''Joy Division'' adlı İngiliz punk-rock grubunu bilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı'nda bir Nazi toplama kampı genelevinden alıyor adını. Solisti Ian Curtis'in 23 yaşında intihar etmesinden sonra grup üyeleri ''New Order'' adıyla devam etmiş ve Joy Division'dan bile daha büyük ün yapmıştır. Zaman zaman arkadaşlarımdan, The Clash ve New Order gibi grupları hala büyük bir keyifle dinliyorum diye, 1980'lerde kaldığım, bu müziklerin eskidiği yönünde şeyler duysam da hiç aldırmıyorum. Long Live Punk Rock and Post Punk Music!
Dün gece Ian Curtis'in acılı bir hayat geçiren eşi Debbie'nin yazdığı otobiyografiye dayanarak çevrilen ''Control'' adlı 2007 yapımı ve Cannes Film festivalinde ödül almış olan filmi izledim. Siyah beyaz çevrilen bu film, çok kara, ağır. Bir insanın kalbindeki, ruhundaki fırtınaları nasıl anlatırsınız? Hayattaki problemlerle head-on (bodoslamasına mı diyelim) başa çıkmak yerine, iyice problemlerin içine gömülen bir yaklaşımı seçiyor Curtis ve sonunda içinden çıkamayacağı bir hal aldığına inandığı hayatını terk ediyor.
''İntihar bencilce birşeydir'' diye okumuştum bir yerlerde. İçinde, geride kalanlardan intikam arzusunu barındırdığı için. Sonuçta ölen, dünyanın acılarından kurtulur. Geride kalanlar ise, ömürleri boyunca bu acıyı taşımak zorundadır. Belki suçlayan bir parmak doğrultulmuştur kendilerine. ''Sen böyle biri olmasaydın...Bana bunları yapmasaydın...Senin yüzünden!''. Curtis de, karısı ve sevgilisi arasında kalmış bir adam. Karısına verdiği, ''seni ömrüm boyunca seveceğim'' sözünün altında ezilen, küçük bebeklerinin suratına baktıkça suçluluk duygusu ağırlaşan, söylediği yalanların içinde boğulan. Bir türlü, karısı ve sevgilisi arasında seçim yapamayan. İlk intihar denemesinde karısına bıraktığı kısa notta Curtis, ''ben gidiyorum. Artık kavga etmenize gerek yok. Annik'e (sevgilisi) sevgilerimi iletirsin'' diyor. Kimseyi de yargılamak mümkün değil.
Osho'nun şu meyanda sözlerini okumuştum. Çok doğru geliyor. Hayattaki problemleri çözemezsiniz diyor Osho. Bu problemler bitmez. Onlara yukarıdan bakabilirsiniz. Uzaktan. Sadece, problemlerle sizin aranıza zaman girer. Mesela ortaokulda, lisede yaşadığınız problemler, onlarla karşılaştığınız sırada size korkunç geliyordu. Bunalımın, hatta belki intiharın eşiğine bile gelmiş olabilirsiniz. Bugün geri dönüp baktığınızda kahkahalarla güleceğiniz problemleriniz! Mesele, problemleri çok fazla kişiselleştirmekte, büyük resmi görememekte belki. Eninde sonunda, en büyük acılar da, en büyük mutluluklar da, zamanın tek yönlü ilerleyen okuyla hep geride kalıyor. Hepsi geçiyor. Bir tek bu an var elimizde.
Sıklıkla, genç yaşında intihar eden Jeremy'yi düşünüyorum. Hep 16 yaşında kalacak bir çocuk-adam. ''Kız meselesi'' yüzünden. Yirmi yıl sonra bile, en yakın arkadaşının rüyalarının kahramanı olmayı sürdüren. O adımı atmasaydı Jeremy, bugün bizimle sofrada oturup barbeküden keyif alıyor olabilirdi. O günlere de gülerek bakılırdı. Otelden check-out yapar gibi, hayattan check-out yapmak. Kafamızda yarattığımız düşüncelerin, inançların altında ezildiğimiz için hayat bu kadar zor geliyor belki. Çoğunlukla problemler, gerçek problemler değil. Endişeler, korkularımızla bizim beslediğimiz problemler var daha çok. Bunlar gölge sorunlar.
Bir kitap okuyorum. ''Waking up to What you do...A Zen Practice for Meeting Every Situation with Intelligence and Compassion''. Yazarı Diane Eshin Rizetto. Hayatta karşımıza çıkan durumlara zeka ve şefkatle çözüm bulmaya ilişkin Zen uygulamaları diyelim. Yazar çok basit bir günlük meselesinden bahsediyor. Kocası da kendisi de yazar. Vakitlerini yazmaya ayırıyorlar. Sıklıkla da sabah kahvesi sırasında mutfakta musluk başında sohbet ettikleri zaman, yazarın en hoşuna giden zamanlardan biri. Birbirlerine çalışmalarını anlatıyorlar. Ancak yazar, birşeyler atıştırıp da kirli tabakları musluğun içine bırakan kocasına yavaş yavaş kızmaya başlıyor. Buradan senaryolar ve problemin ilk tohumu da ortaya çıkıyor. ''Demek ki benim zamanımın, onunki kadar kıymetli olduğunu düşünmüyor'' diyor yazar kocası için. Veya, ''Kadın olduğum için, bu tabakları yıkamanın benim görevim olduğunu varsayıyor'' diyor. Kocasının bu durumdan haberi bile yok. Çok çok, düşüncesizlik, aklı havadalık. Bu düşünce balonları büyüyor büyüyor ve birgün yazar, kocasının bir sorusunu yanıtsız bırakıp, kapıyı çarpıp çıkıp gidiyor. Şimdi adamcağız oturup düşünsün de bulsun bakalım, acaba ne oldu? Yıkanmamış iki tabağın yaptığına bakın siz.
Genellikle yaptığımız, yazarın yaptığına benzer. Herkesin kafasındakileri sanki çok iyi biliyoruz. Neyin neden yapıldığına ilişkin tahminler yürütüp sonuçlara varıyoruz ve hatta buradan kaynaklanan bir eyleme geçiveriyoruz ki kendimizi istemediğimiz bir yerde bulabiliyoruz. O sırada olandan daha fazlasını üretmeden, olanı olduğu gibi görmeye ilişkin yazarın sözleri beni etkiledi. Hatta şuna benzer bir örnek veriyor yazar: ''Şimdi mutfakta kahve hazırlayan kocamın çıkardığı sesleri dinliyorum. Uzakta bir kuş ötüyor. Açık pencereden odama rüzgar doluyor...''. Hayat aslında bu kadar basit işte. Sadece olanı görmek, senaryo yazmadan, çarpıtmadan. Hem kendimiz, hem de başkalarının nasıl olması gerektiği, nasıl davranması gerektiği konusundaki fikirlerimiz, ideallerimiz bizi sıkıştırıyor. Kendimizi veya birbirimizi bir ''hata prizmasından'' görme saplantısı içine düşebiliyoruz.
Bugün ben, New Order dinleyeceğim. Ian Curtis'in ve Jeremy'nin ruhu huzura kavuşsun diye dua da edeceğim. Ve Allah hepimize akıl fikir versin de, başımıza gelenleri büyüteçle görmekten vazgeçelim diyeceğim bir kez daha.