Bugün benim doğumgünüm. Aynı zamanda ”çalışan gazeteciler günü”. Çok anlamlı yani. Geçmişte doğumgünümde çalıştığım olmuştu. Hangi günde çalışmadığım oldu ki? Bir defasında sevgililer gününde, Virginia’da bir hapishanede, tek kişilik hücrede kalan bir mahkumla röportaj yapıyor, elektrikli sandalyenin fotoğrafını çekiyordum. Kendi kendime, ”ay ne güzel bir sevgililer günü, hapishanedeyim!” demiştim. Ama benden daha kötü durumda olanlar vardı etrafımda. Benim, birazdan otobüse binip evime dönme şansım vardı. ”Correction Center” (Düzeltme Merkezi!) dedikleri yerdeki mahkumlar orada kalacaklardı. Resmini çektiğim siyah bbir mahkum, ”bana da gönderir misin bu resmi?” demişti. ”Olur” demiştim. Sonra göndermedim. Bir türlü gönderemedim.İki önceki müdürüm, bana evleneceğim gün için bile izin vermemişti. Pınar gönüllü olup ”ben bakarım Deniz’in yerine” demeseydi, bilmiyorum ne olacaktı.Neyse bugün Cumartesi. Çok enteresan birşey olmazsa, çalışmam gerekmeyecek. Ben de Cumartesi doğmuşum. Biraz önce, saat geceyarısını geçti ve Cumartesi gününe girdik. Daniel’a, ”heeey şimdi benim doğumgünüm olduuu!” dedim. Hemen ayağa fırladı, el ele tutuştuk ve zıplaya zıplaya ”iyi ki doğduuun deeeniiizz” diye şarkı söyledik. Daha önce öğretmemiştim ona ama ben bir kere söyleyince hemen kaptı ne olduğunu ve o da öyle ”iii ki DOGDUM deeeeniiiiz” diye sonuna kadar götürdü. Artık düzeltmedim, ”doğdum değil doğdun diyeceksin!” diye. Hevesini kırmayayım.Daniel geçen gün, benimle beraber bir arkadaşın verdiği resepsiyona geldi. İş dışında çok fazla yakınlığım olmayan bir Türk kızcağız, ”neler biliyorsunuz Türkçe?” diye sordu. Ben Daniel’ın neler bildiğini çok iyi bildiğim için, yanaklarım aniden ateş gibi yanmaya başladı. Biliyorum ki artık ok yaydan çıkmıştı ve Daniel şimdi bir dizi küfrü basacaktı. Öyle de oldu. Kızcağız, şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hani ben o hep siyah ceket giyen, her daim sizli bizli konuşan, o efendi şahsiyet! O şahsiyetin hiç bilinmeyen başka bir yüzü aniden ortalığa dökülmüştü. Gülmekten başka bir şansım yoktu, öyle de yaptım.Ben aslında ”My Farm” fenomeni üzerine yazı yazacağım bugün. ”My Farm ne ola ki?” dediyseniz, bu yazının gerisi muhtemelen çok sıkıcı olacak söyleyeyim. Hayatıma önce bir güneş gibi doğan, mırıl mırıl meditasyon yastıkları üzerinde uyuyan kedimiz gibi içime huzur veren bu fenomenin nasıl bir kabusa dönüştüğünü ve arkasından yine nasıl düze çıktığımı anlatacağım. My Farm, Facebook denilen sosyal ortamdaki uygulamalardan biri. İlk kim bana bir ağaç gönderdi de bu işe bulaştım tam hatırlamıyorum. Önce zaten tarlayı nasıl ekiyoruz, ne oluyor, hasat nasıl alınacak, ağaçlardan meyva da toplanıyormuş, aa arkadaşların çiftliklerini de görebiliyormuşum diye bir meseleyi tanıma süreciyle başladım.İlk başta her şey çok güzeldi. Levent’ten, Ateş’ten gelen hediye ineklerde, ”Haymana taraflarındaki çiftliğime beklerim. Etinden sütünden de yararlanın” benzeri komik mesajlar bile vardı. Güzel güzel, makul büyüklükteki alanı, kare kare ekip biçmeye başladım. Çok sevimli bir şeydi. Herkes çiftliğini istediği gibi dizayn edebiliyordu. Hangi ürünün ne kadar zamanda kaç para getirdiği gibi detaylara daha dalmamıştım. Çiftliğimi çok güzel yapma arzusundaydım. ”Kahverengi atlar bu köşeye, siyah atlar bu köşeye, gri atlar öbür köşeye, inekler buraya, keçiler de buraya” diye gruplandırıyordum hayvanları. Hem de, sanal manal demeden, rahat rahat otlayabilecekleri alan bile bırakıyordum.