Cuma sabahı erkenden DC’deki Sosyal Güvenlik İdaresi’ne gittik. Bu devlet dairesinin tam açılma saati olmasına rağmen, kapının önünde, soğukta bekleşen tam 22 kişi saydım. 23′üncü ben olacaktım. Daniel, daha önce bana söz verdiği için, Sosyal Güvenlik İdaresi ile ilgili bir işim olduğunda, benimle gelmek zorunda! İlk gelişimizde, neden bu kadar büyük mesele yaptığımı ve yalnız gitmek istemediğimi anlamamıştı. Daha önce yalnız gelmediğimden değil. Daha önceki gelişlerimde, hep içime kasvet bastığından, derin bir sıkışmışlık, çaresizlik hissetmemden kaynaklanıyor Sosyal Güvenlik İdaresi’ne gitmek istememem. Bir kere, saatlerce boş boş oturacağınızdan emin olabilirsiniz. Ve bu beklemenin sonunda işinizin hallolacağının garantisi de yok.
Nitekim Daniel ile ilk gelişimizde işim hallolmadığı için bugün buradayız. Benim gibi bu ülkede bir Türk vatandaşı olarak yaşamaya çalışsanız da, sosyal güvenlik numarası almanız gerekiyor. Sosyal güvenlik numarası, bir çok kapıları açan bir anahtar. Yoksa, ehliyet alamazsınız. Yoksa, kredi kartı için başvuramazsınız. Yoksa, bankada hesap açtırmanız ya çok çok çok zor hatta belki imkansız olacaktır. Kredi kartınız yoksa, başınıza neler geleceğini hiç anlatmaya kalkmayayım. Sıkılırım da ondan. Sadece şunu söyleyeyim. İnternet bağlantısı alamazsınız mesela, evinize telefon bağlatamazsınız. Cep telefonu? Hahaha, şaka yapıyor olmalısınız. Sosyal güvenlik numarası, kredi kartı ve daha önemlisi ”credit history” (daha önce kredi kartından harcama yapıp sonra borcunu ödeyen bir müşteri olduğunuzu kanıtlayan alışveriş ve ödeme kayıtlarınız) olmadan hiçbir şey alamazsınız. Boşuna bankada, ”ama ben daha dün geldim, nasıl kredi tarihim olabilir ki?” demeye de kalkmayın. Size diyeceklerdir ki, ”I am sorry, that’s not my problem”. (Kusura bakmayın, bu benim sorunum değil).
İlk gelişimizde, açılış saatinden bir saat sonra ulaşmıştık bu binaya. İçerisi çoktan dolmuştu. Bir bilet aldım ve numaramın ekranda yanmasını beklemeye başladık Daniel ile. Üç saat sonra, bana sıra gelmesi konusunda hiç umudum kalmamıştı. Daniel ise, yakındaki bir arkadaşını ziyaret edip sonra beni check etmeye geleceğini söyleyince, çocuk gibi ağlamaya başladım. ”Hemen de kaçıyorsun! Bana söz vermiştin!”. Daniel çok şaşırdı ama kararlıydı. ”Buradan hemen çıkmazsam, keçileri kaçıracağım” dedi. Sonunda, bana sıra gelmeyeceğine emin olduğumuz için gidip kahve içtik. Ona kızmıştım ya bir kere, ‘’sen gelmiyorsun o binaya. Artık gelmenin bir anlamı kalmadı” dedim. Kapris denilen şeyi bilmeyen varsa, işte böyle yapılıyor! O da ”peki” dedi ve arkadaşının ofisine gitti. Ben de cezalı olduğum binaya yollandım. Yarım saat içinde sıra bana geldi ve gereken işlemi yaptırdım. İşlem şu, sosyal güvenlik kartımda isim değişikliği. Tabii bin dereden su getirmeler, ‘’siz yabancısınız, sizi bir soruşturacağız” denildi. Soruşturun bakalım, bakalım doğru söylemiş miyim.
Aradan üç buçuk ay geçti, bana yeni kartım falan gönderilmedi. Her kimlik kartımda ayrı bir soyadı taşıyorum. Kızlık soyadı, ilk evliliğimden kalan soyadı ve şimdi de Daniel’ın soyadı. Bana ”adınız ne?” diye sordukları zaman, kendi içimde ”acaba hangisini söylemeliyim” sorgulaması yaptığım için, bazen şüphe çekecek kadar geç cevap veriyorum. Acaba İngilizce mi anlamıyorum, yoksa beyin özürlü müyüm, yoksa hafif yavaş çalışan bir kafam mı var, kulağım mı ağır işitiyor, karşı taraf böyle derin sorgulamalara geçiyor tabii. Adınız ne? Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum!
