid olarak nitelendirdiler. Doktorlar, üstün beyaz ırka mensup anneler, kafası normalden az çalışan çocukları doğurduğu zaman, bu çocukların karakteristik yüz ifadesini, çocuğun atalarından birinin bir Mongol savaşçı tarafından tecavüze uğramış olduğunun açık bir kanıtı olarak gördüler''. Yaaa yaaa...''Bükemediğin bileği öpeceksin'' demişler bizim yiğit Orta Asyalı atalarımız. Oysa Cengiz Han'ın o kuvvetli bileğini bükemeyenler, ''ay barbar adamlar, suratları da zaten bişeye benzemiyor, gözleri de çekik'' deyip çıkmışlar işin içinden.
Çok kısa süre önce okuduğum kitaplardan birinde, insan beyninin, ''bizi mutlu kılmak için değil, daha da önemli olan hayatta tutmak için'' programlandığı yazıyordu. Irkçılık da bu kategoride incelenmişti. Diyordu ki kitapta, ''görünüşte size benzemeyen birisi başka kabiledendir ve bu da potansiyel tehlike demektir. İşte bu yüzden beyaz ırka sahip birisiyseniz, çekik gözlü veya siyah birisini görünce, farkında bile olmadığınız bir savunma sistemi devreye girer. Beyniniz, potansiyel tehlike sinyali verir. Yabancı kabilenin adamları!''. Tabii ırkçılığın kökeninde başka kültürel ve toplumsal nedenler de var, ama ben bilimsel kısmına hayret ettim.
Cengiz Han'ın hikayesi çok etkileyici. Kitaptan altını çizdiğim cümlelerden biri: ''Cengiz Han'a kaderi gümüş tepside elden verilmedi. Cengiz Han, kaderini kendi çizdi''. Buradan da, Cengiz Han olarak anılmadan önce adı Temujin yani Timuçin olan bu adamın, kabile içinde dışlanmış ve hatta ölüme terkedilmiş, babasız bir aileden gelip, binbir tehlikeli deneyimden geçip gücünü tırnaklarıyla kazıya kazıya elde ettiğini anlıyoruz. Adamın başına neler geldi neler, biraz düze çıkar gibi oldu ki bir baktım daha 19 yaşında! O kadar olur yani. Bir de karısı Börte Hatun'a olan aşkından da çok etkilenmiş durumdayım Temujin'in. Her ne olursa olsun, hayatı boyunca sevdiği tek kadın. Sekiz yaşında tanışmışlar, Temujin o zaman beğenip gözüne kestirmiş, ''ben seninle evleneceğim'' demiş. İki günde eşinden sıkılanlara, zamanla aşkın geçtiğini savunanlara duyurulur. Börte Hatun'u daha Temujinle yeni evliyken kaçırmışlar, Temujin ne yapıp yapıp köy basıp karısını geri almış. Bir de bakmış Börte Hatun kendisini kaçıranlardan hamile. Jochi'yi kendi oğlu olarak benimsemiş. Yaa yaaa...
Bir tane daha altını çizdiğim yer. ''Her bir mücadelede Temujin, sürekli değişen askeri taktikler, stratejiler ve silahları yeni fikirlerle birleştirdi. Aynı savaşı iki kere savaşmadı''. Her günün birbirinin aynı, monoton olduğundan şikayet edenlere duyurulur. Nehirden akan aynı su damlası değil hiçbir zaman. Siz öyleymiş gibi algılasanız bile. Gelelim Temujin'in anlamına. Şimdi bizim oğlana da bu ismi koyacağız ya, annemden aldım ilk mesajı. Anneanneler, babaanneler daha heyecanlı oluyor, anne baba adaylarından bile. Annem, ''Timuçin dünyanın büyük hakimi demekmiş'' dedi. Baktım, ben de ona benzer birşeyler buldum internetten. Sonra Daniel'ın annesi de bir mesaj gönderdi, ''Temujin, demirci demekmiş, dünya lideri değil'' dedi. Bu okuduğum kitaba göre o zamanların kıymetli maddesi demirden türeyen isimler pek makbulmüş. Ama Temujin demircilikle de alakalı değil diyor kitap. Yazar günümüz Mongollarından şunu öğrenmiş, ''binicisi ne isterse istesin, bir atın gitmek istediği yere doğru koştururken gözündeki deli bakış''. Buyrun bakalım. Galiba bu ismi koyunca bizim oğlana söz geçiremeyeceğimizin de altına imzamızı atmış oluyoruz.
