''BEN BU OBAMA'YI BİRE BİRDE VALLA DA YENERİM''
İmza Deniz Arslan



Dün akşam Obama'nın basın toplantısını izlemeye Beyaz Saray'a gittim. Buradaki resimde, arkada not alırken, saçlarım toplu, geniş alnımla beni görebilirsiniz. Yüzümü değil tabii, not alıyoruz çünkü. Gazetecilik kolay iş değil. Şimdi notlarımdan bakıyorum, ne yazmışım diye. ''Düşündüğümden daha kısa boylu''. Bunu Ümit'e söylediğimde, ''yok artık, adamın boyu 1.90. Yani seninle aynı'' dedi. Tabii Ümit'in boyu 1.70. O yüzden dediği ne kadar geçerli bilmiyorum. Ona göre herkes uzun boylu. Obama benim beklediğim gibi heybetli görünüşlü biri değil.

Yine notlarımdan bakıp aktarıyorum. Şöyle demişim: ''Bire bir oynasak ben yenerim. Pek cılız bu Başkan. Valla yenerim, şaka yapmıyorum. Özellikle çift pota oynamazsak''. Obama basketbol oynamayı seviyor, bilmeyenler için aktarayım. Ben de en sonunda Washington'da, basketboldan anlayan bir lider var diye seviniyordum. Bir önceki Başkan Bush, Amerikan futbolu seviyordu. Amerikan futbolu gibi dört saat süren ve çok yavaş ilerleyen böyle bir oyunu seyretmeye hiç sabrım yetmez.

Amerikalı devlet adamlarıyla yüz yüze karşılaşma farklı bir şey. Kişisel izleniminiz, televizyonda gördüğünüzden farklı olabiliyor. Bush'u gördüğümde şaşırmıştım mesela. Kişi olarak sempatik buldum. Bunu söylediğim zaman insanlar, ''aaaah yapma lütfen'' diye tepki gösteriyor genellikle. İddiaya girerim, havadan sudan konuşsanız, muhtemelen çok iyi vakit geçirirsiniz Bushla. Devlet meselelerini karıştırmayın, onlar biraz zor.

Bill Clinton'ı gördüğümde de şaşırmıştım. Çok kırmızı bir yüzü vardı, özellikle de burnu. Televizyonda daha yakışıklı görünüyordu, kendisi öyle değildi. Üzerinden takım elbiseyi çıkartın, kovboy kıyafetleri giydirin, ''işte tamam, doğrusu bu'' dersiniz. Kareli kovboy gömleğini, ona bakarken gözümde canlandırmıştım bile.

Gelelim Dick Cheney'e. Bir foto-op için Beyaz Saray'daydım. Benden başka sadece Beyaz Saray'ın özel fotoğrafçısı vardı. Olacak iş değil ama neredeyse benim kadar uzun boylu bir hatun. Bu tür foto-op durumlarında çok hızlı hareket edilir. Bir kaç saniyeniz vardır, el sıkışmasını fotoğraflamak için. Geçmiş zaman tabii, o sırada elimde ilk çıkan dijital fotoğraf makinalarından var. Bastıktan üç saniye sonra resmi çekiyor. Zamanlama çok ama çok önemli. Çünkü diyelim ki IMF Başkanına, ''efendim bir el sıkışma resmi daha alalım lütfen'' diye rica edebilirsiniz bir gazeteci olarak ama sıkıysa Cheney'den isteyin. Doooru Guantanamo'ya. Böyle gerginlik içinde Beyaz Saray'ın fotocusuyla beklerken, birden bir hareketlenme oldu, bizi bir odaya alacaklarını söylediler, hızla koridorlardan geçiyoruz. Ha ha, yanlış kapı!

