''Yazarken önce başlığını atmalısın. Herşey orada başlar'' demişti bir yazar tanıdığım. Zaman içinde her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi olduğunu öğrendim. Önce başlıkla başlayamam. Haber veya düz yazı, her ne olursa olsun, yazı kendi kendini yazar. Baştan bir şeyi kurgulayıp yazmak, hiç bana uymaz. Ama bu kez yazıya başlıkla başladım. Bunu yaparken de kötü bir niyetim vardı. Başlıkta ''lohusalık günlerim'' yazsaydım şimdi, ben bile okumazdım. Hileyle bu noktaya kadar okumuş bulunuyorsunuz. Kandırdım! Ama işte, doğruculuğu elden bırakamıyoruz, bakın kandırdığımı da baştan söylüyorum.
Şebnem İşigüzel'in ''Neşeli Kadınlar Arasında'' adlı denemesini okudunuz mu? O zamanlar hiç böyle bir kitaba dönüp bakmazdım bile ama Washington'ı ziyarete gelen bir tanıdığımın hediyesiydi. Okumaya başlayınca da elimden bırakamamıştım. İşigüzel'in çok samimi anlatımı olan, iyi bir yazar olduğunu düşünmüştüm. Doğum yaptıktan sonra günlük hayatını açık bir dille yazıyor. Oradan aklımda kalan bir sahne, yazarın gece yarısı pencereden bakıp, kendisi dışında herkesin mışıl mışıl uyuduğunu düşünüp yalnız hissetmesiydi.
Anne olunca çok seviniyorsunuz. Belki herkese aynı olmuyordur bilmiyorum, bana öyle oldu. Sonra yavaş yavaş, başınıza ne geldiğini anlamaya başlıyorsunuz. Bilmiyorum hangi bir tarafından tutup anlatsam, nereden başlasam.
Güne, bebeğin ağlamasıyla başlanır. Acıkmıştır ufaklık. Bana kimse bu veletleri her iki, üç saatte bir gece gündüz beslemek gerektiğini söylememişti! Duysanız, sanırsınız ki günlerdir aç bırakmışız bu bebeği, öyle bir ağlama. Şimdi bir de şöyle oluyor. O üç saat uyuma süresinin en az bir saatini o mamayı yedirme, alt değiştirme, bebeği geyirtme ve arkasından da yeniden uyutmaya harcıyorsunuz ki bazen bir saat iyimser bir tahmin. Hadi diyelim bir saatte bu işleri süper hızla yaptınız, Allah da yardım etti, bebek uyudu. Tam iki saatiniz var kendinize ait! Al bozdur bozdur harca. Artık bulaşık mı yıkasam, faturaları mı yazıp postalasam, banyoyu mu temizlesem, biberonları mı sterile etsem, akşam yemeğini mi pişirsem, kusmuklu çişli boklu bebek çamaşırlarını mı yıkasam -ki bunları Dreft diye ayrı bir bebek deterjanıyla ve kendi çamaşırlarınızdan ayrıca yıkamanız gerekiyor- yoksa ''Allaam benim başıma neler geldi'' diye oturup halime mi yansam bilemiyorum. Ha tabii şunu da unutmamak lazım, bir insanın bazı ihtiyaçları var, uyumak, duş almak, yemek yemek gibi. Bütün bunları da bir yerlere sıkıştırmanız gerekiyor.
En büyüğü 6 yaşında olan iki çocuklu arkadaşım Ebru bana, ''6 senedir rahat bir uyku uyumadım'' dedi. Çocuklar çok sessiz olursa, ''ulan bunların nesi var da sesleri çıkmıyor'' diye düşünmekten uyuyamıyormuş. İki oğlu olan Lale, ''ben anneliğe 6 senede alıştım'' diye yazmış. Yani çocuğunuz olunca uykuyu unutun. Ben yine şanslıyım. Daniel, geçen haftalarda birgün çıldırmak üzere olduğumu farkettikten sonra, ''gece nöbetini ben devralayım, sen gündüzleri bak'' dedi. Ne güzel, yedi sekiz saat uyuma şansı veriyor bu bana diye düşünmüştüm. Ama gecenin dördünde, canınız ciğeriniz bebek yaklaşık birbuçuk saat boyunca vızık vızık ağlayınca hangi anne uyuyabilir? Bir de tabii Daniel'ı bayıltan sorularımı sıralıyorum: ''Ne kadar mama verdin? Fazla vermedin değil mi emin misin? Kaka yaptı mı? Kaç kere çiş yaptı? Geyirtmeyi unutmadın değil mi?''. Şimdi buraya birşey yazacağım, babalar kızmasın ama. Çocuklar, annenin çocuğu oluyormuş valla. Babalar biraz dışardan, biraz fasulyeden. İstediğiniz kadar ona buna katılın, yardım edin, eksküizmi ama çocuklar annenin. Dün Hande'den şöyle bir şey duydum. Burada babalar da kendilerini bebeklere yakın hissetsin diye hastanede gömleklerini, tişörtlerini çıkartıp bebekle ''skin contact'' yani ten teması yapmaya cesaretlendiriliyormuş. İşte, babaya doğumda bebeğin göbeğini falan kestiriyorlar ki babalar üzülmesin, ilerde ''oğlum ben de senin göbeğini kestim lan'' diyebilsin diye.
Babaların enteresan yaklaşımları oluyor. ''Bırakalım ağlasın, kötü alıştırmayalım her ağladığında kucağımıza alarak'' dedi mesela benim kocam. Ama yeni doğan bebeklerin bakımıyla ilgili 22 kitap, 45 forum, 56 broşür okuduğum için cevabım hazırdı. ''Ay Daniel öyle yaparsak çok yanlış olurmuş. Bizimki şimdi daha çok küçük, yeni doğdu. Anne karnındaki güvenli dünyadan dış dünyaya çıktı, büyük bir değişim yaşıyor. Herşey yeni, korkutucu. Kendini güvende hissetmesi lazım. Şimdi her ağladığında koşup kucağımıza almalıyız ki, annesi babası olarak bize güveni artsın. Başı sıkıştığında onun yardımına koşacağımız hissini alsın'' dedim. Annem burada olsaydı, o kitapların hiçbirini okumaz, yan gelir yatardım. O herşeyin zaten en iyisini bilir ve herşeyi yoluna koyardı. On parmağında on marifet var kadının. Ama işte, bu annelikten gelen birşey. Annelik öyle bir meslek ki, başka bütün mesleklerin tozunu attırır. Müthiş bir organizasyon kabiliyeti, kırk ayrıntıyı seksen adım önceden hesaplama, planlama, bir kolunun altına bebeği sıkıştırıp tencerede yemeğin soğanını kavurma, ne ararsan var. Bir de kimse size bu üstün yeteneklerinizden dolayı maaş ödemez. Çocuklar büyüyünce de çekip giderler. Alın işte ben on senedir Amerika'da yaşıyorum. Annem bağrına taş basıp bana, ''senin mutluluğun oradaysa, öyle olsun. Ben başka birşey istemiyorum'' diyor. Bir kere bile, ''çok özledim, yeter artık, ne zaman döneceksin?'' dememiştir, beni sıkboğaz etmemiştir.
Daha önce yazmıştım. Hamilelikle birlikte kadınlar beyin hücrelerinin bir kısmını kaybediyor. Hani ''anahtarlarım nerde benim?'' durumunun onla çarpılmış halini düşünün. Handeyle iki hamile olarak karşılıklı konuşmalarımızı bir teybe kaydetmeliydik. Konuşmalarımız şöyleydi; ''Ben ne diyordum ya? Bu konuya nereden geldik biz? Ne anlatacaktım? Neyse, onu boşverelim geçen gün bir dergi gördüm. Adı neydi ya derginin? ...Ne dergisi ben dergi mergi diye birşey demedim! Amaan neyse, onu bunu bırak da şimdi ne yesek acaba? Ben sana birşey söyleyecektim ama neydi?''.