İşte böyle bir tarihimiz varken Sosyal Güvenlik İdaresi’yle, tam açılma saatinde gittik, önümüzdeki 22 kişinin bilet alıp sıraya girmesini bekledik, arkalarından biz de bilet alıp oturduk, sıramızı beklemeye başladık. Derdimi anlatmam için bana sıra gelinceye kadar 2 buçuk saat geçmesi gerekiyordu. Elimizde kitaplarımızla hazırlıklıydık. Ben, Orhan Pamuk’un ”Kar” romanını okuyorum. Tabii okuduysanız, ne kadar da iç açıcı bir roman olduğunu hatırlarsınız. Kasvet kasvet kasvet. Romandan ve Sosyal Güvenlik İdaresi binasından ve etrafımdaki hasta, yaşlı, evsiz insanlardan, her yerden akıyor kasvet. Kapıda bir polis bekliyor. Polisin yanında bir not var, ”lütfen güvenlik görevlisine soru sormayın” yazıyor. Ama soru soracak başka kimse de yok. Mesela bilet alıp sıraya girmeniz gerektiği gibi, doğru sıraya da girmeniz gerek. Bilgisayar başında bir kaç seçenek var. İsim değiştirmek için A’ya, sakat fonundan yardım almak için B’ye, emekli maaşınızla ilgili işlemler için C’ye…diye gidiyor. Doğru tuşa basmazsanız, muhtemelen boş yere beklemiş olacaksınız.
Bir görevli içerdeki odadan çıkıyor ve yüksek sesle, ilgili formların nerede olduğunu, bazı hizmetlerin internet üzerinden evden de yapılabileceğini anlatıyor. Kafasının normal çalışmadığı anlaşılan genç, siyah ve şişmanca bir çocuk, bu adamdan, kendisine iş bulmasını istiyor yüksek sesle. Gözlüklü, beyaz saçlı görevli, biraz güneyliye kaçan aksanıyla ”burada bu hizmeti vermiyoruz” diyor. Genç siyahın yanında oturan babacan bir siyah adam, ‘’sana ağzını açma demedim mi? halledeceğiz onu da” diyor.
Orta yaşlı, ince görünümlü siyah bir kadın, Norveçli olduğunu öğrendiği genç bir çocukla sohbet ediyor. Genç çocuk, nezaketi fazlaca elden bırakmamaya çalışarak soruları cevaplasa da, biraz sonra bir bahaneyle yerinden kalkıp başka sandalyeye oturuyor.
Sonunda sıra bana geliyor. Çok heyecanlıyım. Sevimli, topluca bir siyah hanım ”nasıl yardımcı olabilirim” diye soruyor. Ben de, üç buçuk ay önce kartımda isim değişikliği için başvurduğumu ve hala cevap almadığımı, ehliyetimin de süresinin dolduğunu ve sosyal güvenlik kartım olmadan yenileyemeyeceğimi anlatıyorum. Bütün soyadlarımdan bilgisayarda arama yapıyoruz. Daha önceki gelişimde, bir de ayrı bir güzellik olarak yeni soyadımdaki harflerden biri yazılmadığı için soyadım yanlış görünüyor. Kadın, sistemde doğru yazdığını ancak benim elime verdikleri kağıtta eksik olduğunu, bunun da önemli olmadığını savunuyor. Bu kağıtla, ehliyetimi yenileyebileceğimi de iddia ediyor. Sonra, bana verilen bu kağıda, üzerinde kocaman mor plastik bir papatya takılı tükenmez kalemiyle, asla okunması mümkün olmayan bir şeyler yazıyor. Altını da imzalıyor. Hesapta bu, bana ehliyet vermelerini sağlayacak. Göreceğiz. İnşallah.
Arkasından bana, göçmenlik dairesinin çok yavaş çalıştığını, bu yüzden işlemlerimin geciktiğini, onlardan bilgi gelmeden hiçbir şey yapılamayacağını, daha dün benimle ilgili göçmenlik dairesine neden bilgi gönderilmediğini sorduklarını anlatıyor kadın. Teşekkür ediyorum, çıkıyoruz binadan. Özgürlük! Ama ne zamana kadar. Bir gün, postadan sosyal güvenlik kartımın geldiğini hayal ediyorum. Soyadımın doğru yazıldığını. O gün, diğer kimliklerimde de adımı değiştirebileceğim ve bana adımı sorduklarında, bir saniye bile tereddüt etmeden söyleyebileceğim. Keşke kadınlara, soyadlarını değiştirme zorunluluğu olmasa. Özellikle benim mesleğimde büyük bir sıkıntı bu. Ben kimim? Beni tanımlayan ya babamın soyadı, ya da kocamın soyadı mı olmalı? Neden kimse bana sormuyor? Mesela şimdi benim yabancı bir soyadım var. Geçenlerde bir arkadaş hafiften dalgasını da geçti. Bazıları için yabancı soyadı, sanki bir asalet emaresi. Asaletle hiçbir alakası yok. Sadece, kocanızın soyadını almak zorundasınız. Almak istemiyorsanız, mahkemeye başvuracaksınız. E zaten benim içina maksat, en az uğraşmak gerektirecek şekilde işlerimi düzenlemek. Kısacası böyle bir şeyle uğraşamam.