Birden karşımızda şu sahneyi görüyoruz. Cheney, tek eli cebinde sekreterinin masasındaki kağıtlarla oynuyor ve görüşmenin olacağı kapısı açık odaya girmek üzere bekliyor. Birden köşeyi hızla dönen 1.90'lık iki kadını, ellerinde fotoğraf makinalarıyla görünce bir şaşalıyor ve sekreter masasındaki kağıtların durduğu tepsiyi yere düşürüyor. Kağıtlar her yere yayılıyor. Hemen önümde, kağıtları yerden toparlamaya çalışan, durumdan biraz utanmış görünen Cheney var. Bu muhteşem anı resmetmek için makinamı kullanırsam, bir sonraki önemli görüşmenin fotoğrafını çekme fırsatının verilmeyeceğinin ve dijital makinamın içindeki bütün fotoğrafları da kaybedebiceğimin gayet farkındayım. Biraz sonra odaya geçiyoruz. El sıkışma çok çabuk olup bitiyor. Bastıktan üç saniye sonra fotoğraf çekebilen makinamı, valla çok da güzel ayarlıyorum. Tek bir kare. Bu kare, yıllar sonra tekrar başka bir vesileyle yine Türk gazetelerinde kullanılıyor. Tabii Washington'da, Star Wars filminin kötü adam karakteri Darth Vader ile özdeşleştirilen Cheney'yi, böyle yere düşürdüğü kağıtları toplamaya çalışan bir adam olarak görmek çok rastlanan bir şans olmasa gerek.

Lafı karıştırmayayım, Beyaz Saray maceramı baştan anlatayım. Geçen haftadan bir e-mail mesajı geldi. İlgi duyuyorsam, Salı gecesi Prezidan Obama'nın basın toplantısına katılmak için başvurmam gerektiği belirtiliyordu. Hadi dedim, her yönetimde bir gidip tecrübe edinmekte fayda var. Hele fırsat da çıkmışken. Bu kent gazeteci kaynar ve her milletten kırkbin çeşit yabancı gazeteci arasından Beyaz Saray'da bir toplantı izlemek, deveye hendek atlatmaktan daha zordur söyleyeyim. Başvurdum. Pazartesi akşamüstü saat dört olmuş, hala ses çıkmamıştı. Aşırı başvuru olduğu için her isteyeni çağırmayacaklarını söylüyorlardı zaten. Tam telefonda bir arkadaşıma dert yanıyordum ki, ''başvuru teyidi'' başlıklı e-mail düşüverdi.

Oturdum akşamdan iki soru hazırladım, not defterime yazdım. Sanki daha önce Beyaz Saray'da doğrudan Türkiye'yi ilgilendirmeyen bir toplantıya katıldığımda herhangi bir Türk gazeteciye söz verildiğini görmüşlüğüm varmış gibi, pozitif düşünce gücümü kullanarak, ''ulan belli mi olur'' diyerek hazırlandım. Beyaz Saray'dan gelen mesajda, başvurusu kabul edilen her gazetecinin toplantıdan 4 saat önce gelip credential alması isteniyordu. Credential denilen nesne, üzerinde Başkanlık mührü bulunan beyaz bir kağıt parçası ve bir numara. Benim numaram 134. Ali'nin numarası 350'li bir şey. Ama durun, bunu almak için önce Beyaz Saray'a girme maceramı da anlatmam lazım. Kuzeybatı kapısındayız Ali ile birlikte ve bir düzine gazeteci kapıda bekleşiyor. Bir mikrofona konuşuyorsunuz, içerde camın arkasındaki güvenlik görevlisi adınızı kayıtlardan kontrol ediyor ve sonra içeri girmenize izin veriyor.

Önümdeki arkadaş gibi ben de mikrofona adımı söylüyorum. Sonra muhtemelen bir 15 kere daha söylüyorum. Bir kaç kere harf harf söylüyorum. Arkamdaki Amerikalı kadın gazeteci bile güvenlik görevlisinin tutumuna bozulup benim adımı bu sefer o harf harf söylüyor. Adam, ''foreign national!'' (yabancı milletten) diyor bana. Bu ben oluyorum. Türk. Bana, Beyaz Saray basından birini aramamı ve içeri girmek için eskort çağırtmamı söylüyor. ''Bir dakika'' diyorum. ''Adım önünüzdeki listede yok mu?''. ''Vaaar'' diyor. Sonra açıklayıcı cümlesini tekrarlıyor: ''Foreign national!''.