Doğumdan hemen sonra, beyin kaybettiği hücreleri yeniliyormuş. Hakikaten de bütün vücudunuzla birlikte hayatınız büyük bir değişimden geçiyor. O yüzden lohusalık enteresan bir dönem. Yeni annenin yalnız bırakılmaması, fazla üzülmemesi, iyi bakılması gerekiyor. Bebeğe müthiş bir sevgi duyabildiğiniz gibi, hiçbir bağlantı hissetmeyenler de var. Bunlar, hormonlardaki iniş çıkışlarla bağlantılı oluyor. Bir tanıdığım, ''ben bu bebeği sevmiyorum'' demişti. Neyse, bir zaman sonra hormon dengeleri düzene oturdu ve bebekle arasında müthiş güzel bir bağ kuruldu. Forumlarda okuyorum, ''doğurduğunuz bebeği güzel bulmayabilirsiniz. Hayalinizdeki gibi bir bebek doğurmamış olabilirsiniz. Unutmayın, televizyonlarda yeni doğmuş diye gösterdikleri bebekler en az üç aylık. Elinize bu senin çocuğun diye küçücük birşey verdiklerinde şaşırmayın'' yönünde telkinler var. Sanal ortamdaki forumlar kadar iyi bir kaynak olamaz. Kimse kimseyi tanımıyor, ortak noktanız hamilelik veya yeni anne olmak. Yazın yazabildiğinizi, verin veriştirin. İşlere veya bebeğin bakımına hiç mi hiç destek olmayan kocanızdan tutun da, anneliği aslında sevmediğinize, bebeğinizin çirkin olduğunu düşünüp üzüldüğünüze, kaç saatte bir mama vermek gerektiğine, kariyerle bebek arasında nasıl bölündüğünüze kadar.
Reyhan bana çok güzel bir yazı gönderdi. Elif Şafak yazmış. Kadınların bu kariyer, evkadınlığı, annelik rollerini yürütmeye çalışırken nasıl bölündüğünü, işe gitse aklının evde kaldığını, evde oturup çocuklara baksa işi aklından çıkaramadığını anlatıyor yazar. Çok hoşuma gitti, altına imzamı atarım. Bir de yazıda şundan bahsediyor ki çok doğru. Hani bir yerde, ne yaparsak yapalım hepimiz evimizin kadını olmak üzere yetiştiriliyoruz. Biri evinize gelsin, mutfakta yıkanmamış bulaşıklar varsa, banyoda yerde saç kılları varsa, ev biraz dağınıksa, herkes bu durumdan kadını sorumlu görür. En başta da biz kendimizi sorumlu görürüz. Bir yandan bir işiniz olup çalıştığını, daha lohusalık atlattığınızı, hormonların inip inip çıktığını, bebekle ilgileneceğim diye uyku uyumadığınızı siz bile unutur üzülürsünüz. Çünkü hepsi sizin sorumluluğunuzdur. Şafak diyor ki, bir de kendimize verdiğimiz notlar çok kıt. Ev temizliğinden kendimize orta vermemiz gibi.
Hadi hamileydik, göbeklilik için özürümüz vardı. Yorgunluk ve uykusuzluktan epeyce bir kilo kaybetmeme rağmen, hala topluca bir kadınım. Bir de herşeyin üstüne bunun baskısı var. Magazinlerde okuyoruz, falanca filanca bilmemkim üç ayda doğum kilolarından nasıl kurtuldu diye. Bebeğe bakıcı tutabilen, özel antrenör eşliğinde spor yapan, diyet yemeklerinin evine sabah, öğle akşam dağıtımı yapılan hatunlardan bahsediyoruz. Babam da zayıflar öyle.
Bu arada ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü ve hatta devamını doğurma cesareti gösterebilen hatunlara bravo demek istiyorum, cesaretlerinden dolayı. Daha önce hiç seyretmediğim çok eğitici bir programa merak sardım televizyonda. ''Super nanny'' veya ''Süper Dadı''. İngiliz dadı Jo Jo, ülkesinin meşhur siyah taksisi içinde Amerika'da seyahat ediyor ve ona ihtiyacı olan Amerikalı anne babaları ziyaret edip bir süre evlerinde olup biteni gözleyip, ''canavar'' çocukların yarattığı problemlere çözümler buluyor. Bu programdan çıkardığım önemli bir ders varsa, baş belası diye görebileceğiniz türde çocukları yaratan aslında anne babaları. Ama Jo Jo, anne babaların durumla yüzleşmesine yardım ediyor. Kimi zaman evlilik danışmanlığını daha çok andıran faaliyetlerde bulunuyor. Bu programdan çok şey öğrendim. Umarım bizim oğlanı büyütürken işimize yarar. Çocuk yetiştirmek çok büyük bir proje. Üstelik de bir tanıdığımın yorumuyla ''verimsiz''. Yap yap yap, denize at. Ben, ''verimsiz'' yorumuna katılmıyorum ama duyunca komik gelmişti bu yorum, ondan yazdım.
Dün aylardan sonra ilk defa metroya bindim. Dupont Circle'a gittim. Yelda ile buluştum. Daniel iki saat bebekle ilgilendiği için böyle bir şansım oldu. Herkese Yelda gibi bir arkadaş lazım. Onun sakinliğini, verdiği huzuru, iyicil enerjisini hiçbir şeye değişmem. Ne kadar hoş bir şeymiş, sokağa çıkabilmek yeniden, bir arkadaşla buluşup yemek yemek, insanları, ışıklı caddeleri görmek. Metroda insanlara baktım çaktırmadan. Burası Amerika, öyle gözünüzü dikip bakamazsınız kimseye çok ayıp olur. Türkiye'de de ayıp oluyor ama dinleyen kim. Düşündüm ki, şu şişman siyah teyzenin, şu ayakta dikilen elini cebine sokmuş, düşünceli amcanın, şu yere oturup rock, paper, scissers oynayan üç ufaklığın, şu saçları geriye doğru sıkıca toplanıp at kuyruğu yapılmış, güzel giyimli gençkızın bir annesi var veya vardı. Bu insanlar da bebek oldular. Onları gözünün içine bakarak büyüten anne babaları oldu. Bir insan hiç kolay yetişmiyor. Metroda öyle ayakta dikilen insanların her birinin arkasında, uykusuz geceler geçiren anne babalar, akrabalar var. Hani diyorlar ya, ''bu dünyayı anneler yönetse keşke'' diye. Bir bebek doğurunca, bütün dünyayı doğurmuş gibi oluyor kadın. Herkesin ve herşeyin, varolan bir taşın bile kıymetini biliyor.Tabii bu yine de, sabahın beşinde avaz avaz ağlayan bebeği yatıştırmaya çalışırken size pek yardımcı olan bir düşünce değil! Daniel ile bazen gülerek durumu atlatmaya çalışıyoruz. ''Canavarı kim besleyecek?''. Çünkü o saatte uyku altın değerinde. Zaten yorgunsunuz. Veya bebek ağlıyor, bir türlü bir türlü uyumuyor ve biz gülerek, ''asshole! you little prick'' diyoruz. Bir yerde okumuştum, küfretmek çok yararlıymış insan psikolojisi için. Negatif enerjiyi atıyorsunuz. Ben kendi dilimde küfrediyorum genellikle. Amerikada olunca rahat rahat Türkçe küfrediyordum, fena alıştım. Gelecek yıl Türkiye'ye döndüğümüzde bakalım ne halt edeceğiz bu alışkanlığımızla.
Dün gece Daniel'ın tavsiyesini dinledim ve bebeğe bir beş on dakika kadar ağlamaya izin verdim. Bir mucize oldu. Gak dediği anda annesi koşup kucağına alınca, bebeği fena alıştırıyorsunuz. Ağlamaya izin verince, ağladı ağladı sustu! Saatlerdir uyumamakta direnen çocuk, beş dakika içinde uyuyuverdi. Ve başka bir mucize daha oldu, tam beşbuçuk saat aralıksız uyudu. Sabah uyandığında da mutlu bir bebekti ve birazcık uyuyabildiği için çok mutlu olan annesi onu kucağına aldı.
*Bok önemlidir veya boklu meseleler
Annemle aramızda günlük Transatlantik konuşmalar, mesajlaşmalar geçiyor:
Annem: ''Timuçin bugün kakasını yaptı mı?''Ben: ''Yaptı''.Annem: ''Ne renkti?''Ben: ''Sarı''Annem: ''Ha iyi''.Ben: ''Sana postayla örnek göndermemi ister misin?''Annem: -kısa bir sessizlik ve söyleneni duymazdan gelmenin ardından-...''Rahat yapabildi mi bari?''
Annem, anneanne oldu tabii. Torununa iyi bakıldığını garanti etmek istiyor. Şimdi duymayan kaldıysa, ki Anadolu Ajansı haber bile yaptı, ben geçen gün doğurdum. İki haftalık oldu oğlumuz Timuçin. Ya da Yelda'nın ona taktığı isimle Mr. T. Bugün benim çalışma masamın arkasındaki panoda, oğlumuzun ''poo chart'ı'' var. Yani saat kaçta ve ne şiddette sıçtığına dair bir çizelge tutuyoruz. Hatta Daniel, ''saat 8:22 Timuçin babasının üzerine işedi'' diye ayrıntılı not tutuyor. Hiç haberim yoktu boklu meselelerin bu kadar önemli olacağından. Bakmayın, komik olsun diye annemle konuşmamızı öyle yazdım ama, çok hassas mesele bebeğin number two'yu yaptı mı yapmadı mı meselesi. Valla gözyaşı döküyor insan. Küçücük bebek ağlıyor orada. Çaresiz hissediyorsunuz. Bilenler bana mesaj atsın, bebekte gaz ve kabızlık hikayesini çözmede başarılı yöntemlerle ilgili. Bekliyorum.