İlk içime düşen sıkıntıyı hatırlıyorum. Levent’in kırmızı ahırı! Ben de kırmızı ahır istiyordum çiftliğimde. Çok güzel duracaktı o yeşilliklerin arasında. Nasıl elde edebileceğime baktım. Ekin biçtikçe belli bir para kazanıyorsunuz. Yani sanal bir para, gerçek değil. Sanal 50 bin dolarlık ekin ekip biçmeliydim. İçimdeki bu istek öyle büyüktü ki, hemen olay büyük bir proje haline geldi. Matematik dehası Daniel Bey’e, bir aylık süre içinde hangi tohumu ne kadar alana ekersem en çok para kazanacağımı hesaplattım. Ben de tabii matematikten anlarım ama ben meşgul bir kişiyim, öyle saatlerce kaç dönüm domates ekersem ayda kaç para kazanırım hesabıyla falan uğraşamam. (Sıkılırım da ondan) Bu çocuk oturdu, domates, mısır, pirinç, çilek, patates demedi, en çok kar getiren ürünü buldu. Üç dört gün içinde kırmızı ahırımı kondurmuştum.Doğu felsefesinde önemli bir not vardır. Her belanın başı ”desire” yani arzu, istektir diye. Maddi veya manevi şeylere, bu dünya veya öteki dünyaya dair duyduğun arzuyu kaldır, azıcık aşım, ağrısız başım durumuna geç. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Benim başımın belaya girmesi de, işte o misal, o kırmızı ahıra duyduğum derin istekle başladı. O ahır benim olmalıydı. Belki bu sanal bir çiftlik diye dalga geçeniniz olur ama hatırlatmak istiyorum, gerçek hayatta da aynı şekilde davranmıyor muyuz hepimiz? Bütün bir hayatını her gün makarna yiyip ev taksidi ödeyerek geçirdikten sonra, tam taksitler biterken ölüp gitmiyor muyuz? Ben öyle olamadım asla, orası ayrı.Bu bilgisayar oyunlarına kafayı takanları hiç anlamazdım. Biraz üşütük bir şey gibi gelirdi. Şimdi anlıyorum. Teşekkürler My Farm. Kırmızı ahırı alınca işimiz bitmedi. Başka arkadaşlarımız da merak sardılar bu uygulamaya. Herkes utangaç utangaç birbirine tavuktu, portakal ağacıydı, hindistan cevizi, muz, erik ağacıydı gönderip duruyor. Tarla belleniyor her sabah, domatesler ekiliyor, 24 saat sonra domatesler olgunlaşıyor, hasat zamanı geliveriyor. Onları toplayınca da para yapıyorsunuz. Birbirimize gönderdiğimiz ağaçlar elimizdeki alana sığmayacak gibi olduğunda, bu çiftlik alanını genişletme imkanınız da oluyor. Önce pek niyetim yoktu, benim alana ancak ek, biç yetişebiliyordum. Arkın çok iyi gidiyordu. En fazla parayı yapan oydu ve çiftliğindeki ağaçlardan meyvalar sarkıyor, her yerde atlar, inekler otluyordu. Arkın’a da biraz imrendim. Hatta, ”yahu Arkın şu Sea Garden (Deniz Bahçesi) denilen uygulamada da en başarılı kişiydi” diye içimden takdir ettim.Arkasından, bir gün benim liseden bir çocuk çıktı piyasaya. Hiç hatırlamıyorum kim olduğunu ne yalan söyleyeyim. Kafamda en ufak bir ipucu yok. Ama bir baktım, benim sınıf arkadaşlarımla buluşmalara gidiyor, hepsiyle de arkadaş. Çiftlik işlerine de bulaşmış. Her gün gelsin tavuklar, mango ağaçları, yararlı tavsiyeler falan filan. Böylece, aynı liseye aynı dönemde gitmiş olma dışında bir tanışıklığım olmayan bu çocukla çiftlik arkadaşlığımız kuruldu. Tabii ben bu arada çalışan bir kadınım. Ve işim de ayıptır söylemesi bazen çok ağır. Yeri gelir tuvalete gidemezsin. Vakit olmaz. Bir ayrıntı kaçırmaman, dikkatini toplaman gerekir. İşte o çalışma dönemlerinde, doğal olarak ben bu hediye ağaç gönderme olaylarını biraz savsakladım. Anında bir mesaj. ”Nerede bizim ağaçlar?”