Beyaz Saray basını arayıp eskort çağırttıktan ve eskort ulaştıktan sonra, diğer bekleşen foreign nationals ile birlikte içeri giriyoruz. Güvenlikten geçiyoruz. Arkamdaki foreign national gazeteci, ''yahu havaalanında böyle muamele görmüyoruz!'' diyor. Beyaz Saray güvenlik görevlisi de bunu çok umursayacakmış gibi. Neyse eskort nazik bir çocuk. Bizleri alıp meşhur basın odasına götürüyor. Ama Başkan'ın basın toplantısı burada olmayacak. East Room'a gideceğiz onun için. Şimdilik, basın odasında bekliyoruz. İşte bu beyaz numaralı kağıtları da orada alıyoruz. Ali, benim kağıttaki numaraya bakıp, ''tüh diyor. Sen muhtemelen önde bir yerde oturuyorsun, ben arkada kaldım''. ''Hiç belli olmaz'' diyorum. İki saate yakın bu odada bekliyoruz. Sonra yine bir eskort geliyor ve bütün gazetecileri East Room'a götürüyor. Altı sıra U şeklinde sandalyeler dizilmiş gazeteciler için. Her sandalyede bir numara. Ben altıncı sıradayım ve de kapıya yakınım. Buraya ışık bile pek iyi düşmüyor. Kameralar açısından iyi değil. ''Demek ki'' diyorum içimden, ''hayatta soru sorma ihtimalin yok, oturduğum yer itibariyle''.

Daha önce Bill Clinton'ın ve George W. Bush'un basın toplantılarını da Beyaz Saray'da izledim ve hiç soru sorma şansı verilmedi. Televizyonlardan, her şey o anda kendiliğinden gelişiyormuş gibi görünüyor. Ama öyle değil. Her şey en ince detayına kadar önceden planlanıyor, hatta sahneleniyor. Kimin soru soracağı önceden belli. Başkan'ın elinde bir liste var. Şematik bir liste. Bu listenin bir kopyasını, tabii boyum uzun olduğu için kolayca bir görevlinin elinde görmüştüm girişte. Sandalyeler iki renge ayrılmıştı. Bir tanesinin, soru soracakları gösterdiğini hemen anladım. Obama da zaten, isim isim, elindeki listeden okudu soru soracakları. Daha sorulara başlarken, ''I have got a list here for questions'' dedi. Bir takdir ettiğim özellikleri varsa, burada ilk soru hakkı ulusal haber ajansına veriliyor. Yani, Associated Press veya kısa adıyla AP (Ey-Pi diye okunacak).

Obama salona girmeden iki dakika önce anons yapılıyor, ''iki dakika kaldı'' diye. Üç tane büyük televizyon istasyonunun muhabirleri, ellerinde mikrofon aynı anda konuşmaya başlıyorlar acele acele. Bütün salon susmuş onlara baka kalıyoruz. Halleri o kadar komik ki, ister istemez gülüşüyoruz. Muhabirlerin yüzü, diğer gazetecilere dönük ve hem birbirlerinin konuşmasını duymazdan gelmek, hem salondaki herkesin onlara baktığını unutmak, hem de biraz sonra başlayacak basın toplantısıyla ilgili bilgi vermek zorundalar. Salonda 350 civarında gazeteci var. Ali'nin konuştuğu bir Amerikalı gazeteci, bugüne kadar kendisine de hiç soru sorulma hakkı verilmediğini söylüyor. Bizim hiç şansımız olduğunu düşünmüyor. Halbuki Ali, basın odasında yanımda otururken, elindeki deftere bir sayfa soru yazdı. Hatta birbirimizle şakalaştık. Birinci sorularımız aynıydı. Ben ajans olduğum için birinci soruyu soracaktım, o zaman Ali'nin soruyu değiştirmesi gerekecekti. Hayal dünyası işte.

Toplantıdan önce, çantamdaki şişeyi çıkartıp su içecek oluyorum. Hemen bir görevli gençkız geliyor ve bilmiş bilmiş, ''East Room'da su içemezsiniz'' diyor. ''İyi tamam'' diyorum, şişeyi çantama geri koyuyorum. Niye acaba? Muhtemelen, Başkan'a su falan atmaya kalkan olmasın diyedir.

Bu sabah New York Times gazetesinin, basın toplantısında soru sorma hakkı verilmeyen muhabirinin, gazetecilerin durumu için, ''öğretmenin konuşmasını bir an önce tamamlamasını bekleyen huzursuz öğrenciler gibiydik'' benzeri bir şey yazdığını gördüm. I couldn't agree more. (Daha fazla katılamazdım). Obama, tabii ekonomik konulardan başladı, açtı ağzını yumdu gözünü. Sıkıcı, sıkıcı, sıkıcı. Dış politika dinlemeye alışkınız biz. En sonunda AFP muhabiri (ajansa çalışanların gözünü seveyim), bir İsrail-Filistin sorusu sordu da bir tanecik dış politika sorusu oldu. Bir yerlere biraz İran da sıkıştırıldı. Soru soracakları hep ön sıralara oturtmuşlar. Ali, odanın tam öbür ucunda yine altıncı sırada oturuyor. İlk saatime baktığımda, daha toplantı başlayalı 20 dakika geçtiğini görüyorum. Bu toplantı bitmez abi. Oda soğuk. ''Hay bin kunduz'' diye de not almışım bak defterime. Toplantı öncesi konuştuğum Alman gazeteci arkadaşım, ''soru sorma yönünde hiç umudum yok'' demişti. Gelmişti, çünkü havayı koklamak istemişti. Tecrübe olsun demişti. Yeni fotoğraf makinasını denemek istiyordu. Onu da, oturduğu yerden çekmek zorundaydı. Ayağa kalkıp dolaşamayacaktı.