Doğurma ve çocuk sahibi olma meselesine eskiden beri bir önyargılı bakışım vardı. Zaten 38 yaşına gelinceye kadar doğurmadığıma bakarsanız anlarsınız. Son demlerimde birden bu işe kalkışıverdim. Bu fikrimi ilk defa bir doktor dostumuza açıp danışırken yanımda oturan İlke'nin, şaşkınlıkla ağzı açık bana bakakaldığını hatırlıyorum. İlke'nin şaşkınlığı haklı, çünkü hep tam tersine yönde bir avukatlık yapmışımdır. İlkeyle Taner'in düğününü kutladığımız o muazzam tatilde Ömer, Tolga ve Didemle yaptığımız bir akşam muhabbeti geliyor aklıma hep. Tolga bana, ''demek ki sende çocuk doğurma hissi uyandıracak adamla daha tanışmamışsın'' demişti. Ben de ''hadi be'' diye geçiştirmiştim. Velhasıl o sırada ben, Daniel ile tanışalı birkaç ay olmuştu. Takip eden sene ise gidip evlendik ve üç yıl sonra kucağımızda çocuğumuzla oturuyoruz. Tolga haklıymış!
Fikrimin değişmesinde tabii, Daniel'ın kendisi kadar, kızkardeşinin ve onun çocuklarının büyük katkısı var. Ben tanıştığımda biri 2 buçuk, diğeri de 5 yaşında olan oğlanlar. Çocuk deyince benim aklıma Tercan geliyor. Anneannemin eskiden oturduğu mahalledeki komşusunun oğluydu Tercan. Diyelim o 3-4 yaşlarında, ben de 12. Nasıl oluyorsa sokakta donsuz falan dolaşırdı. Öyle ufacık, karşıma dikilir, büyük adam gibi ''senin ebeni, sülaleni!!!'' diye bildiği bütün küfürleri, bağıra bağıra yüzüme sayardı. Mahalleli korkardı bebeden ya. Böyle olabilir mesela çocuğunuz. Ya da ''para ver lan banaaaa!!! Sakız alacaaaaaam'' diye ağlayıp yerlerde yuvarlanan bir çocuğunuz olabilir. Mesela Özgür abim, annemin hassas noktasını keşfettiği için, salondaki bütün koltukların minderlerini bir bir yere atmaya başlardı, istediğini almak için. Evin dağılmasına dayanamayan annem de, ne istiyorsa verirdi. Ah sen benim oğlum olacaktın Özgür abicim, o zaman bilirdim ben sana yapacağımı! Daniel'ın yeğenlerine bakıyorum. Benden daha efendi görünüyorlar. Kimse onlarla çocuk gibi konuşmuyor mesela. Yemin ediyorum ben daha deli veya çocuk görünüyorum. Çok çok Daniel amcaları onlara ''wee wee, pee pee'' gibi şeyler söylerse kıkırdıyorlar. Ben bunları sırtıma alıp, at olup bahçede koşturduğum ve elektrik süpürgesinin ucunu kılıç yapıp korsancılık oynadığım için biraz bozdum çocukları tabii. Jaspar hala telefonda annesiyle konuşurken arka planda yırtınıyor, ''ben konuşcam horsie (atçık) ileeeee!!!''.
İki hafta önce Daniel ile sabah beşte kalktık. 7 buçukta sezeryan olacağım. Bir gece önce nasıl dokunaklı konuşmuşum zavallı Daniel ile. ''Ben ölürsem bir planın var mı? -ki olabiliyor biliyorsun, iki sene önce bir kadın aynı hastanede sezeryandan 12 saat sonra ölmüş, mikrop kapmış, NBC'ye haber olmuş-'' dedim. Daniel bu işi bu kadar dramatize ettim diye hep bana kızıyordu ama sesini çıkarmıyordu. Hep sineye çekti biliyorum. ''Aa niye sezeryan oldun?'' diyen varsa, size tek bir lafım var, bakınız Tercan'ın bana söyledikleri küfürlere...Zaten nedir bu Amerikalı kadınlardan çektiklerim, hamile forumlarında kavga falan ettim, dedim ''I am so going to have a c-section!''. Diyorlar ki, sezeryan bencillikmiş, doğal yol daha iyiymiş falan falan. Sonra da altındaki yorumlarda okuyorsunuz, dördüncü derece yırtık olmuş normal doğumda, yok 19 ay acı çekmiş, ikinci çocukta aynı yerden yırtılmış, seks hayatı bitmiş vesaire vesaire. Ben almayayım çok teşekkürler. Almadım da zaten, valla da iyi yapmışım. Şimdi size başımdan geçenleri anlatayım.
Doktorumu çok seviyorum. Daniel ile birlikte özenle seçtik. Tanıştığımız ilk doktor, çok genç bir kızdı. Şimdi google var ya, sanki bana, ben bu kızdan daha fazla şey biliyormuşum gibi geldi, google'a öyle güveniyorum ki, utube'dan ''sezeryan ameliyatı nasıl yapılır?'' diye video bulup, onu bile öğrenebilirim diye düşünüyorum. -Tabii tabii- Neyse bu kızcağız bende güven hissi uyandırmadı. İkinci doktor, yine genç bir adamdı ve acelesi varmış gibiydi hep. Sorularımızı yanıtlıyorken sıkılıyor gibiydi. Sonra Dr. Andrew çıktı karşımıza. Sarı siyah kareli bir gömleği ve papyonu vardı, doktor kıyafetinin altından görünen. Şöyle saçı başı dökülmüş (kel) ve kulakların kenarında kalan saçlar da biraz beyazlamış bir doktor. Çıkışta Daniel'a, ''hah şöyle yaa, biraz saçı beyazlamış bir doktor istiyorum ben karşımda!'' demiştim. Diğerlerinin katı görünüşüne rağmen bizim doktor, Daniel'ın esprilerini kaldırabilen, bizimle birlikte gülen bir adam çıktı. Ama sezeryanın yapılacağı gün doktor bir türlü gelmek bilmedi hastaneye. Sonunda hemşireler telefon ettiler ve doktorun, işlemin iki saat sonra yapılacağını zannettiği ortaya çıktı. Neyse ki evi yakın olan doktor, on dakika içinde hastanedeydi. Ben son görüşmemizde, ''haftasonunda iyi dinlen!'' diye arkasından bağırmıştım. Böyle apar topar hastaneye gelince, ''sabah kahveni içtin mi, kendini nasıl hissediyorsun?'' diye sorular sordum. Güldü doktor, kendisini iyi hissediyordu, ameliyata hazırdı.
Epidurali yapan diğer doktora, bana ayrıca sakinleştirici birşey verip veremeyeceğini sordum. Aslında çok sakindim, kendimi iyi hissediyordum ama nedense ameliyat masasında kafayı üşüteceğim, çok duygusallaşıp ağlayacağım zannediyordum. Doktor sabırla, ''sakinleştirici birşey veremeyiz, o zaman o sakinleştirici bebeğe de gider ve onu uyutursak doğduğunda ağlamayacak. Biz de iyi olup olmadığını bilemeyeceğiz. Merak etme iyi olacaksın'' dedi. Yeni usul, sezeryan sırasında anne uyanık. Sadece göğüsten aşağısını hissetmiyorsunuz, epidural denilen mucize iğne sayesinde. Doktor, sezeryan sırasında seninle sohbet edeceğiz falan dedi bana. Daniel'a göre hastane kıyafeti bulamadılar. Daniel da yanımda olacak elimi tutacak. Ama o da hiçbir şey görmek istemiyor. Benim göğüs hizama mavi bir perde koyuyorlar. Amerika'da gelenek, babalar bebeğin göbeğini kesiyor. İşte hesapta onlar da katılsın, bir payları olsun doğumda diye. Daniel, ''Doktor sensin, sen kes göbeğini, ne yapacağını bilen sensin'' dedi. Babalar da ameliyathaneye giriyor ve annenin elini tutuyor. Anne, Leonardo Da Vinci'nin ''vitruvian man'' resmindeki gibi kollar iki yana açık yatırılıyor ve hatta eller masaya bağlanıyor. Bana, ''senin elini bağlamayacağız ama o elleri, karnının civarında görmeyelim'' dediler. Ne işim olacak, iç organlarıma dokunup ne yapayım yani? Epidurale herkes korkunç birşey dedi, ben hiç hissetmedim. Çok hafif bir iğne batma hissi, o kadar. Hande, ''belki sen hissetmemişsindir Denizcim'' deyince, ''bi dakka sen bana (sen ayı gibisin de ondan hissetmemişsindir) mi demek istiyorsun?'' diye hesap bile sordum. haha. Bu yazı tabii, kırkikinci kere Timuçin'in uyanması ve altının değiştirilmesi, beslenmesi, kucakta tutulması vesileleriyle bölündü ama ne yapalım. Gidip gelip yazıyoruz, kafa karışıklığını affedin, olduğu kadarıyla.