Yabancı soyadından laf açılmışken, bir şey daha söylemeliyim. Kendi içimizden çıkanları küçümseme duygusuyla ilgili. Mesela, Washington’da düşünce kuruluşlarında çalışan Türk isimli birisinin hazırladığı bir raporun Türk basınında yer bulması epeyce zor. Bulsa bile, küçücük yer alabilir muhtemelen. Ama adınız James Smith ise, en saçma sapan şeyleri söylemiş olsa bile Sayın Smith, dedikleri kocaman kocaman yer bulabiliyor. Şöyle bir örnek vereceğim. Hem bir Türk medya kuruluşuna, hem de bir Amerikan dergisine yazı yazan bir tanıdığım var. Bulduğu haberi önce Türk medya kuruluşuna anlattı. Türk medya kuruluşu, haberi önemsemedi ve kullanmadı. Bunun üzerine arkadaşım, haberini Amerikan dergisine yazdı. Bu sefer haber, ”Amerikan dergisi falancada çıkan bir habere göre…” olmuştu. Türk medya kuruluşu da, ilk önce kendilerinin duyduğu ve kendi muhabirlerinin imzasını taşıyan haberi, ”Amerikan dergisi falancaya göre…” diye verdi. Bu kendini, kendi içinden çıkanı küçük görmenin daniskasını ben anlamıyorum.
Bu yazıyı okuyanların işlerinin yolunda gitmesini ve sosyal güvenlik idaresiyle işleri olursa hemencecik hallolmasını dilerim, gözlerinizden öperim.
Bu arada geniş okurcu kitlemin teee Finlandiyalara kadar uzandığını gözledim. Yani dünyanın dört bir köşesinden okurcum var derken, atmıyorduk kafadan. Di mi Taner? :)





Dün gece, kanepedeki malum köşeme ayaklarımı televizyona doğru uzatıp yayılmış televizyon seyrederken ve yediklerim yüzünden patlamak üzere gibi hissederken, ”ben çok şişmanım” diye homurdanıp gözümden yaşlar akıtmaya tam başlıyordum ki, Daniel’ın bir sözü beni kahkahaya boğdu.Bir gün önce televizyonda, Jessica Simpson’ın kısa sürede ne kadar şişmanladığı ve onu incecik görmeye alışkın hayranlarının son konserde şok geçirdiğini izlemiştik. Daniel, ”istediğin kadar şişmanım de, hala Jessica Simpson’dan çok çok çok daha zayıfsın!”dedi. Tabii benim boyum 1.90. İçi doldurulacak mekan bol. Ama mekanların içini doldurduğunuz zaman, enine boyuna bir şeye dönüşüyorsunuz ki, üzerine bir de hatun olmak zor. Jessica’nın mekanı da dar. Topuklu ayakkabılarla idare etmeye çalışıyor yavrum. Yine de, Daniel’ın beni güldüren sözlerindeki ince alayı farketmedim değil. Düzeltme: Daniel ”ben öyle demedim”, ”you are way hotter than FAT jessica simpson (!) demiştim” dedi. Yani (şişko Jessica Simpson’dan çok daha iyi görünüyorsun!).