Zaten bu adamlar, iç meselelerini konuşuyorlar, yabancı gazeteciye niye söz versinler diyorum. Bir soru soracağız, tecrübesiz Başkan bir çam devirecek, tam Türkiye ziyareti öncesi olmaz. Yine de, bir sonraki soru soracak gazetecinin ismini okurken, ''Deniz!'' diyecek diye bekliyorum. Şimdi bana söz verirse, bütün sıkıntımı unuturum. O zaman bu haberi yazmak çok kolay ve zevkli olur. Saate bakıyorum, 9'a çeyrek var. Bütün umudum 9'da bitmesi. Öyle de oluyor. Kameraların, tele-prompter'ı göstermeyecek bir açıyla yerleştirilmesi dikkat çekici. Ama sadece baştaki açılış konuşmasını oradan okuyor Obama. Sorulara yanıtlar da tele-prompterda olsa, o zaman epey büyük haber olurdu. Açılış konuşmasında bir şey dikkatimi çekiyor. ''We had made tough choices on budget decisions'' benzeri bir cümleyi, tele-prompter'da öyle yazmasına rağmen çok büyük bir kıvraklıkla, ''we have to make tough choices'' diye değiştiriyor. Böylesi daha uygun çünkü. Adam akıllı. Kimsenin şüphesi yok.

Yine de, tele-prompter, ''kalabalıklara hitap etmesini iyi bilen, başarılı konuşmacı'' imajını benim gözümde biraz zedeliyor. Burada hiç bir şeyin, öyle görünse bile doğal olmadığını, spontane gelişmediğini unutmamam gerektiğini kendime hatırlatıyorum.