Neyse efendim, vitruvian man hesabı yatmışız. Bir baktım, odaya ekstra bir doktor daha girdi. Bu arada benim belden aşağım açıkta, yüzümde perde. Odada kıyamet gibi insanlar. Hah dedim, bir kişi daha eksikti, sen de geldin, tamam olduk. Birden sol elimi tuttu doktor! Yok artık dedim, bir döndüm, doktor zannettiğim adam Daniel! O endamda hastane kıyafeti bulamamışlar ama doktorlar için daha büyük kıyafetler varmış, o yüzden doktor kıyafetiyle Daniel yanımda, elimi de tutuyor. Maske, gözlük falan, biraz da fazla adrenalin, kendi kocamı tanımadım. (Bakınız hafıza-i fotoğraf-ül elbülbül yazısı) Çok süper bir hemşire vardı ameliyatta. Her iyi insanın adı Tracy mi olur bu ülkede? Hemşire Tracy, buzdolabı gibi ameliyathanede dişlerim birbirine vura vura masada yatarken, iki tane ısıtılmış battaniyeyi kafamın, omuzlarımın etrafına sardı, üşümeyeyim diye. Allah razı olsun. Kadın, epidural olurken de resmen bana sarıldı, teskin etti. Belki ondan anlamadım acısını falan. Yalnız Tracy, ''doktor şimdi incision'a (kesme işlemi) başlayacak'' deyince, ''I don't wanna know, I don't wanna know!!!'' (Bilmek istemiyorum, bilmek istemiyorum!!!) diye bağırıverdim. Tracy hemen, ''ay siz nerelisiniz, ne iş yapıyorsunuz, ay ne kadar enteresan, demek Türksün. Benim babam da Türkiye'de görev yapmıştı, ben biraz Türkçe bilirim'' diye başladı beni oyalamaya. Ben cevap yetiştirmeye çalışırken, bebeği çıkardılar bile. Türkçe bilen Amerikalı Tracy hemşireden bir ''Maaşallah!!!'' lafı işittim. Doktor ve hemşirelerle, ''bana bakın bebek karışmasın haa, NBA'e adam yetiştiriyoruz, valla burayı dağıtırım'' türünden şakalaşmıştık. Bana, ''Deniz hiç merak etme, bu bebek hiç başka bebekle karışmaz!'' dediler. Çünkü bizim Timuçin, Tracy'nin dediği gibi Maaşallah 4 kg. 200 gr doğdu. Yanaklar tombik tombik. Sanırsın üç aylık. Annesiyle babasına çekmiş tabii.
Öylece bakakalıyorsunuz. Şimdi yani, şu yanımdaki masada hemşirelerin, üzerindeki beyaz yapışkan nesneyi temizlediği, gözüne kremler sürdüğü bu akpak bebek benim içimden mi çıktı? Bu bir mucize! Bu, yaşamadan, hissetmeden anlatılabilir birşey değil. Yani ben gidip kıymalı makarnalar, Fettucini Alfredolar, tiramisu yedim, o yediklerim bu oğlanın eti, kanı, canı oldu öyle mi? Bir küçücük tohumdan. Geçen yıl balkonda domates yetiştirdiğimizde de böyle hissetmiştim. :) Domatesleri yemeye kıyamamıştık bir süre Daniel ile. Diyorum ya, mucize.
Kıymetli arkadaşlarıma da verdikleri her türlü destek için bir kez daha teşekkür ediyorum. Hepinizi çok seviyorum.
Ben de sonunda, ''o kadar da gizli olmayan bir gizli klübün'' üyesi oluyorum. Daha önce hiç bilmediğiniz bir alana ayak basarsınız ya, hani ayağınızın altından halıyı çekiyorlarmış gibi. ''Ulan ne halt yiyeceğim burada?'' dersiniz. İşte hamilelikle başlayan ve birkaç gün içinde hayırlısıyla ayak basacağım annelik böyle birşey galiba. Geçenlerde Reyhan'ın tespit ettiği ve benimle paylaştığı gibi, bu alanda müthiş bir kadın dayanışması, sevgi alışverişi sözkonusu.
Sayın Başbakan, Washington'a çeşitli gelişlerinde bana sormuştur: ''Ne oldu bebeği büyüttün mü?''. Ben de her seferinde, ''Efendim, bizde bebek yoktu'' demişimdir. O da, ''Aa? Yok muydu yaa?'' diye yanıt vermiştir. Aynı sahne, yıllar içinde birkaç kez tekrarlandı. Taa o zamanlardan bende bir potansiyel olduğunu görmüş olmalı kendisi. Bir dahaki gelişinde denk düşerse artık, ''Evet büyütüyorum'' diyebileceğim. Ama bu kez de, ''Üç taneye tamamla, daha geç olmadan!'' sözlerini duymaktan endişe ediyorum.
Burada geçirdiğim on yılda tanık olduğum kadarıyla, Washingtonlular'ın coşkulu, arkadaşça bir günlük selamı vardır, ama çoğunlukla arkası boştur. ''Gel bir kahve içelim'' dersiniz, bin dereden su getirilir. Kahve içmeye layık olduğunuzu kanıtlamanızı isterler. En başta ne iş yaptığınız önemlidir. Arkasından, arkadaşlarınızın kim olduğu, arkasından nerede oturduğunuz, hangi marka araba kullandığınız vs. gelir. Karşınızdakinin çıkarları çerçevesinde işe yaramayacak birisiyseniz, hemen başınızın üstünden uzaklara bakıldığını farkedersiniz. ''Acaba civarda konuşmaya değecek başka birileri var mı, bu karşımdakinden hemen kurtulmalıyım'' arayışıdır bu.
Şimdi böyle bir ortamda, hayli şişmiş hamile karnımla etrafta dolaşırken, nasıl nasıl nasıl bir sevgi ve ilgi görüyorum anlatamam. Kadın, erkek, çoluk çocuk, tanıdık, tanımadık demeden. Hande'ye de söyledim, iki üç gün içinde doğuracağım da, ondan sonra karnıma yastık bağlayıp dolaşmak istiyorum. Aksi takdirde bu sevgi ve ilgi bitiverecek şak diye. Yirmi metre ötedeki arabaların hemen yol vermesinden tutun da, sevgi dolu gülümsemelere, kolumdan tutup kız mı oğlan mı diye tahmin etmelere, yararlı tavsiyeler vermelere kadar.
Geçen hafta doktorun ofisine grip aşısı olmaya gitmem gerekti, telefon edip aşının geldiğini haber verdiler. Kaplumbağa gibi ağır yürüyorum. Birden yağmur başlamasın mı? Bir baktım, bizim mahallenin bakkalı, Etiyopyalı beş çocuk doğurmuş canım teyzem Teni atladı dükkandan, arabasının kapısını açtı ve ''nereye gidiyorsan götüreyim seni'' dedi. Hani bunlar bizim ülkede sık gördüğümüz şeyler de, ben bu kentte karda kayıp kolunu kıran yaşlı teyzenin yanından hızla kaçıveren, sorumluluk almak istemeyen insanlarla karşılaştığım için, en küçük bir iyilik gördüğümde gözüm yaşla doluyor. Benim Iowalı (Ayovalı diye okunacak) arkadaşım Krissy'ye sorarsanız, Amerika'nın kalbi denilecek orta kesimlerinde durum Washington gibi değilmiş. Washington kendine özgü bir yer. Şöyle örnek vereyim. Birkaç yıl önce Yabancı Basın Merkezi'ne gidiyorduk bir meslektaşımla. Binaya girince, asansörün gelmek üzere olduğunu gördük, bir toplantıya yetişecektik ve daha önceden de tanıdığımız, muhtemelen aynı toplantıya gitmekte olan Japon gazeteci -ki Japonlar da kibarlıklarıyla bilinirler ama Washington insanları değiştirebiliyor-, asansöre atladığı gibi, kapının çabuk kapanması için düğmeye basıverdi. Ben ve arkadaşım ''ay lütfen kapıyı tutar mısınız'' diye bağırdığımız halde. Elimi kapanmadan araya sıkıştırdığım ve açmayı başardığım asansör kapısında, Japon gazeteci halen kapıyı kapat düğmesine üst üste basıyordu. Arkadaşım ve ben, ''we made it!'' (Yetiştik) diye coşkulu bir şekilde gülüşürken, Japon gazeteci suratını asıp başını eğmiş, yere bakıyordu.Hal buyken, alıştığım günlük davranış biçimi buna benzerken, şimdi gördüğüm ilgi ve sevgiden şımarmış durumdayım. O yüzden, karnıma yastık bağlayıp dolaşma hakikaten gerçekçi bir opsiyon olabilir.