Dün bir yazı okudum internette. Diyor ki, ne kadar hapishaneleri dolduran suçlu varsa, hepsinin isimleri benzersizmiş. Michael, David, John gibi sıradan isimleri olanların hayatta başarılı olma oranı daha yüksekmiş. Halbuki şimdi Amerika'da bir trend var, çocuğuna en değişik ismi koymak. O zaman google'dan arayınca şak diye de bulunur hani. Ama Amerika'da, içinde ''ç'' harfi geçen bir isimle okula gittiğini düşünmek ve okuldaki diğer çocukların alaycı sözlerine hedef olmamasını beklemek mümkün değil. Daniel ise şöyle teselli etti beni, ''merak etme, ikimizin genlerini taşıyan çocuğumuzdan bahsediyoruz. Kendisiyle dalga geçecek her bir çocuğun dişini dökmekte ondan daha avantajlı konumda birisi olamaz!''. Bir anne için ne teselli ya! hahaha. Neyse ki biz Timuçin'in okul çağına kadar Amerika'da kalmıyoruz. Türkiye'ye dönmeyi planladığımız için, Timuçin gayet de uygun bir isim.
Geçenlerde, Amazon'dan üç kitap ısmarladım. Bir tanesinin adı, ''dinlemeleri için çocuklarla nasıl konuşmalı ve çocuklar konuşurken nasıl dinlemeli''. ''How to talk so kids will listen and listen so kids will talk''. Yazarları Adele Faber ve Elaine Mazlish. Başından bir bölüm okudum, çok hoşuma gitti. Neyse bu kitabı bir tanıdıktan duymuştum. Amazon'da şak diye ''üç kitabı birarada alın, çok ucuuuz'' reklamına kapılıp iki kitap daha alıverdim. Tabii bir tuzağa düşmüşüm. Bir tanesi, ''The perfect baby handbook''. Yazarı da Dale Hrabi diye bir adam. Zannettim ki, bebek nasıl bakılır konusunda bu kitaptan birşeyler öğrenirim. Şöyle bir karıştırırken anlaşıldı ki kitap, herşeyin mükemmelini elde etme konusunda özellikle uzmanlaşmış Amerikalılarla dalga geçmek. ''Mükemmel çocuk nasıl yetiştirilir?'' başlığını görünce, koşup gidip alıyorsunuz kitabı. Ne olur ne olmaz, belki faydası dokunur. Kitapta, çocuğuna değişik isimler bulmak isteyen anne babaların neden olduğu travmalar bölümü çok komik. Ama benim almak istediğim böyle bir kitap değildi.Şimdi bizim bir oda bir salon apartmanın salonunda portatif bir bebek yatağı, bir bebek arabası -ki bebeğinizle içine koyup arabayı iterken koşacağınız türden-, bir tane bebek araba koltuğu, türlü çeşitli bebek eşyaları duruyor. En son 14-15 yaşındayken basketbol oynadığım ve yıllar sonra da bir kere Tunalı'da yürürken sokakta karşılaştığım takım arkadaşım Ebru'ya buradan selam ve sevgilerimi yolluyorum bir kere daha. Şu Facebook denilen şey sağolsun, bunca senedir görmediğim Ebru ile yeniden temas kurabildim ve onun da Amerika'da yaşadığını öğrendim. Ebru bana bir kutu bebek eşyası gönderdi. Üstelik içinden, Ebru'nun kızı Defne'nin benim için özel olarak hazırladığı, üzeri bebek hayvan resimleriyle kaplı bir kart bile çıktı. En yararlı tavsiyeler Ebru'dan geliyor. İyi ki varsın Ebru. Bu arada bu yazıyı da, yine aynı takımdan arkadaşım Olçum'un mesajından sonra oturdum yazdım. Olçum'un benim bu yazıları okuduğunun farkında bile değildim, taa ki bana ''Bloguna en son 6 Temmuz'da yazmışsın. Hadi!'' diye mesaj atıncaya kadar...Tabii çok hoşuma gitti. Naber Olçum?
