Son haddindeki hamilelik hormonlarının etkisi altında yazılmış bir yazıBu yazıyı şimdi, ne zor koşullarda yazıyorum bir bilseniz sevgili okurcularım. Sizin için (onbeş midir sayınız yirmi midir bilemiycem sayı mühim değil, önemli olan kalite) her sıkıntıya katlanırım. Yataktayım, ha doğurdum doğuracağım. Bir baktım, bir aydan fazla olmuş son yazıyı yazalı. Bebek geldikten sonra kimbilir bir daha ne zaman fırsat bulur da yazarım dedim, iki satır karalıyorum. (Bilgisayarda karalama da oluyor muymuş?)
Halbuki ne konular birikti, ne haberler var. Her gün aklımda ne yazılar yazıyorum. Masanın başına oturmaya kalkınca, az bir süre bile otursam, bir bakıyorum ayaklarım şişmiş, başım dönüyor, kalp atışlarım hızlanıyor, hemen yatıp uzanma ihtiyacındayım. Velhasıl, benim gibi sporcu adam, seksen küsur yaşındaki anneannemden beter durumdayım. Mahalle sınırlarından çıkamaz oldum. Mehtoş, Hande ve Evrim olmasa, gelip beni arabayla alıp bir yerlere götürmeseler evden dışarı adımımı atmayacağım.
Yokuşun dibinde bir apartmanda oturuyoruz. Bakkala gitmek bile zorlu bir mücadele. Kime sorsanız, ''ay bu sene yaz Washington'da çok hafif geçti'' diyor. Gelin siz bir de bana sorun. Apartmanlarda havalandırma olmasa ne yapardım bilmiyorum. Washington'ın iklimi biraz pistir. Özellikle yazları. Hava fazla sıcak olmasa bile, nemden nefes alamazsınız. Yanınızda su taşımak şarttır. Şapka, gözlük şarttır. Sıcaklardan ölenler olur her sene. Zamanında, Washington'da görev yapan yabancı diplomatlara, ''tropik iklim'' diye fazladan para verilirmiş.
Önce baby shower nasıl geçti onu anlatayım. Hani bana bebek bezi pastası yapacaklar diye korkumdan ölüyordum, istememiştim baby shower falan. Meğer o bebek bezi pastası, benim zannettiğim gibi değilmiş. Evrim anlattı. Bebek bezi pastası, lafın gelişi. Yenen birşey değil. Bebek bezlerini büküp büküp pasta gibi yapıyorlar. Böylece o bezler, birkaç ay yeni anne-babaya destek oluyormuş. Bendeki hayal gücü inanılmaz. Oturup kendi kendime bir hikaye yazmışım, yok içi çikolatalı bir pastaymış da, çikolataların neyi temsil ettiği belliymiş de falan filan diye. O kadar itiraz ettiğim için de tabii birkaç aylık bebek bezlerinden de olduk, pastasız (!) kaldık. Onun yerine Evrim, çilekli short-cake dedikleri bir pasta getirdi ki, artık beni her görmeye geldiğinde ısmarlıyorum. O kadar güzel bir pasta yani. Baby shower'da sadece birkaç arkadaş, Hande'nin muhteşem güzel yemekleri, mavi balonlar, türlü türlü hediyeler vardı. Mehtoş da dolma yapmıştı. O kadar çok eğlendim ki, ''ben baby shower falan istemiyorum'' diye daha önce inatçılık etmeme hiç gerek yokmuş. Hem de bebek için yirmi tane mavi tulum hediye geleceğine, ihtiyacım olacak malzemeler tamamlanmış oldu. Şu Amerikalılar valla çok pratik, ne diyeyim. Arkadaşlarım için ise şunu diyeceğim, ''iyi ki varsınız kızlar!''.
Ayın büyük olayı, on yıldır NTV'nin Washington temsilciliğini yürüten Ümit Enginsoy'un Türkiye'ye kesin dönüş yapması oldu. Washington'da o kadar büyük bir boşluk oldu ki tahayyül edemezsiniz. Çünkü öyle bir karakterdir Ümit. Gittiği her yeri dolduran. Ona yeni hayatında başarılar diliyorum. Ankara'nın, hayırlı olmasını umuyorum. Onu çok seven en yakınları olarak, arkasından hepimizin içi burkuldu.
Başka bir gelişme daha. Ben de Washington'da on yılı tamamlamamın ardından, Nisan ayında Türkiye'ye temelli dönüyorum. Yine çalıştığım kurumda ama bu kez Ankara'da devam edeceğim meslek hayatıma. Bu dünya kentine küçük bir kız olarak geldim. Önemli hayat tecrübelerinden geçtim, siyaset, diplomasi, dünya düzeni hakkında bir çok şey öğrendim, acısıyla tatlısıyla, bugün kendimi bulduğum noktadan başka hiçbir yerde olmak istemezdim. Bundan sonra hayatın bana sunacağı yeniliklere, maceralara hazırım.