Göbekli olmak çok enteresan bir duyguymuş. Mesela ayakkabınızı bağlayamıyorsunuz diyecektim ama ne ayakkabısı? Ayakkabı giymeyeli aylar oldu. Parmaktan geçmeli bir terlik aldım kendime, iki numara büyük! Alırken farketmedim. Onu giydim bütün yaz. Şimdi şimdi, hamileliğin sonuna geldik diye mi nedir bilmiyorum, ayağımın şişi iner gibi oldu da, ne kadar büyük bir terlik aldığımı görüyorum. Pediküre gitmek bir zorunluluk. Bu göbekle, ayaklarıma yetişmemin imkanı yok. Bu hafta düştüm yola, gittim Nam'ın nail salonuna. Nam'dan galiba ilk blog yazımda bahsetmiştim. Bu sefer Nam yoktu. Çat kapı, herzaman yaptığım gibi, randevusuz. Ama gönlüm Tracy'de. Tracy, uzun uzun ayaklarıma, ellerime masaj yapıyor. Oradan çıktığımda yepyeni bir insan oluyorum. Bunu bildiğim için, gözlerim korkuyla Tracy'yi aradı, acaba boş muydu o sırada diye.
Tracy bir köşede oturuyordu. Fakat kader bu ya, Zenni kolumdan tuttu beni ve pedikür koltuklarından birine de doğru yöneltti. İngilizceleri hiçbirinin pek iyi değil. Hepsi Vietnamlı çalışanların. Galiba Amerika'daki bütün pedikürcüler Vietnamlı. Bu işin bir mafyası olmalı. Zenni'ye, ''ben Tracy'yi istiyorum'' dedim. Hamilelikten şımarmışım tabii, bir dediğim iki edilmiyor ya. Zenni, ''bir dahaki sefere önceden telefonla ararsın. Burasının kuralları var. Şimdi ben yapacağım pedikürü sana'' demesin mi! Hayır bir de kolumu tutmuş sıkıyor, neredeyse itiyor beni koltuğa doğru. Kolumu kurtardım ve kararlılıkla tekrarladım, ''ben Tracy'yi istiyorum''. Tracy, kaşlarını korkuyla büzmüş bir bana bir Zenni'ye bakıyor. Dükkandaki üçüncü bir çalışan, Tracy ve Zenni Vietnamca bir kavgaya tutuşuyorlar. Kenara çekiliyorum, bir bardak su dolduruyorum kendime ve kavga yatışıncaya kadar suyumu yudumlayıp bir sandalyede oturuyorum. Lee geliyor ve ''kimi istiyorsun'' diye soruyor. Ben de, ''Tracy'' diyorum. Hatta, ''Tracy olmazsa şimdi buradan gidiyorum'' diye blöf bile yapıyorum. Neyse istediğime ulaşıyorum ve Tracy ile ben baş başayız. Oh oh kremler, dizimden ayaklarıma uzun uzun masaj. Zenni çıldırıyor. Vietnamca bağırıp çağırıyor, içerki odaya gidiyor. Oradan bile duyuyoruz bağırmasını. Tracy ve Lee artık elleriyle ağızlarını kapatıp gülüyorlar bu duruma. Kimbilir ne küfürler yiyorum. Hatta Zenni, çantasını kapıp bir dolaşmaya çıkıyor. Sonra Tracy ve Lee'den, Nam yokken Zenni'nin nasıl kendisini patron ilan ettiğini ve herşeye karıştığını duyuyorum. Bu yüzden iş bile kaybediyorlar. Herkes Tracy'yi istiyor. Her gelen, Tracy'yi soruyor. Doğal olarak. İşini iyi yapmanın bedeli bu. Tracy ayağıma masaj yaparken, artık gözlerimi bile kapatıyorum. Uyudum uyuyacağım. Müthiş rahatlamışım. İçim minnettarlık hissiyle dolmuş. Zenni'nin adını, o yokken sorup öğreniyorum. Sonra Tracy ve Lee'ye diyorum ki, ''adını öğrenmeliyim ki bir dahaki sefere randevu alırsam, Zenni dışında kim olursa olur diye talep edeceğim''. Tracy ve Lee kıkır kıkır gülüyorlar.
Dükkana, Baby Björn denilen, küçük bebekleri göğüste taşımaya yardım eden taşıyıcılarla iki tane anne geliyor. Başka müşteriler de var. Ama bana bakıp, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde gülümsüyorlar, başlarını eğip selam veriyorlar. İşte tam o sırada, daha önce hiç bir fikrim olmayan bu annelik gizli klübüne artık benim de dahil olduğumu iyiden iyiye kavrıyorum. İyi ki Daniel ile tanıştım ve iyi ki bana çocuk sahibi olma düşüncesini verdi ve iyi ki böyle birşey oluyor. Bunu ben söylüyorum yani siz düşünün. İki sene boyunca Daniel'a, ''herkesin çocuk sahibi olması gerekmiyor. Biz de seyahat ederiz'' benzeri nutuklar atan ve ikna eden ben. Arkadaşlarıyla, ''Çocuk doğurmak banal birşey. Ben böyle birşeyle uğraşamam, uğraşmak istemem'' diyen ben. Dokuz ay boyunca beyin hücreleri yenileniyormuş hamile kadınların demiştim. Valla başka biri oluyormuş insan. Bencillikten sıyrılıyorsunuz.
Geçen haftasonu can dostumun baby showerında da tanık olduğum birşey bu. Bir sürü çoluk çocuk etrafta koşturuyor. Hayatım boyunca böyle şeylerden kaçınmışımdır. Hiç gelemem. Nasıl mutlu mutlu oturdum, çocukları keyifle seyrettim, bana hiç gürültülü falan gelmedi. Yelda çıkınca dayanamayıp sordu, ''sana hayret ettim. Deniz ne zaman patlayacak diye baktım. Ama hiç tepki vermedin. Hiç rahatsız olmuşa benzemiyordun'' dedi. Aynı baby shower'a katılan ve kanepede yanımda oturan Gül'ün de orada söylediği birşey vardı. Küçük kızı kırkıncı kez kanepenin tepesine çıkıp oradan bir salvoyla kendisini Gül'ün başından aşağı atarken çocuğu başarıyla yakalayan Gül, bir yandan da bize ''başka bir boyuta geçiyorsunuz. Çocuk tepenize yapsa da, (ah canım benim ne şeker şeysin sen, dünyada senin kadar güzel birşey olamaz) diye düşünüyorsunuz'' deyiverdi. Bunu benim daha önce anlamama imkan yoktu. Şimdi karnımın içinde dalga dalga oynayan ve varlığını belli eden bu canlıya bakarken, Daniel'ın ''Deniz galiba canlı canlı bir tavşanı yutmuşsun sen, karnının içinde birşey oynuyor'' gibi esprilerini dinlerken, hayatın ne kadar mucizevi birşey olduğuna her an ve her an, yeniden ve yeniden şaşırıp duruyorum.
Kendini sevemeyen, sevgi almadığı için vermesini de bilmeyen insanlar yıkıcı olur diye okumuştum. Kendini ve etrafını sevebilenler ise, bu sevginin sınırlarını genişletme, paylaşma eğiliminde olurmuş. Galiba hamilelerin sokaktaki yabancılardan bile gördüğü ilgi ve sevginin temelinde bu var. Hayatı, hayatın devamlılığını koruma ve kollama güdüsü. Herkese bir sevinç veriyor yeni bir canlının dünyaya gelecek olması. Umut veriyor.
İki günde bir telefon ve e-mail ile ''hala doğurmadın mı yaa'' diye sabırsızlıkla soran dostlarıma duyururum. Hala doğurmadım! Aaaaa...Haber vericez herhalde.