Yakında arkadaşlarım benim için ''baby shower'' diye bir şey yapacaklar. Toptan Amerikan adeti. Şöyle oluyor. Bir liste hazırlıyorsunuz, internet üzerinden. Bütün almayı planladığınız bebek eşyaları içinde. Hepsi resimleri ve sizin seçtiğiniz markalarla beraber. Sizin adınıza ''baby shower'' düzenleyen arkadaşlarınız, diğer arkadaşlarınıza davetiye gönderiyor. Bebeği olacak hatunun evi dışındaki birisinin evinde toplanılıyor. Siz de sanki bilmiyormuş gibi gidiyorsunuz, herkesin ortasına oturuyorsunuz. Arkadaşlarınız da, daha önceden tek tek sizin hazırlamış olduğunuz listedeki materyalleri hediye olarak size veriyor. Bir bir açılıyor paketler. Her paket açıldığında, ''ay çok teşekkür ederim, ne zahmet ettiniz'' diyorsunuz. Herkes, ''aaaaaa, çok güzel, aaaaaa, çooook şiriiiinn'' gibi laflar ediyor. Balonlar, süsler, hoşgeldin bebek yazıları etrafta. Şimdi sıkı durun, birisi, bebek bezi şeklinde pasta yaptırıp getiriyor toplantıya! Bebek bezi şeklindeki pastanın içindeki kahverengi çikolatanın neyi temsil ettiği ortada.
Ben bugüne kadar hiç baby shower'a gitmedim. Davet edilmediğimden değil, o sıralarda bebeklerle, annelerle hiçbir ilgim olmadığından. ''Sıkılırım ben öyle şeylerden'' düşüncesinden. İki arkadaşım, ''ne zaman senin baby shower'ı yapacağız, ne zaman liste hazırlayacaksın'' diyerek bir süredir beni sıkıştırıyordu. Hani insan nankörlük de etmek istemiyor. Hamile forumlarında, ''Benim için baby shower düzenleyecek bir arkadaşım bile yok. Zaten çağıracak kimse de yok'' diye hayıflanan Amerikalı anne adaylarını okuyorum hep. Millet, bayağı gözyaşı döküyor bunun için. Benim iki tane arkadaşım var, benden daha gönüllüler, hayır demek olmaz dedik, kabul ettik. Bir tanesiyle, ''ben bebek bezi şeklinde pasta istemiyorum'' gibi konuları konuşurken papaz olduk. Hatta en son telefon konuşmamızı, ''ben zaten baby shower falan istemiyorum. İyi günler'' diyerek bitirdim. Arkasından diğer arkadaşımdan kesin bir e-mail mesajı geldi. Aynen şöyle, ''Deniz! Sen istesen de istemesen de bu baby shower olacak!''. Hahaha. Ben de şartlarımı tekrar ortaya koydum: ''Bebek bezi pastası yok. Hediyelerin oturup listesini çıkarıp arkadaşlarımın eline veremem, bana bunları alın diye. Hiçbir süs, hoşgeldin bebek veya ona benzer yazılar yok. Sadece arkadaşlar arasında bir toplantı''. Bu koşullarda anlaştık. Valla ikisi de beni sevmeseler, bu kadar kaprise kimse katlanmaz ya, orası da ayrı. Sağolun kızlar.