Bir gazetecinin, ”benim fotoğrafik hafızam pek iyi değildir” itirafında bulunması zor. İtiraf ediyorum, benim iyi değil. Hayatım boyunca da bu yüzden başıma türlü komiklikler gelmiştir.
Her gün gördüğüm siyah saçlı birisi, mesela saçını sarıya boyatıversin ve daha önce görmediğim kıyafetlerle karşıma çıksın. ”Merhaba ben Deniz, sizinle tanışmadık galiba daha önce!”. ”Deniz ne diyosun yaa? ”.
Basketbol oynarken, bu durum bir felaketti. Her takımda sadece uzun boylu olanları ayırdedebiliyordum. (Saçlarını boyamadıkları sürece) Her takımda genellikle bir tane, bilemediniz iki tane uzun oyuncu vardır. Zaten onlarla dirsek atma tarzlarından, yakından tanışırdık. Kahverengi saçlı, aşağı yukarı aynı boyda ve saçını atkuyruğu yapan oyuncuların ise tamamı benim için aynı kişidir! Ve bu gruba giren, yıllarca rakip takımlarda basket oynadığımız kahverengi saçlı, atkuyruklu kızların sayısı yüzlercedir. Tamamen kendine özgü bir stili veya özelliği olmayanları algılayamıyorum. Kafam kaydetmiyor. Geçen gün laf arasında, ”balık hafızalı” diye dalga geçtiğim Daniel’ın da böyle olduğunu keşfetmek çok şaşırttı beni. Belli bir zaman geçince, sürekli görmediği insanları kafası kayıtlardan siliyordu Daniel’ın. Benim de öyle! Sürekli, ”ben bu adamı bir yerden tanıyorum ama nereden, belki de tanımıyorumdur!” hissiyle bakıyorum insanların yüzlerine.
Tabii bu durumun, insanlarla ilişkilerimi nasıl bozduğunu tahayyül bile edemezsiniz. Uzaktan benim için, ”ay ne kadar soğuk bir insan. Kimseleri beğenmeyen bir hali var!” diye düşünenler, daha önce onlarla sekiz kere tanışmama rağmen bir türlü yüzlerini kayıtlara geçiremediğimi ve içimden, ”yaa tanıyor muyum acaba bu insanı, yoksa yanılıyor muyum” diye derin düşüncelere daldığımı bilmezler.
Ben 13, 14 yaşlarındayken bir gün Özgür ile dolaşmaya çıktık. Ankara’da hala duruyor mu bilmiyorum ama o zamanlar E.T, Süpermen, Kedikız, Kramer Kramer’a Karşı gibi popüler Amerikan filmlerini gösteren Nergiz sinemasının önünde ”bana göre” Muzaffer dedem olan bir adam gördük. Ben, o kadar sevindim ki hemen ”dedeeeee, dedeeeee” diye koşup adama sarıldım. Bu arada Özgür’ün, ”dedeme” gereken alakayı göstermemesi dikkatimi çekti. Kardeşim Özgür, koluma asılmış, ”N’apıyosun ya, o dedem değil!” demişti. Nasıl olur? Bu uzun boy, geniş omuzlar, aynı büyük kulaklar, aynı geniş alın, aynı hal tavır!”. Özgür’ü daha da şaşırtan, adamın da benimle ”ah kızım nasılsın? Annen nasıl?” diye konuşmasıydı. Muhtemelen o da, ”N’oluyo lan burda? Bir yerde bilmediğimiz bir dedemiz mi var?” diye sorguluyordu içinden. Dede diye boynuna sarıldığım adam, dedemin amca çocuğu olan Bekir Amca’ydı ve benim gittiğim okulda çok sert tavırlı bir müdür yardımcısıydı! Bana okulun nasıl gittiğini sorduğu anda birden anladım kim olduğunu. Bekir Amca ile gayet resmi bir ilişkimiz vardı, yolun ortasında onu sıkı sıkı kucaklayıp öpünceye kadar! Özgür’ün eve gelir gelmez ”Deniz yolda bir adama dedeee diye sarıldı!” demesinden sonra, başıma gelen bu olay bütün aile sohbetlerinde yıllar yılı anlatıldı ve gülündü.
İşimi yaparken, önemli şahsiyetleri kafamda kayıtlara geçirmek için kırk kere kendime tekrarlarım. Şöyle mental notlarım vardır, ”ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Türkiye masasının başındaki adamın gözleri koyu mavi!”. Eğer başkaca bir özelliği yoksa bu kişinin, kahverengi lens takıp benimle konuşursa, kim olduğunu hatırlamayabilirim. En akıllıca yöntem, ”bende kartınız yoktu galiba. Bir kartınızı alabilir miyim” demek olur. Mesela Washington simalarından birini, iki ayrı önemli toplantıda çok yüksek sesle yellenmesi özelliğiyle kafama kaydettim. Yani kartını almama gerek yok! İnsanlık hali, herkesin başına gelebilir ama aynı kişinin başına iki kere gelmesi ihtimali ve her ikisinde de ”big bang” kadar kuvvetli ses çıkarılmasını nasıl açıklayacaksınız? Dünya sırlarla dolu.