. İnsan biraz da bozuluyor. Hem bunun adı üzerinde: ”he-di-ye”. Yani gelirse teşekkür edersin, gelmezse başını eğip, ”eyvallah, sen de sağol” dersin. Sonra kendi kendime, ”demek çocuğun ağaca ihtiyacı var, hadi üşenmeyeyim, günlük birkaç ağaç göndermeyi ihmal etmeyeyim”. İşin içine başka lise arkadaşları da girdi. Biz böyle bir ağaç hediye göndermece, onları dikmece, meyva toplamaca, çiftliği büyütmece içine daldık.Programın yapımcıları çok uyanık, işini bilir kişiler olmalı. Sürekli yeni bir şey çıkıyor. Ahır bitti, odunları koymak için woodshed ortaya çıktı. Arkasından kümes. Arkasından taş ev. Şimdi önce dedim, ben bunları almaya kalkmayayım. Sonra bir baktım, arkadaşlar hep almış. Ühüüü bizim çocuk iki tane ahır almış, üç tane kümes almış, tavukları da renklerine göre sıralamış. Kazanılan para konusunda da alttan alta bir yarış gidiyor aslında. Biz üç kız iyi gidiyorken, çocuk çat diye öne geçti. Nasıl para yaptı, tam anlamadım. Ama düşünüp duruyorum. Bu arada Türkiye’ye gittim. Daniel’a, ekip biçme görevini, kime her gün ne hediye göndereceğini uzun uzun anlattım, yazdım. İyi insan olarak hemen ”olur” dedi. Yolculuk, bavulların kaybolması vesaire, üç gün sonra bir baktım, bizim çiftlikteki ürünler çürümüş! Dünyanın parasını kaybetmişim! Üstelik, geriye düşmüşüm! Şimdi ben bunu nasıl toparlayacağım! Daniel unutmuş. Ya da, üç gün ellemese birşey olmayacağını farzetmiş. Halbuki domatesin, 24 saatte bir hasadı alınıyor, yeni domates ekiyorsun.Sonra Özgür abim beni bilgisayar başında dizimi döverken görüp, ne haltlarla meşgul olduğumu sordu. Onun da hayatının kabusu başlamak üzereydi de haberi yoktu. Ben telefonda konuşurken, açık kalan bilgisayarın önüne oturuvermiş, ”abla ben ekeyim mi domateslerini sen konuşurken?” diye masum masum soruyordu. İşte öyle başladı o da. Bir saat içinde kendi çiftliğini açmış, kendisine bilmem kaç ayrı sahte hesap açıp bilmem kaç tane ağaç, keçi vesaire göndermişti. Arkasından aynı meseleye annem el attı. Üç ay önce bilgisayar kullanmaya başlayan annem, İngilizceyi bile söktü ve kendine muazzam bir sanal çiftlik açtı. İnsanın ne varsa yine annesinde var, bana hep ağaç gönderiyor, hiç ihmal etmiyor, sağol annecim. Özgür, bir kaç gün içinde, ”en çok parayı ben yapıcam, seni solda sıfır yapıcaaam!” diye konuşmaya başlayınca, My Farm’ın ne kadar kanımıza girdiğini iyice anladım. Biz küçükken, Özgür’ün boyu belime geliyordu. Hep sandalye tepesine çıkar, ”bir gün seni geçiceeeem!” diye bağırırdı. Bu çocuğu hep kandırmışlardır, ”Özgürcüm sen erkeksin. Erkekler daha uzun boylu olur. Sen Deniz’i o kadar geçeceksin ki, çok çok uzun boylu olacaksın”. Özgür hakikaten de uzun boylu oldu. Ama boyumuz tamı tamına denk. Ne bir santim uzun, ne bir santim kısa! İşte My Farm, muhtemelen bu açığı kapatmasına yardımcı olacak.Washington’a döndüğümde, çiftliğime kavuştuğuma memnundum. En şaşırdığım, bizim çiftlik arkadaşından aldığım mesajdı. Ona hediye göndermeyi kestiğim için bozulmuştu. Daniel ile yaptığım konuşmalardan, Türkçe’yi henüz sökememiş olan sevgili kocamın, listemdeki isimleri birbirine benzerlik dolayısıyla karıştırdığını ve bu konuyla hiçbir ilgili olmayan Alpay’a 20 milyon civarında her renkten at, keçi, inek, ağaç gönderdiğini çıkardım. Çiftlik işlerini umuruna alması beklenmeyen Alpaycım, tabii hiç bulaşmamıştı. Hatta, ”şekerim nedir bu gönderdiğin ağaçlar yav?” diye mesaj bile atmamıştı. Bu arada annem, çiftliği ekip biçme meselelerini günlük konuşmalarında etrafındaki insanlara anlatmaya başlamış ve annemin neden bahsettiğini bir türlü anlayamayan anneannemin kafasını epey bir karıştırmıştı.