Arkasından, dün görüştüğüm bu arkadaşlarımdan biri, ''Benim için bir şey yapıyorsun. Eve gidiyorsun ve şu şu web sitesinden bir hediye listesi hazırlıyorsun. Biz de sana ne alacağımızı bilelim. Gidip boş yere başka şeylere para vermeyelim. Senin de istediğin şeyler olsun'' dedi. Aynen dediğini yaptım. Eve geldim, liste hazırladım. Yani, I gave in. Baby shower olsun, ondan sonra nasıl geçtiğini de yazarım buraya. Şimdi arkadaşlarım, bütün kalelerimi fethettiğine göre, artık bebek bezi pastası gelse de sesimi çıkarmayacağım galiba. Kızlar...Şaka şaka...Sakın haaa!
* Kate from ”Jon and Kate plus 8”
Başak’tan bir mesaj aldım, ”blogunu okuyorum, daha sık yaz” demiş. İlke de, ”uzun zamandır yazmadın, iyi misin?” diye sormuş. Annem, ”her gün açıyorum, bakıyorum yazmamışsın” dedi. Başak’ın mesajını okuduktan sonra, oturdum bu yazıyı yazdım.
”Bir kitap okudum hayatım değişti” diye başlıyordu Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı sanırım. Ben de, ”Kendini Değiştiren Beyin” (The Brain That Changes Itself) diye bir kitap okudum. Yazarı Dr. Norman Doidge. Kitap, New York Times’ın en çok satan kitapları arasında. İçinde öyle çok şey var ki, hangi birinden başlamalı bilemiyorum. Ana hatlarıyla kitap, daha önceki bilimsel yaklaşıma göre beynin ”bu görme bölgesi, bu duymadan sorumlu bölge, bu hafıza…” diye kutu kutu ayrılmasının yanlış olduğu argümanını ortaya koyuyor. Beyin plastik bir şey. Hatta çocukken oynadığınız renkli hamurlar vardır ya, şekilden şekile sokarsınız. İşte beyin öyle bir şey. Her daim kendisini yeni durumlara göre şekillendiriyor, yeniden kurguluyor.
Benim bir kötü huyum var, altını çize çize okurum kitapları. Sonradan aynı yerlere geri dönüp okuyorum aslında, şahsım için yararlı. Ama kitabı benden sonra okuyanlar (bakınız Daniel) için çok keyifli olmayabilir. Daniel, ”bence hiçbir zararı yok. Hatta bazen, ben de altını çizseydim, bu bölümü seçerdim diye düşündüğüm de oluyor” diyor. Şimdi rahmetli olmuş olan Mustafa dedemin bir kitabı elime geçmişti zamanında. Kitabın başlığı seksle ilgiliydi ama 1916 doğumlu dedemin zamanındaki bir kitaptan bahsediyoruz, içerikte bana göre hiç mi hiç enteresan birşey yoktu. ”Karınıza fevkalade yakınlık gösterin, elini tutun, gezmeye götürün” gibi şeyler yazıyordu. Enteresan olan, dedemin altını çizdiği, hatta bununla yetinmeyip, bir ok çıkarıp notlar aldığı bölümlerdi. Dedem kafası çok çalışan, gerçek bir entellektüeldi. Altını çizdiği, notlar çıkardığı bölümler de bunu yansıtıyordu. Bu, bir meseleye, konu her ne olursa olsun, bilimsel bir yaklaşım gösterme huyunu, galiba dedemden almışım. Her şeyi enine boyuna araştırıp kendi sonuçlarına varmak. Ölünceye kadar hem fiziği hem kafası sağlamdı. O yaşında evin çatısına çıkıp tamir edebilirdi. Eski bir tepsiden bahçeye avize gibi birşey yaptığını hatırlıyorum. Yaratıcıydı çok. Ressam olma hevesiyle 16 yaşında evden kaçıp İstanbul’a gelen, sonra gidip harp okuluna yazılan bir adam. Torunları taze yumurta yesin diye beslediği tavuklar için bahçede inşa ettiği kırmızı boyalı tek katlı harika evciği kiralamak isteyenler bile çıkardı zaman zaman. Yaptığı şeyleri güzel yapardı. Arka bahçede, Marmara Denizi’nin küçük bir kopyası olarak inşa ettiği bir süs havuzumuz vardı. Etrafında renk renk çiçeklerin, kayısı, erik, ayva ağaçlarının bulunduğu. Toprağın bol olsun dede.