Böyle bir tecrübeden sonra, yeniden memlekete dönüp ülkeye farklı, taze bir gözle bakmak ilginç olacak. Yılda bir Türkiye'yi ziyaretlerimde gözlemlediğim üzere, karşıdan karşıya geçme pratiğinizi bile kaybetmiş oluyorsunuz. Şu sırada benim oturduğum Maryland eyaletinde kanun, yaya geçidinde yayaya öncelik veriyor. Arabalar ''dur'' işaretlerinde yavaşlamakla yetinirse ceza yiyorlar. O yüzden o kısa duruşta, bir yaya bekliyorsa, geçiş hakkı yayanın. Ama Türkiye'de, yayalar yola atlıyor ve şoförler de sanki yayaları ezmek temel amaçlarıymış gibi gaza basıyor. En basitinden buna yeniden alışmak zaman alacak. Daniel, Türkiye'ye ilk geldiğinde trafiğin durumuna bakıp gözlerine inanamamıştı. ''A...aa...ama yolda şerit yooook!'' dediğini hatırlıyorum.Bir başka gidişimde de, İstanbul'da Yankı, İlke ve Tanerle taksideydik. Ben önde oturuyordum. Yola bir kadın iki çocuğuyla birlikte atlayıverdi ve taksici de aynen dediğim gibi, amacı bu yola atlayanları ezmekmiş gibi gaz pedalına asılıverdi. Kadınla iki çocuğunu ezeceğimize o kadar emindim ki, farkında bile olmadan İngilizce olarak, ''No no no nooooo!'' diye bağırıverdim. Neyse kimseyi ezmedik. Arkadaşlarım bu halime kahkahalarla güldüler.
Şimdi size başıma gelen iki tane enteresan olayı anlatayım. Kadın olmak, kariyer sahibi olmak ve hamile olmak ne demek ben de payımı aldım. Geçenlerde Washington Büyükelçiliğinde 30 Ağustos resepsiyonu vardı. Gitmekte biraz zorlandım ama biten yaz döneminden sonra ortalıkta bir görünmek, ne var ne yok öğrenmek gerekiyordu. Uzun zamandır görmediğim arkadaşım ve meslektaşım Barış'ı görmekten müthiş memnun oldum ve bir köşede sohbet etmeye başladık. Bu sırada bir beyefendi yaklaştı ve Barış'a selam verdi, kendisini tanıştırdı. Washington'a yeni gelmiş bir şahsiyetti ve kendisini basına takdim ediyordu. Barış'ı tanımıştı, çünkü televizyonda görmüştü. Bu şahsiyet, bana şöyle bir bakış attı, doğurdu doğuracak karnımı gördü ve benim ''merhaba'' dememe rağmen cevap vermeden ağzının kenarına bir gülümseme kondurup, kafasını çevirip bütün dikkatini Barış'a verdi. Önce bu davranışın nedenini kavrayamadım. Burada, Atatürk'ün kurduğu koskoca Anadolu Ajansı'nın temsilcisiyiz, boru değil yani. Bu adam, belli işleri yürütürken benimle de temas kurmak zorunda kalacak ama daha farkında değil. Sonra birden kafamda bir ışık yandı. Washington'a henüz gelen bu şahsiyete göre ben, alt tarafı Barış'ın yanında oturan ''fat lady'' idim. Yani şişko bir hatun. Hamile bir kadın. Çok çok birisinin karısı olabilirdim. Adam büyük bir heyecanla, yanına yaklaşan küçük kızını da Barış'a takdim etti. Yine beni görmezden gelerek. Ben de, cinsiyet ayrımcılığına tabi tutulmanın ne demek olduğunun tadına bakmış oldum. Çok mersi.
İkinci enteresan olay da şu. Washington boşaldı desek yeridir. Gazeteci arkadaşlardan dönen dönene. Bush gibi her gün ayrı bir sorunun çıktığı ortam, gazetecilik için mükemmel bir ortamdı, dünya barışı için kötü olsa da. Eşekler gibi çalıştık. Çünkü orada burada savaş, terör tehdidi, sağa sola savrulan ''asarım, keserim, ya bizdensiniz ya değilsiniz'' yaklaşımı vardı. Obama geldi, İran'a bile zeytin dalı uzatan, her sorunlu ilişkiyi konuşarak çözmeye çalışan bir adam. Türkiye ile dış politika yaklaşımı örtüşüyor. Ortada sorun yok, haber de pek yok!