Geçen gün Cihanla konuşmamız beni ağlattı. ''Ne kadar şanslı bir çocuğun var. Senin gibi hep gülen, mutlu bir annesi olacak'' dedi Cihan bana. Son yıllarda daha güzel birşey duyduğumu hatırlamıyorum. Herkese sevgilerimle.
''Joy Division'' adlı İngiliz punk-rock grubunu bilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı'nda bir Nazi toplama kampı genelevinden alıyor adını. Solisti Ian Curtis'in 23 yaşında intihar etmesinden sonra grup üyeleri ''New Order'' adıyla devam etmiş ve Joy Division'dan bile daha büyük ün yapmıştır. Zaman zaman arkadaşlarımdan, The Clash ve New Order gibi grupları hala büyük bir keyifle dinliyorum diye, 1980'lerde kaldığım, bu müziklerin eskidiği yönünde şeyler duysam da hiç aldırmıyorum. Long Live Punk Rock and Post Punk Music!
Dün gece Ian Curtis'in acılı bir hayat geçiren eşi Debbie'nin yazdığı otobiyografiye dayanarak çevrilen ''Control'' adlı 2007 yapımı ve Cannes Film festivalinde ödül almış olan filmi izledim. Siyah beyaz çevrilen bu film, çok kara, ağır. Bir insanın kalbindeki, ruhundaki fırtınaları nasıl anlatırsınız? Hayattaki problemlerle head-on (bodoslamasına mı diyelim) başa çıkmak yerine, iyice problemlerin içine gömülen bir yaklaşımı seçiyor Curtis ve sonunda içinden çıkamayacağı bir hal aldığına inandığı hayatını terk ediyor.
''İntihar bencilce birşeydir'' diye okumuştum bir yerlerde. İçinde, geride kalanlardan intikam arzusunu barındırdığı için. Sonuçta ölen, dünyanın acılarından kurtulur. Geride kalanlar ise, ömürleri boyunca bu acıyı taşımak zorundadır. Belki suçlayan bir parmak doğrultulmuştur kendilerine. ''Sen böyle biri olmasaydın...Bana bunları yapmasaydın...Senin yüzünden!''. Curtis de, karısı ve sevgilisi arasında kalmış bir adam. Karısına verdiği, ''seni ömrüm boyunca seveceğim'' sözünün altında ezilen, küçük bebeklerinin suratına baktıkça suçluluk duygusu ağırlaşan, söylediği yalanların içinde boğulan. Bir türlü, karısı ve sevgilisi arasında seçim yapamayan. İlk intihar denemesinde karısına bıraktığı kısa notta Curtis, ''ben gidiyorum. Artık kavga etmenize gerek yok. Annik'e (sevgilisi) sevgilerimi iletirsin'' diyor. Kimseyi de yargılamak mümkün değil.
Osho'nun şu meyanda sözlerini okumuştum. Çok doğru geliyor. Hayattaki problemleri çözemezsiniz diyor Osho. Bu problemler bitmez. Onlara yukarıdan bakabilirsiniz. Uzaktan. Sadece, problemlerle sizin aranıza zaman girer. Mesela ortaokulda, lisede yaşadığınız problemler, onlarla karşılaştığınız sırada size korkunç geliyordu. Bunalımın, hatta belki intiharın eşiğine bile gelmiş olabilirsiniz. Bugün geri dönüp baktığınızda kahkahalarla güleceğiniz problemleriniz! Mesele, problemleri çok fazla kişiselleştirmekte, büyük resmi görememekte belki. Eninde sonunda, en büyük acılar da, en büyük mutluluklar da, zamanın tek yönlü ilerleyen okuyla hep geride kalıyor. Hepsi geçiyor. Bir tek bu an var elimizde.
Sıklıkla, genç yaşında intihar eden Jeremy'yi düşünüyorum. Hep 16 yaşında kalacak bir çocuk-adam. ''Kız meselesi'' yüzünden. Yirmi yıl sonra bile, en yakın arkadaşının rüyalarının kahramanı olmayı sürdüren. O adımı atmasaydı Jeremy, bugün bizimle sofrada oturup barbeküden keyif alıyor olabilirdi. O günlere de gülerek bakılırdı. Otelden check-out yapar gibi, hayattan check-out yapmak. Kafamızda yarattığımız düşüncelerin, inançların altında ezildiğimiz için hayat bu kadar zor geliyor belki. Çoğunlukla problemler, gerçek problemler değil. Endişeler, korkularımızla bizim beslediğimiz problemler var daha çok. Bunlar gölge sorunlar.
Bir kitap okuyorum. ''Waking up to What you do...A Zen Practice for Meeting Every Situation with Intelligence and Compassion''. Yazarı Diane Eshin Rizetto. Hayatta karşımıza çıkan durumlara zeka ve şefkatle çözüm bulmaya ilişkin Zen uygulamaları diyelim. Yazar çok basit bir günlük meselesinden bahsediyor. Kocası da kendisi de yazar. Vakitlerini yazmaya ayırıyorlar. Sıklıkla da sabah kahvesi sırasında mutfakta musluk başında sohbet ettikleri zaman, yazarın en hoşuna giden zamanlardan biri. Birbirlerine çalışmalarını anlatıyorlar. Ancak yazar, birşeyler atıştırıp da kirli tabakları musluğun içine bırakan kocasına yavaş yavaş kızmaya başlıyor. Buradan senaryolar ve problemin ilk tohumu da ortaya çıkıyor. ''Demek ki benim zamanımın, onunki kadar kıymetli olduğunu düşünmüyor'' diyor yazar kocası için. Veya, ''Kadın olduğum için, bu tabakları yıkamanın benim görevim olduğunu varsayıyor'' diyor. Kocasının bu durumdan haberi bile yok. Çok çok, düşüncesizlik, aklı havadalık. Bu düşünce balonları büyüyor büyüyor ve birgün yazar, kocasının bir sorusunu yanıtsız bırakıp, kapıyı çarpıp çıkıp gidiyor. Şimdi adamcağız oturup düşünsün de bulsun bakalım, acaba ne oldu? Yıkanmamış iki tabağın yaptığına bakın siz.
Genellikle yaptığımız, yazarın yaptığına benzer. Herkesin kafasındakileri sanki çok iyi biliyoruz. Neyin neden yapıldığına ilişkin tahminler yürütüp sonuçlara varıyoruz ve hatta buradan kaynaklanan bir eyleme geçiveriyoruz ki kendimizi istemediğimiz bir yerde bulabiliyoruz. O sırada olandan daha fazlasını üretmeden, olanı olduğu gibi görmeye ilişkin yazarın sözleri beni etkiledi. Hatta şuna benzer bir örnek veriyor yazar: ''Şimdi mutfakta kahve hazırlayan kocamın çıkardığı sesleri dinliyorum. Uzakta bir kuş ötüyor. Açık pencereden odama rüzgar doluyor...''. Hayat aslında bu kadar basit işte. Sadece olanı görmek, senaryo yazmadan, çarpıtmadan. Hem kendimiz, hem de başkalarının nasıl olması gerektiği, nasıl davranması gerektiği konusundaki fikirlerimiz, ideallerimiz bizi sıkıştırıyor. Kendimizi veya birbirimizi bir ''hata prizmasından'' görme saplantısı içine düşebiliyoruz.
Bugün ben, New Order dinleyeceğim. Ian Curtis'in ve Jeremy'nin ruhu huzura kavuşsun diye dua da edeceğim. Ve Allah hepimize akıl fikir versin de, başımıza gelenleri büyüteçle görmekten vazgeçelim diyeceğim bir kez daha.
Son haddindeki hamilelik hormonlarının etkisi altında yazılmış bir yazıBu yazıyı şimdi, ne zor koşullarda yazıyorum bir bilseniz sevgili okurcularım. Sizin için (onbeş midir sayınız yirmi midir bilemiycem sayı mühim değil, önemli olan kalite) her sıkıntıya katlanırım. Yataktayım, ha doğurdum doğuracağım. Bir baktım, bir aydan fazla olmuş son yazıyı yazalı. Bebek geldikten sonra kimbilir bir daha ne zaman fırsat bulur da yazarım dedim, iki satır karalıyorum. (Bilgisayarda karalama da oluyor muymuş?)