Bu beyin kitabını okurken dedeme aklım takıldı çok. Çünkü kitapta, beyin veya vücudun faaliyetlerinin yaş ilerledikçe azalmasının yaşla bir ilgili olmadığı anlatılıyor. Mesele, ”ben yaşlandım artık” düşüncesiyle, beyninizi ve vücudunuzu çalıştırmaktan vazgeçmek. İşte o zaman gerçekten yaşlanıyorsunuz. Ama yıllarca çalıştırılmamış beyinler bile, bazı alıştırmalarla yeniden gayet parlak günlerine dönebiliyor. Özellikle hafıza için alıştırmalar var. Kitabın en çok kullanılan cümlelerinden biri şu: ”use it or lose it”. Yani ya kullanacaksın beyin hücrelerini ya da kullanmadığın takdirde o hücreleri kaybedeceksin. En önemli tavsiye, kaç yaşındayım diye düşünmeden hep yeni bir şeyler öğrenmek. Bildiğiniz aynı şeyleri temcit pilavı gibi tekrarlamanın beyin hücrelerini taze tutmaya faydası yokmuş. Kitapta mesela 90′larında bir adam var. Dünya tarihinin merak ettiği bir bölümünü açıp okuyor, o tarihe odaklanıyor. Herşeyi öğrendiğine kanaat getirince başka bir tarihi meseleye başlıyor. Yeni bir dil öğrenmeyi tavsiye ediyor doktor. Veya ”artık ben 80 yaşına geldim, ne işim olabilir” demeden, hep öğrenmeyi istediğiniz bir dansı öğrenmelisiniz. Meğer, fiziksel egzersizin de yeterli oksijeni sağlamak bakımından beyin hücrelerine faydası varmış.
Başka bir enteresan şey, kolu bacağı kopan, kesilen insanların bu bölgelerde ağrı hissettiği durumlar. Olmayan bir kol nasıl ağrı yapar diyebilirsiniz. Ama yapıyormuş. Bunu beyin yapıyor. O acı beyinde kilitlenip kalıyor. Bir adam var, motosiklet kazasında kopan elinin kaşındığı hissiyle delirecek gibi oluyor. Beyninde elini kontrol eden hücreler meğer yüzünü kontrol eden bölge tarafından işgal edilmiş. Bir doktorun yardımıyla, yanağını kaşıyınca, olmayan elini kaşıyıp rahatlayabileceğini öğreniyor. Bu acıların nasıl tedavi edildiğine dair bölümler var kitapta, valla alın okuyun derim. Sizin de hayatınız değişsin. Yaptığınız her faaliyet beyninizi şekillendiriyor. Bu bir evden başka bir eve taşınmak olsun, başka bir ülkeye göç etmek ve yeni bir kültüre adapte olmak olsun, çocuk sahibi olmak olsun, tarih çalışmak, birden Fransızca, yeni bir dans veya bisiklete binmeyi öğrenmek olsun farketmiyor. Hepsinin yararı ayrı. Yeter ki birşeyler öğrenin. O zaman her daim taze bir beyniniz olacak. Kitabın içinde daha neler neler var, buraya sığmaz yazmaya kalksam. Otizmin nedenleri ve belli ölçüde tedavisi, felçlilerin mümkün olduğunca normal yaşama döndürülmesi, depresyon tedavisi, belli bağımlılıkların tedavisi, gözü görmeyenlerin bir alet yardımıyla beyinlerindeki belli bölgeleri uyararak kısıtlı bir görmeye kavuşturulması bolca tartışılıyor kitapta. Dedim ya, İngilizcesi olanlar bi zahmet alsınlar okusunlar. Umarım Türkçeye de çevrilir. Her bir bölümü, ”vay canına yaaa” diye okudum.Herşey beynimizde olup bitiyorsa, bir rüyaysa, bir illüzyonsa, her birimizin beyni dünyayı, etrafımızı farklı biçimde algılıyorsa biz gerçekten var mıyız? Bir gözlük varmış, takanlar etraflarındakileri baş aşağı görüyormuş. Bir hafta bunu taktınız diyelim, çıkarınca gözlüğü, baş aşağı görmeye devam ediyorsunuz herşeyi. Çünkü beyniniz artık buna göre ayarlamış kendisini. Ve epey bir zaman alıyor gözlüğü çıkarttıktan sonra etrafı normal görmeye başlamanız. Hadi bakalım! Hangisi gerçek? ”Sollipsistic” diye bir kelime öğrendim yeni. Kendi aklının kavrayabileceğinin dışındaki hiçbir şeyin varlığını kabul etmemek demekmiş. Kelimeyi söylemesi güzel. Ama kendi aklının kavrayabileceğinin ötesinde birşeyler olduğunu kabul etmemek için deli olmak lazım.