Her pazartesi rejime başlıyorum. Öğlene kadar sürüyor. Bilemediniz akşama kadar. Her pazartesi spora başlıyorum. Bu hafta pazartesiyi bile boş geçirdim. Sabah kalktığımda, ”Biggest Loser” programının canavar kadın sporcusu Jillian Anderson’ın circuit programına bir daha başladım, bir haftadır yapmıyordum. Üçer setten 12 tekrarlı üç hareket yaptıktan sonra, nefes darlığından ölüyorum zannettim ve hemen bıraktım. Gençliğinde ağır spor yapmanın bedeli bu galiba. Hayatın boyunca hep böyle devam etmek zorundasın. Bırakınca da toparlaması çok zor. Tabii artık 15 yaşında değiliz.Bir de ben sıkılıyorum artık, koş koş koş. Bir kaç sene önce maratona hazırlandığım düşünülürse, belki diyorum, bu da böyle bir dönem. Geçecek. Belki, çok spor yapa yapa sıkıldım. Biraz ara vermem iyi oldu. Havalar ısınınca…Belki yeniden…Neyse işte, hepsi bahane. Sporla zayıflamaya alışmışım. Maazallah güzel gırtlağımdan kesmek çok zor. Ama belki bunu denemeliyim artık. Bilmiyorum işte. O yüzden diyorum ya, ”n’olacak benim bu halim?”.Geçen hafta Daniel ile gym’e gitmek üzere evden çıktık. Bizim spor yaptığımız yer, bir çarşının içinde. Koşu bantlarını da camın kenarına dizmişler. Gelen geçeni mi seyredersiniz artık, yoksa önünüzdeki monitörden televizyon mu seyredersiniz, size kalmış. Yani insanlar spor yapsın diye her türlü teşvik var. Eskiden, Özgür ile iki otobüs değiştirip, arkasından bir yirmi dakika yürüyerek, Anıttepe’deki koşu sahasına giderdik. Azme bakın yani! Yarım saat koşardık. Her sabah 6′da Özgür’ü uyandırmaya gitmek çok haince zevk aldığım bir şeydi. Gelmese dilimden kurtulamayacağını bildiği için, hep sözümü dinlerdi.Neyse, spor salonuna yaklaşırken, benim ayaklarım geri geri gitmeye başladı. ”Danielcım” dedim. ”Ben gelmiyorum. Şu Starbucks’tan bir kahve alayım, oturayım gelen geçeni seyredeyim. Sen bitirince burada beni bul”. Daniel da zaten zorla gidiyor ama bu manevra karşısında epey şaşırdı. ”Tamam” dedi. ”Ben de fazla kalmayacağım zaten”.Gittim Starbucks’tan bir kahve aldım. Noel, yılbaşı ağaçları ve süslerini kaldırmışlardı bu çarşıdan. Kahve alırken, bir broşür gördüm. Türkçeye şöyle çeviriyorum, ”böbrek yürüyüşüne sen de katıl!”. Bu biraz komik geldi. Malum artık her şeyin yürüyüşü, koşusu çıktı artık, bir böbrekler kalmıştı uğruna koşmadığımız. İşte yarışa katılmak için para yatıracaksınız ve böbrek hastalarına yardım edeceksiniz, kendinizi iyi hissedeceksiniz hem de sağlıklı olmak için sosyal bir faaliyete girişeceksiniz. Bir taşla iki kuş. Geçmişte, göğüs kanseriyle savaşan Susan Komen vakfının yürüyüşüne katılmışlığım vardı. Bir de, National Press Club’un, yani Washington’daki Ulusal Basın Klübü’nün 5K yani 5 kilometrelik koşusuna katılmıştım. Üstelik o sırada ayak parmaklarımdan biri kırıktı. Bu yüreklilik, devamlılık mazide kaldı tabii. Şimdi genişleme zamanı.Çarşıda oturdum, geleni geçeni seyrettim. Bir adamcağız gördüm. Çok kısa boylu, siyah ve bir bacağını çeke çeke koltuk değnekleriyle yürüyen bir adam. Tuvalete doğru gittiğini görebiliyordum. Adam küçücüktü. Bin bir zorlukla, çok yavaş yavaş ilerliyordu. Üstü başı düzgündü. Hatta açık renk bir pantolon giyiyordu ve pantolonunda tek bir kırışıklık olmamasına şaşırdım. Sonra kendi kendime kızdım. Biraz kilo aldım diye kendime hayatı zindan ediyorum. Bu insan, böyle hayatını geçirmek zorunda. Şikayet etmeye hali bile yok. Zaten şikayet etmenin anlamı yok. Ben, boğazımı tutamayıp cips, kola ile mekan dolduruyorum, bir de üstüne mızmızlık.Starbucks’tan aldığım kahve ve kahvenin yanında yenilmesi şart olan kekle beraber, Daniel’ın koştuğunu bildiğim, çarşıya bakan koşu bantlarının oraya doğru yürüdüm. Bir elimde kek, bir elimde plastik kahve bardağı, camdan tam Daniel’ı görecek şekilde konuşlandım. Camın bir yanında, bana bakarsa güleceğini bildiği için ciddi bir tavır takınmaya çalışan, koşu bandında dili bir karış koşan Daniel, diğer yanında kek yiyip kahve içen ve Daniel ile göz göze gelmeye çalışan ben.Şimdi, Orhan Pamuk’un ”Kar” romanına başladım. Onca zaman elimde bekledi bu roman da bir türlü okuyamamıştım. Demek zamanı şimdi gelmiş. Kar dedim de, şu bahar ne zaman gelecek? Gözüm yollarda kaldı.