Halbuki ne konular birikti, ne haberler var. Her gün aklımda ne yazılar yazıyorum. Masanın başına oturmaya kalkınca, az bir süre bile otursam, bir bakıyorum ayaklarım şişmiş, başım dönüyor, kalp atışlarım hızlanıyor, hemen yatıp uzanma ihtiyacındayım. Velhasıl, benim gibi sporcu adam, seksen küsur yaşındaki anneannemden beter durumdayım. Mahalle sınırlarından çıkamaz oldum. Mehtoş, Hande ve Evrim olmasa, gelip beni arabayla alıp bir yerlere götürmeseler evden dışarı adımımı atmayacağım.
Yokuşun dibinde bir apartmanda oturuyoruz. Bakkala gitmek bile zorlu bir mücadele. Kime sorsanız, ''ay bu sene yaz Washington'da çok hafif geçti'' diyor. Gelin siz bir de bana sorun. Apartmanlarda havalandırma olmasa ne yapardım bilmiyorum. Washington'ın iklimi biraz pistir. Özellikle yazları. Hava fazla sıcak olmasa bile, nemden nefes alamazsınız. Yanınızda su taşımak şarttır. Şapka, gözlük şarttır. Sıcaklardan ölenler olur her sene. Zamanında, Washington'da görev yapan yabancı diplomatlara, ''tropik iklim'' diye fazladan para verilirmiş.
Önce baby shower nasıl geçti onu anlatayım. Hani bana bebek bezi pastası yapacaklar diye korkumdan ölüyordum, istememiştim baby shower falan. Meğer o bebek bezi pastası, benim zannettiğim gibi değilmiş. Evrim anlattı. Bebek bezi pastası, lafın gelişi. Yenen birşey değil. Bebek bezlerini büküp büküp pasta gibi yapıyorlar. Böylece o bezler, birkaç ay yeni anne-babaya destek oluyormuş. Bendeki hayal gücü inanılmaz. Oturup kendi kendime bir hikaye yazmışım, yok içi çikolatalı bir pastaymış da, çikolataların neyi temsil ettiği belliymiş de falan filan diye. O kadar itiraz ettiğim için de tabii birkaç aylık bebek bezlerinden de olduk, pastasız (!) kaldık. Onun yerine Evrim, çilekli short-cake dedikleri bir pasta getirdi ki, artık beni her görmeye geldiğinde ısmarlıyorum. O kadar güzel bir pasta yani. Baby shower'da sadece birkaç arkadaş, Hande'nin muhteşem güzel yemekleri, mavi balonlar, türlü türlü hediyeler vardı. Mehtoş da dolma yapmıştı. O kadar çok eğlendim ki, ''ben baby shower falan istemiyorum'' diye daha önce inatçılık etmeme hiç gerek yokmuş. Hem de bebek için yirmi tane mavi tulum hediye geleceğine, ihtiyacım olacak malzemeler tamamlanmış oldu. Şu Amerikalılar valla çok pratik, ne diyeyim. Arkadaşlarım için ise şunu diyeceğim, ''iyi ki varsınız kızlar!''.
Ayın büyük olayı, on yıldır NTV'nin Washington temsilciliğini yürüten Ümit Enginsoy'un Türkiye'ye kesin dönüş yapması oldu. Washington'da o kadar büyük bir boşluk oldu ki tahayyül edemezsiniz. Çünkü öyle bir karakterdir Ümit. Gittiği her yeri dolduran. Ona yeni hayatında başarılar diliyorum. Ankara'nın, hayırlı olmasını umuyorum. Onu çok seven en yakınları olarak, arkasından hepimizin içi burkuldu.
Başka bir gelişme daha. Ben de Washington'da on yılı tamamlamamın ardından, Nisan ayında Türkiye'ye temelli dönüyorum. Yine çalıştığım kurumda ama bu kez Ankara'da devam edeceğim meslek hayatıma. Bu dünya kentine küçük bir kız olarak geldim. Önemli hayat tecrübelerinden geçtim, siyaset, diplomasi, dünya düzeni hakkında bir çok şey öğrendim, acısıyla tatlısıyla, bugün kendimi bulduğum noktadan başka hiçbir yerde olmak istemezdim. Bundan sonra hayatın bana sunacağı yeniliklere, maceralara hazırım.
Böyle bir tecrübeden sonra, yeniden memlekete dönüp ülkeye farklı, taze bir gözle bakmak ilginç olacak. Yılda bir Türkiye'yi ziyaretlerimde gözlemlediğim üzere, karşıdan karşıya geçme pratiğinizi bile kaybetmiş oluyorsunuz. Şu sırada benim oturduğum Maryland eyaletinde kanun, yaya geçidinde yayaya öncelik veriyor. Arabalar ''dur'' işaretlerinde yavaşlamakla yetinirse ceza yiyorlar. O yüzden o kısa duruşta, bir yaya bekliyorsa, geçiş hakkı yayanın. Ama Türkiye'de, yayalar yola atlıyor ve şoförler de sanki yayaları ezmek temel amaçlarıymış gibi gaza basıyor. En basitinden buna yeniden alışmak zaman alacak. Daniel, Türkiye'ye ilk geldiğinde trafiğin durumuna bakıp gözlerine inanamamıştı. ''A...aa...ama yolda şerit yooook!'' dediğini hatırlıyorum.Bir başka gidişimde de, İstanbul'da Yankı, İlke ve Tanerle taksideydik. Ben önde oturuyordum. Yola bir kadın iki çocuğuyla birlikte atlayıverdi ve taksici de aynen dediğim gibi, amacı bu yola atlayanları ezmekmiş gibi gaz pedalına asılıverdi. Kadınla iki çocuğunu ezeceğimize o kadar emindim ki, farkında bile olmadan İngilizce olarak, ''No no no nooooo!'' diye bağırıverdim. Neyse kimseyi ezmedik. Arkadaşlarım bu halime kahkahalarla güldüler.
Şimdi size başıma gelen iki tane enteresan olayı anlatayım. Kadın olmak, kariyer sahibi olmak ve hamile olmak ne demek ben de payımı aldım. Geçenlerde Washington Büyükelçiliğinde 30 Ağustos resepsiyonu vardı. Gitmekte biraz zorlandım ama biten yaz döneminden sonra ortalıkta bir görünmek, ne var ne yok öğrenmek gerekiyordu. Uzun zamandır görmediğim arkadaşım ve meslektaşım Barış'ı görmekten müthiş memnun oldum ve bir köşede sohbet etmeye başladık. Bu sırada bir beyefendi yaklaştı ve Barış'a selam verdi, kendisini tanıştırdı. Washington'a yeni gelmiş bir şahsiyetti ve kendisini basına takdim ediyordu. Barış'ı tanımıştı, çünkü televizyonda görmüştü. Bu şahsiyet, bana şöyle bir bakış attı, doğurdu doğuracak karnımı gördü ve benim ''merhaba'' dememe rağmen cevap vermeden ağzının kenarına bir gülümseme kondurup, kafasını çevirip bütün dikkatini Barış'a verdi. Önce bu davranışın nedenini kavrayamadım. Burada, Atatürk'ün kurduğu koskoca Anadolu Ajansı'nın temsilcisiyiz, boru değil yani. Bu adam, belli işleri yürütürken benimle de temas kurmak zorunda kalacak ama daha farkında değil. Sonra birden kafamda bir ışık yandı. Washington'a henüz gelen bu şahsiyete göre ben, alt tarafı Barış'ın yanında oturan ''fat lady'' idim. Yani şişko bir hatun. Hamile bir kadın. Çok çok birisinin karısı olabilirdim. Adam büyük bir heyecanla, yanına yaklaşan küçük kızını da Barış'a takdim etti. Yine beni görmezden gelerek. Ben de, cinsiyet ayrımcılığına tabi tutulmanın ne demek olduğunun tadına bakmış oldum. Çok mersi.
İkinci enteresan olay da şu. Washington boşaldı desek yeridir. Gazeteci arkadaşlardan dönen dönene. Bush gibi her gün ayrı bir sorunun çıktığı ortam, gazetecilik için mükemmel bir ortamdı, dünya barışı için kötü olsa da. Eşekler gibi çalıştık. Çünkü orada burada savaş, terör tehdidi, sağa sola savrulan ''asarım, keserim, ya bizdensiniz ya değilsiniz'' yaklaşımı vardı. Obama geldi, İran'a bile zeytin dalı uzatan, her sorunlu ilişkiyi konuşarak çözmeye çalışan bir adam. Türkiye ile dış politika yaklaşımı örtüşüyor. Ortada sorun yok, haber de pek yok!