Cumartesi günü yani 4 Temmuz bağımsızlık günü Ümit, ben ve Mehtoş sinemaya gittik. Önce hafif hafif esen rüzgar eşliğinde açık havada bir kafede yemek yedik. Arkasından Woody Allen’ın ”Whatever works” filmini izledik. Larry David oynuyor. David, Woody Allen’ın modern versiyonu bir adam zaten. Onu, HBO’daki ”Curb your Enthusiasm” dizisinden biliyorum. Kendisi Seinfeld’in de direktörü. Film hakkında ”kadın düşmanı” diye eleştiriler olduğundan bahsettiği Ümit. Zaten bütün planlama ona aitti. Ümit öyledir, herşeyi ince ince planlar, ”Deniz sen lokantaya gidip yer tutuyorsun, Mehtap sen arabayı park et, ben gidip biletleri alıyorum”. Bizleri evlerimizden tek tek alan Mehtap’a, ”on dakika geç geldin, planlar alt üst oldu” diye laf etti mesela. On dakika!
Bir gün Van Ness sokaktan Wisconsin caddesine doğru yürürken bir adamla oğlu, Ümit ile beni durdurup, ”afedersiniz, Wisconsin caddesine buradan yürümesi kaç dakika sürer?” diye sormuştu. Ben, ”on dakika falan” dedim. Ümit hemen düzeltti, ”hayır hayır sekiz dakika sürer!!!”. Şunu da takdir etmek lazım, Ümit bir şey söylüyorsa doğrudur. Ben çok çok tahmin ederim. O, saatiyle ölçmüştür, adımlarını, hızını vesaire. Mühendislerin kafası bir başka çalışıyor. Ümit, ayrı bir yazı konusu aslında. Şimdi buraya sığmaz. Hayatınızda görüp görebileceğiniz en enteresan insanlardan biridir Ümit. Bir iki özelliğine bakıp onu anladığınızı zannedebilirsiniz. Bir zaman sonra tamamen aksi bir davranışta bulunur veya öyle bir laf eder ki, onu hiç de anlamadığınızı kavrayıverirsiniz. Hiç söylenmeyecek, olmadık bir lafı hiç olmadık adamlara çat diye yapıştırıverir. Yarattığı şokla, nice Amerikalı veya Türk devletadamının, bürokratın cevap veremeden kalakaldıklarını biliyorum. Çünkü muhtemelen bu bürokratlar, ”bu adam gerçekten bana böyle bir şeyi söyledi mi, doğru mu duydum, kulaklarıma inanamıyorum. Şimdi ters bir cevap versem gazetelerde çıkacak haberleri tahayyül edemiyorum. Ne desem ne desem” diye bir iç hesaplaşmaya giriyorlar. Birgün Washington’ın eski büyükelçilerinden Sayın Faruk Loğoğlu, büyükelçilik binasındaki önemli bir basın toplantısı sonrasında yanıma gelip gülerek şöyle fısıldamıştı, ”Deniz Hanım valla bir an Ümit Bey masayı devirecek diye endişe ettim”. Çünkü Ümit, öyle uygun bulursa onu da yapar. Amerikalı diplomat arkadaşımız Kathy de bir konuşmamızda bana şöyle demişti, ”Ümit’e kızmanın imkanı yok, adam çok komik birisi”.Neyse gelelim filme. Mehtoş’un merdivenlerden inerken, inanılmaz bir şekilde ayakkabısının ayağından fırlaması ve ayağını fena halde sakatlaması şeklindeki talihsiz kazamıza rağmen film bizi çok güldürdü. Merak etmeyin Mehtoş iyiymiş. İki gün kadar ayağı zonklamış tabii. Film, tipik Woody Allen filmlerinden sayılmaz. Neyseki içinde son yıllardaki filmlerinde hep baş rolde oynattığı Scarlett Johansson yoktu. Yelda’nın da, içinde Penelope Cruz’un olduğu filmlere tahammülü yok mesela.