Önce sakindim. Çiftliğimi herzamanki gibi ekip biçtim. Fakat bu para olarak geriye düşme ve bizim arkadaşla aramızdaki sanal para farkının artması kafama takılıyordu. Kafamda soru işaretleri vardı. Nasıl oluyor da bu kadar ağacı vardı? Benim diğer lise arkadaşlarının da durumu farksızdı. Kendi kendime, ”yav benim arkadaşlarım o kadar umursamıyor demek ki bu çiftlik işlerini, kimse o kadar ağaç göndermekle uğraşmak istemiyor. Onların vefalı arkadaşları var demek, çok şanslılar” diyordum.Bir gece yarısı, çiftliğin tamamını ekip biçtim. Ertesi gün bizim arkadaştan bir mesaj vardı. ”Ha haa hırs yapmışsın” diye birşey. Sanki özel hayatı takip edilen birisi gibi hissettim ve hasadı toplar toplamaz, çiftlikte biriktirdiğim ne kadar hediye gelen ağaç, hayvan varsa sattım. Ekilip biçilen alanları da boşalttım. Sadece şekilli küçücük bir alana domates ektim. Sembolik bir şeydi. Kızlardan birine mesaj attım, ”bu çiftlik işlerinden biraz elimi eteğimi çekiyorum, anlayamadığım bir şekilde benim kötü hissetmeme neden oluyor” türünde bir e-mail attım.Sonra bir gazeteci titizliğiyle (!) olayın iç yüzünü ortaya çıkardım. Kaynaklarımı açıklayamam ama bizim çocuk, hırs yapmış ve aynı benim kardeşim gibi sahte isimlerle kendi kendiyle arkadaş olmuş, kendi kendine günde 50-60 ağaç, keçi göndermiş, para yapmıştı. Dahası da vardı. Paraca önde giden ben olduğum için, şöyle bir strateji izlemişti. Bizim kızlara da o sahte hesaplardan 50-60 ağaç, at vesaire gönderiyordu. Böylece yavaş yavaş geriye düşüyordum. Çünkü benim ağaçlar meşru kaynaklardan, gerçek arkadaşlardan ve ne zaman keyifleri olursa, kaç tane gönderirlerse geliyordu.Arkadaşın böyle bir strateji izlemesini önce kişisel aldım. Üzüldüm. Ama sonra, bu işe bulaşan hepimizin benzer şekilde bu oyuna yakalandığını kabul etmek zorunda kaldım. Kızamadım kimseye. Hepimiz insanız ne de olsa. Kırgınlığımı attım üzerimden. Ama bu olay üzerinde düşündüm.Sonra bir kitap okudum. Bana olur sık sık. Size de olur mu bilmem. Bir mesele vardır beni düşündüren. Bir kitap, bir dergi, gazeteden bir sayfa karşıma çıkıverir. Kafamdaki sorunun cevabıdır. Gelir beni bulur. İşin önemli kısmı, soruyu doğru bir şekilde, net bir biçimde sormuş olmaktır. Gittim bir kitap aldım. İçinde yazılanları özetle şöyle çevireceğim: ”unutma ki çok büyük saraylar inşa edebilirsin. Çok büyük emekler vererek. Ama her şey gibi o da bir gün toprağa düşecektir. Hiçbir şey, bu gerçeği görmene engel olacak kadar gözüne perde olmasın. Sarayın ne kadar büyük olursa, onu yıkmak isteyen güçler de o kadar büyük olacaktır”. O zaman anladım niye hayatımda her yaptığım, bir çeşit hedef haline geliyor. Çünkü ben birşey yaptığım zaman, kendime göre, en güzelini yapmaya çalışıyorum. Çoğumuz bunun için gayret göstermiyor muyuz? Bazen oluyor, bazen olmuyor o ayrı. Herşeyin sonlu olduğu bir dünyada bu saray inşa etme gayretimiz, kendimize sahte bir güvenlik duygusu yaratmak için mi acaba? Her şeyin bir gün toprağa düşeceğini unutmak için mi?Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim. En büyük derdiniz yine My Farm gibi olsun. Başka dert bilmeyin canım kardeşlerim.