Benim bir şanssızlığım veya şansım, etrafta sayıları epeyce az olan bayaa bayaa uzun boylu hatunlar grubuna girmemdir. Çünkü hemen herkes beni hatırlar. İlkokulda sınıf arkadaşım Tuğba, ”bahçede bizim sınıfı kolayca buluyorum, Deniz’in nerede olduğuna bakmak yetiyor” demişti. Bir de, hatırlamadığım için küsenler vardır. O kişiyi önemsemediğim için hatırlamıyorum diye düşünürler. Ankara’da yine bir gün otobüste genç bir kız, açıkça beni gördüğüne çok sevinerek yanıma geldi. Hiç hatırlamadım. Yüzümde soru işareti vardı. Çünkü 15 dakikalık bir sohbetin ardından, bu arkadaşı en son ilkokul üçüncü sınıfta aynı koroda yan yana şarkı söylerken gördüğüm ortaya çıkmıştı. Kendisi hatırlatıncaya kadar bilemedim. Feride! Halbuki çok gülmüştük birlikte! Benim kafamdaki Feride’nin saçları iki örgüydü, yüzünde makyaj yoktu ve hep aynı kırmızı kazağı giyiyordu. ”Çok değişmişsin Feride”. Feride belirgin biçimde onu hatırlamama kızmıştı. Bu olay üzerinde fazla düşünmedim, aradan bir hafta geçti. Aynı hat, aynı otobüs, Feride de aynı Feride ama saçlarını toplamış! Bana seslendi Feride, yüzüne onu hiç tanımadan baktım. ”Ben Feride!” diye hatırlattı. Ama bu kez gülüyordu. ”Tamam” dedi. ”Ben seni anladım”. Sanırım anladığı, benim onu tanımak istemediğimdi. Yol boyunca konuşmadı ve inerken de hoşçakal demeden indi gitti. O günden sonra bir daha karşılaştıysak da, ben bilmiyorum. Onu Feride’ye sormak lazım!
Bir gün eve gittiğimde annem, ”Tülay Teyzen aradı. Çok kırılmış sana!” dedi. ”Niye ya?” diye sordum. Rivayete göre, aynı kaldırımda karşı taraftan gelen Tülay Teyze’nin yüzüne bakmış, sonra selam vermeden başımı çevirmişim. Tülay Teyze, annemin iyi arkadaşı. Ailece görüşülen, sık sık gidilip gelinen sevdiğim bir insan. Hani ayırdedici özellikleri olmayan birisi de değil. Ama hangi nedendir bilmiyorum, tanımamışım. Neyse ki Tülay Teyze, böyle bir şey yapmadığıma ikna oldu da mesele büyümedi.
Bir kitap okudum. Adı, ”My Stroke of Insight: A brain scientists’s personal journey”. Yazarı, Jill Bolte Taylor. Kitap 2006 yılında basılmış ilk kez ama benim elime şimdi geçti. 37 yaşında, beyin alanında uzman, artistik hobileri olan yazar Jill, bir sabah başağrısıyla uyanıyor ve dört saat içinde, beyninin sol tarafındaki kilit bazı dosyaları kaybedeceği bir felç geçirdiği ortaya çıkıyor. Jill’in, bu sırada beyninde oluşan hasarın tamiri ve ”unuttuğu” dosyaları yerine geri koyması tam 8 yılını alıyor. Ancak Jill bunu, annesinin yardımıyla başarıyor ve bu muazzam kitabı yazacak kadar iyileşiyor. İnsan beyninin nasıl sırlarla dolu olduğunu, hem bilimsel hem de spiritüel açılardan anlamak isterseniz, bu kitabı okuyun derim. Felç geçiren birinin beyninde neler olduğu, felç geçirenlerin yakınlarının bu kişilere nasıl yardım edebileceği çok güzel anlatılıyor.
Kitapta, benim yüzleri nasıl kafama kayıt edemediğim konusunda ipuçları da buldum. Jill Taylor, herkesin beyninin, yaşadığı deneyimlere göre farklı bir şekilde geliştiğini anlatıyor. Çıkarımlarıma göre, ben kişileri ve yüzleri kayıt ederken, beynimin sağ tarafını kullanıyorum ve beynimde o anın fotoğrafını çekiyorum. Belli bir kişinin kırmızı kazaklı, kahverengi atkuyruklu olarak resmi çekilmişse kafamda, yeniden karşılaştığımızda bu veriler doğal olarak değişeceği, en basitinden kırmızı kazağın yerini beyaz bir gömlek alacağı için karışıklık çıkıyor! Buyrun bakalım. Neyse en azından öğrendim ki, yalnız değilim. Böyle olan bir çok insan varmış.Şimdi beni yolda görüp, ”Deniz naber ya” diye dalga geçmeye kalkanınız olursa çok fena olur. Prensip olarak, tanımadıklarımı tanımıyorum, ona göre.Ha bir de mesela, tanımadığım halde tanıdığımı zannettiğim kişiler var. Bunlardan biri, Mehtap’ın arkadaşı Emrah. Resimlerini gördüğüm bu arkadaşa, daha önce hiç tanışmamamıza rağmen, Washington’daki Türk festivalinde ”Merhaba naber” diye selam vermiştim. Neyse, bozuntuya vermedi, o da beni selamladı. Sonra, gayet ayıredici bıyıkları olan bu arkadaşı nereden tanıyorum diye derin düşüncelere daldım. Resimlerden tanıyordum! Ama o beni tanımıyordu.Şimdi benim gibi bir tanıdığınız varsa, bu kişiye nazik davranın, üzmeyin. Hatta bu kişi bensem, bir kahve ısmarlayın. Varsın olsun, bir kere daha tanışalım. Birbirimizi tanıdığımızı zannederken bile, ne kadar tanıyoruz ki zaten?