4 Temmuz bayramı diye herkes koşup büyük anıtın olduğu meydana gider Washington’da. Şimdi herkesin koşup gittiği yerlere gitmemek gerektiğini ben çoktaaan öğrendim. Dedim ya, on sene olacak bu kentteyim. Neymiş, havai fişek gösterisi izlenecek. Ben de dedim ki Yelda’ya, ”bizim apartmanın çatısından çok güzel izleniyor. Gel biz oradan seyredelim. Hem yemekler de yaparız, iyi vakit geçiririz”. Yelda geldi, elinde bir tencere mercimekli köfte. Nasıl da güzel yapmış. Evin yanında ormanlık bir alan var. Hem şehrin içinde hem ormanın dibinde olmak çok güzel bir şey. Bir dere akıyor. Piknik masaları, iki tane mangal.
Daniel tabii ki bir mangal ustası, her Avustralyalı gibi. Demiştim ya, rüyasında bile mangal görüyor çocuk. Buraya geldiğinden beri, ”biz apartmanda yaşıyoruz şekerim, mangalı falan unut” demiştim. Geçenlerde tesadüf eseri keşfettik o açık hava mangallarını. Ben hamileyim diye, alışverişi yaptı, patates salatası ve bir de yeşil salata hazırladı. Mangala kömür taşıdı, gitti etleri kızarttı. Ben bir tek salata tabağını taşıdım ve yemekleri yedim. Tam elimizde tabaklarla kapıdan çıkarken, bizim apartmanın haftasonu çalışanı Clyde, ”Deneeees Deneeees, korkarım sizden önce başkaları davrandı, mangallar muhtemelen dolu” dedi. İki mangal da doluydu ve bir teyzeyle oğlu da sıra bekliyordu. Biz de sıramızı aldık. Alt tarafı elimizde üç tane et var, zaman da var. Şimdi burada bir haksızlığa değinmek istiyorum. Civarda ne kadar sivrisinek varsa, beni yemeye başladılar. Baktım, Daniel ile Yelda’da tek bir sinek ısırığı bile olmadı. Sayın sivrisinekler, size sormak istiyorum, benim ne günahım var yaaa?