Yine de giden gazetecilerden ortaya çıkan boşlukları doldurma yönünde bir çaba var. Bunun için de, bu kente yeni birilerini göndermektense, hazır Washington'da bulunan bazı gazetecilere teklifler geliyor. Benim, çalıştığım kurumu değiştirmek gibi bir niyetim yok ama duydum ki, büyük medya kuruluşlarından biri, bu görevlerden biri için beni de düşünmüş. Birgün bu medya kuruluşuyla bağlantılı birisinden bir e-mail aldım. ''Deniz sana muhakkak ulaşmam lazım, Washington'da taşlar yerinden oynuyor, neler oluyor? Bana hemen şu sıradaki telefon numaralarını bildirir misin?'' Gayet tabii dedim, telefonlarımı yazdım. Arayan soran olmadı. Aynı kişiden birkaç saat sonra bir mesaj daha aldım. Aynen şöyleydi, ''hamile olduğunu bilmiyordum. Tebrikler!''. Tabii bir kahkaha attım. Olayın nasıl geliştiğini de, bu kişinin o gün temasa geçtiği diğer meslektaşlarımla yaptığım istişareler çerçevesinde, bir gazeteci titizliğiyle ortaya çıkardık. Bu zat, Facebook'a koyulan baby shower resimlerinden, hamile olduğumu öğrenmişti. Bir telefon edip, neden konuşmak istediğini, yana yakıla telefon numaralarımı istediğini açıklamak zahmetine bile girişmemişti. Ne de olsa hamile bir kadındık! Onun gözünde işe yaramazdık.
Ben Anadolu Ajansı'na çalışmaktan herzaman gurur duydum, duyuyorum. Ajans muhabirlerini medyanın bizzat içindekiler dışında halktan pek kimse tanımaz. Ne de olsa, halkımız bilmez ama, gazetelerde ''takla attırma'' tabir edilen bir uygulama vardır. Ajans muhabirlerinin yazdığı haberler, ajansa abone medya kuruluşlarının önüne gider ve haberi alan gazetelerin ilk işi, ajans muhabirinin imzasını silmek olur. Üzerine, genellikle kendi muhabirlerinin adını konduruverirler, hazır yazılmış haberin belki ilk cümlesini veya başlığını değiştirirler. Sonra da sağda solda, ''ay ajans muhabirleri biraz kompleksli olur. Tabii onların imzası gazetelerde çıkmıyor da ondan'' gibi konuşurlar. Kendilerinin, bu imzaları silerek etik olmayan birşey yaptığı kısmını es geçerler. Anadolu Ajansı muhabirleri, bugün gazetelerde okuduğunuz, televizyonlarda dinlediğiniz haberlerin yüzde 80'ini üretirler. İşte o yüzdendir, bir gazetede okuduğunuz haberin aynısını başka gazetelerde de görürsünüz.
Washington'dan yazdığım bir özel haberimi olduğu gibi alıp, takla attırıp, gazetesine kendi imzasıyla gönderen bir meslektaşıma, ertesi gün Amerikan kongresinde başka bir toplantıda karşılaştığımızda, bu yaptığının hesabını sordum. Bu işin sorumlusunun bizzat kendisi olduğunu söyleyen meslektaşım, ''seninle bir türlü iletişim kuramadık Deniz!'' diye üste çıkmaya da çalıştı. Haberimin üstüne imzanı atmazsan bu yönde olumlu bir adım atmış olursun sevgili meslektaşım. Ben ajans yönetimine durumu bildirince de, gazetesinden uyarı aldı. Sonra da gidip sağda solda, ''imzasının gazetelerde çıkmasını istiyorsa, o zaman Anadolu Ajansı'nda çalışmasın'' diye konuştuğunu duydum. Sanki mesele de buydu! Ajans muhabirinin imzasına zaten gazeteler yer vermeyi sevmez. Bundan benim özel bir şikayetim yok. Ama benim emeğimin üstüne kendi imzanızı atıp da bunun kredisini toplamaya çalışırsanız, herzaman ve herzaman da yüzünüze yüzünüze bunu söyleyeceğim. Hiç vazgeçmeden. Anadolu Ajansı olmasa, gazeteler muhtemelen üç sayfa çıkar. İki buçuk sayfası reklam olarak. Sinirlendirdiniz beni yine, hamile hamile...Çık çık çık...
Son not. Elif Şafak'ın ''Aşk'' romanı elime geçti. Hande yine bana kitabını ödünç verdi. Elif Şafak'ın daha önceki yazılarını çok iç karartıcı bulduğum için, korkarak elime aldım bu kitabı. Başta bir iki yere takılır gibi oldum, epey bir eleştirel gözle okumaya başladım. Sonra sonra, artık hiç okuyamadığım bir tür olan roman tarzında yazılmış olmasına rağmen, gerek yazma tekniği, kurgusuyla, gerekse içeriğiyle çok sevdim bu kitabı. Eleştirel gözümü bir kenara attım, kalbimin gözünü açtım. İçim ışıkla doldu. Benim bu inatçı yaklaşımımı kırarak romanı sonuna kadar okutabildiği için Elif Şafak'a saygım arttı. Hem böyle bir konuyu bulduğu, hem cesurca yazdığı için içimden tebrik ettim. Göksel'in blogundan, pembe kapak, gri kapak tartışmasını öğrenmiştim. Bendeki kitap da pembe kapaklıydı. Şimdi kendi kendime, acaba Şafak'ın ''Siyah Süt'' kitabını okumaya kalkışsam mı diye sorguluyorum. Ama kitabın adının içimde yarattığı titreşim korkutuyor beni. Belki başka bir bahara...Cesaretimi toplayınca...
Hadi ben kaçıyorum, bu aylık bu kadar yeter.