Yemeğimizi afiyetle yedik, sonra apartmanın tepesine çıktık ki havai fişek gösterisini izleyelim. 17 katlı apartman sonuçta. 17 katlı apartman! Asansörün 4 Temmuz günü bozulacağı tutmuş. Biz oturuyoruz 3′üncü katta. Ben bi de hamileyim. Çık çık çık bitmiyor. Neyse tek avuntu, bizim apartmanda 13′üncü kat yok. Bazıları uğursuz sayıyormuş. O yüzden bir kat kardayız. Bir de tabii, herkes çatıya çıkmak gibi parlak bir fikre sahip olduğu için merdivenler kalabalık. Daniel, ”şimdi bir yangın çıksa ne fena olurdu” gibi şeyler söylüyor. Havai fişek gösterisi bişeye benzemiyordu. Az görebildik olduğumuz yerden. Ama yaz sıcağında hafif hafif esen rüzgar, çatıdaki havuzun ışıltısı, şezlongların rahatlığı derken, neredeyse uyuyakalacaktım.Şimdi bizim Türk milleti böyle bir ortamı nasıl güzel kullanmasını bilir, çatıda partiler falan yapılır değil mi? Bizim apartmanın cadı yöneticisi, ”havuz kenarında yemek yenilmesi, içilmesi yasaktır, saat 9 dedi mi havuz kapanır” gibi kurallar listesi hazırladığı için kimsenin cesareti yok ”acaba parti yapabilir miyiz” demeye. Şimdi olur ya, birinin ayağı takılır suya düşer, ondan sonra apartmanı dava eder 1 milyon dolar alır falan. Amerika’dan bahsediyoruz. Yaşamanın hesapta en serbest ama bir taraftan da kurallarla en çok engellendiği yer.Bir 4 Temmuz’u da böylece geride bıraktık. Bol mangallı ama kenesiz, kahkahalı, hafif hafif rüzgar esintili bir yaz dilerim. Ben yine yazarım, sağlıcakla kalın.
Özgür abim benim yazdığım başlıklarla hafif dalgasını geçiyor, genelde stil aynı, ”bir adam, bir kitap ve sinema” gibi bir kalıp. Benim tanıdığım en komik, en ince esprileri yapan sayılı adamlardandır Özgür abim. Bir e-mail yazmış en son, yarım saat güldüm. Şimdi buraya yazamayacağım tabii.
Ben genelde yazıyı yazdıktan sonra başlık atıyorum, şimdi de iş başlığa gelince ”bir kitap, bir film ve 4 Temmuz kutlaması” diye geyik bir şey yazmayayım. Başlığı, benim seyrettiğim gayet boktan realite şovlarından birinden alıyorum o zaman. ”Jon and Kate, plus 8”. Şimdilerde bu çift magazin dünyasının bir numaralı konusu. Bu gariban çiftin çocukları olmamış, tedavi görmüşler ikiz kızları olmuş. Bir zaman sonra, hadi bir tane daha çocuk yapalım demişler. Bu kez altızları olmasın mı? Alın size sekiz tane çocuk. Kate çok cazgır bir kadın, Jon ise sessiz bir adam görüntüsü veriyor. Şov başına 75 bin dolar kazandıkları söyleniyor. Dünyanın parası. Tabii çift fena halde şımardı. Şimdi Jon, paparazziler tarafından bir kadınla yakalandı. Arkasından Kate’in, evli bodyguardıyla aşk yaşadığı söylentileri çıktı. Son olarak şovda boşanacakları açıklandı. Şovun konusu çocuklar ise çok şirinler. Ama zor bir hayata adım attıkları anlaşılıyor. Başlığı Kate’ten aldım. Çünkü Daniel ile bana çok komik geldi ve arkamda duran panoya bile marker ile yazdım. Zaman zaman birbirimize ”It’s just so darn fun!” diyoruz dalga geçerek. Dini bütün Hristiyanlar mesela ”damn” demez, onun yerine ”darn” derler. ”Damn” demek, ”Allah seni kahretsin, lanet olsun” gibi bir şey. Çünkü belli kelimeler, yerli yersiz kullanılmamalı. Mesela, ”God!” demezler de ”Gosh!” derler. Aynı şey aslında. Yani Kate’in televizyon şovunda söylediği Türkçe’de şu mealde birşey, ”Allah kahretmesin, bu yaptığımız şey çok eğlenceli, inanılmaz”. Bakın ben de ”kahretsin” diyemedim. Annem öyle öğretti diye herhalde.
İlgilenenler için şu linki koyuyorum, beyin filmini seyredebilirsiniz, 45 dakikaya yakın, ona göre: http://www.cbc.ca/documentaries/docplayer2.html?playlistId=9cc84af0ef424e74902e7b19193efde5ebcac807&id=937819740