Yine de giden gazetecilerden ortaya çıkan boşlukları doldurma yönünde bir çaba var. Bunun için de, bu kente yeni birilerini göndermektense, hazır Washington'da bulunan bazı gazetecilere teklifler geliyor. Benim, çalıştığım kurumu değiştirmek gibi bir niyetim yok ama duydum ki, büyük medya kuruluşlarından biri, bu görevlerden biri için beni de düşünmüş. Birgün bu medya kuruluşuyla bağlantılı birisinden bir e-mail aldım. ''Deniz sana muhakkak ulaşmam lazım, Washington'da taşlar yerinden oynuyor, neler oluyor? Bana hemen şu sıradaki telefon numaralarını bildirir misin?'' Gayet tabii dedim, telefonlarımı yazdım. Arayan soran olmadı. Aynı kişiden birkaç saat sonra bir mesaj daha aldım. Aynen şöyleydi, ''hamile olduğunu bilmiyordum. Tebrikler!''. Tabii bir kahkaha attım. Olayın nasıl geliştiğini de, bu kişinin o gün temasa geçtiği diğer meslektaşlarımla yaptığım istişareler çerçevesinde, bir gazeteci titizliğiyle ortaya çıkardık. Bu zat, Facebook'a koyulan baby shower resimlerinden, hamile olduğumu öğrenmişti. Bir telefon edip, neden konuşmak istediğini, yana yakıla telefon numaralarımı istediğini açıklamak zahmetine bile girişmemişti. Ne de olsa hamile bir kadındık! Onun gözünde işe yaramazdık.
Ben Anadolu Ajansı'na çalışmaktan herzaman gurur duydum, duyuyorum. Ajans muhabirlerini medyanın bizzat içindekiler dışında halktan pek kimse tanımaz. Ne de olsa, halkımız bilmez ama, gazetelerde ''takla attırma'' tabir edilen bir uygulama vardır. Ajans muhabirlerinin yazdığı haberler, ajansa abone medya kuruluşlarının önüne gider ve haberi alan gazetelerin ilk işi, ajans muhabirinin imzasını silmek olur. Üzerine, genellikle kendi muhabirlerinin adını konduruverirler, hazır yazılmış haberin belki ilk cümlesini veya başlığını değiştirirler. Sonra da sağda solda, ''ay ajans muhabirleri biraz kompleksli olur. Tabii onların imzası gazetelerde çıkmıyor da ondan'' gibi konuşurlar. Kendilerinin, bu imzaları silerek etik olmayan birşey yaptığı kısmını es geçerler. Anadolu Ajansı muhabirleri, bugün gazetelerde okuduğunuz, televizyonlarda dinlediğiniz haberlerin yüzde 80'ini üretirler. İşte o yüzdendir, bir gazetede okuduğunuz haberin aynısını başka gazetelerde de görürsünüz.
Washington'dan yazdığım bir özel haberimi olduğu gibi alıp, takla attırıp, gazetesine kendi imzasıyla gönderen bir meslektaşıma, ertesi gün Amerikan kongresinde başka bir toplantıda karşılaştığımızda, bu yaptığının hesabını sordum. Bu işin sorumlusunun bizzat kendisi olduğunu söyleyen meslektaşım, ''seninle bir türlü iletişim kuramadık Deniz!'' diye üste çıkmaya da çalıştı. Haberimin üstüne imzanı atmazsan bu yönde olumlu bir adım atmış olursun sevgili meslektaşım. Ben ajans yönetimine durumu bildirince de, gazetesinden uyarı aldı. Sonra da gidip sağda solda, ''imzasının gazetelerde çıkmasını istiyorsa, o zaman Anadolu Ajansı'nda çalışmasın'' diye konuştuğunu duydum. Sanki mesele de buydu! Ajans muhabirinin imzasına zaten gazeteler yer vermeyi sevmez. Bundan benim özel bir şikayetim yok. Ama benim emeğimin üstüne kendi imzanızı atıp da bunun kredisini toplamaya çalışırsanız, herzaman ve herzaman da yüzünüze yüzünüze bunu söyleyeceğim. Hiç vazgeçmeden. Anadolu Ajansı olmasa, gazeteler muhtemelen üç sayfa çıkar. İki buçuk sayfası reklam olarak. Sinirlendirdiniz beni yine, hamile hamile...Çık çık çık...
Son not. Elif Şafak'ın ''Aşk'' romanı elime geçti. Hande yine bana kitabını ödünç verdi. Elif Şafak'ın daha önceki yazılarını çok iç karartıcı bulduğum için, korkarak elime aldım bu kitabı. Başta bir iki yere takılır gibi oldum, epey bir eleştirel gözle okumaya başladım. Sonra sonra, artık hiç okuyamadığım bir tür olan roman tarzında yazılmış olmasına rağmen, gerek yazma tekniği, kurgusuyla, gerekse içeriğiyle çok sevdim bu kitabı. Eleştirel gözümü bir kenara attım, kalbimin gözünü açtım. İçim ışıkla doldu. Benim bu inatçı yaklaşımımı kırarak romanı sonuna kadar okutabildiği için Elif Şafak'a saygım arttı. Hem böyle bir konuyu bulduğu, hem cesurca yazdığı için içimden tebrik ettim. Göksel'in blogundan, pembe kapak, gri kapak tartışmasını öğrenmiştim. Bendeki kitap da pembe kapaklıydı. Şimdi kendi kendime, acaba Şafak'ın ''Siyah Süt'' kitabını okumaya kalkışsam mı diye sorguluyorum. Ama kitabın adının içimde yarattığı titreşim korkutuyor beni. Belki başka bir bahara...Cesaretimi toplayınca...
Hadi ben kaçıyorum, bu aylık bu kadar yeter.
Bugünlerde Cengiz Han ile ilgili bir kitap okuyorum. Geçen yıl, Bethesda'daki daha çok ''sanat filmleri'' (ne demekse) ve yabancı filmlerin oynadığı Landmark sinemasında ''Temujin'' adlı bir film izlemiştik Daniel ile. Neredeyse piyasadan kalkmak üzereydi ama yetiştik. Daniel ile ortak yanımız, ikimizin de martial arts yani savaş sanatlarına ilgi duymamız, kahramanlık, yiğitlik hikayelerini sevmemiz ve tarihle ilgilenmemiz. Bu yüzden, böyle bir filmi kaçırsaydık ayıp olacaktı. İyi ki de yakalamışız. Hemen Daniel'a, ''yahu bu Temujin, bizim bildiğimiz Timuçin'' dedim. O zaman daha ben hamile bile değildim ama kararlaştırdık ki, oğlumuz olursa adını Timuçin koyacağız. Gidişat da onu gösteriyor, bizim Birleşmiş Milletler gibi olacak ailemize bir tane Mongol isimli çocuk lazımdı zaten. Şimdi Mongol deyince bazılarınız ''ahahaha'' dediyse diye, şu notu hemen düşeyim ve bir kamu hizmeti olarak hemen sizi bilgilendireyim. Şöyle ki:
Şimdi okumakta olduğum kitabın adı ''Genghis Khan and the making of the modern world''. Yazarı da Jack Weatherford diye bir adam. Yazar diyor ki kitabında, ''Cengiz Han'ın klanı çeşitli isimlerle anıldı. Tartar, Tatar, Mughal, Moghul, Moal ve Mongol. Ancak bu isim daima bir çeşit lanet gibi anıldı. 19'uncu yüzyıl bilimadamları Asya ve Amerikalı yerli nüfusların daha aşağı bir sınıf olduğunu göstermek istediler ve bu grupları Mongoloid olarak nitelendirdiler. Doktorlar, üstün beyaz ırka mensup anneler, kafası normalden az çalışan çocukları doğurduğu zaman, bu çocukların karakteristik yüz ifadesini, çocuğun atalarından birinin bir Mongol savaşçı tarafından tecavüze uğramış olduğunun açık bir kanıtı olarak gördüler''. Yaaa yaaa...''Bükemediğin bileği öpeceksin'' demişler bizim yiğit Orta Asyalı atalarımız. Oysa Cengiz Han'ın o kuvvetli bileğini bükemeyenler, ''ay barbar adamlar, suratları da zaten bişeye benzemiyor, gözleri de çekik'' deyip çıkmışlar işin içinden.
Çok kısa süre önce okuduğum kitaplardan birinde, insan beyninin, ''bizi mutlu kılmak için değil, daha da önemli olan hayatta tutmak için'' programlandığı yazıyordu. Irkçılık da bu kategoride incelenmişti. Diyordu ki kitapta, ''görünüşte size benzemeyen birisi başka kabiledendir ve bu da potansiyel tehlike demektir. İşte bu yüzden beyaz ırka sahip birisiyseniz, çekik gözlü veya siyah birisini görünce, farkında bile olmadığınız bir savunma sistemi devreye girer. Beyniniz, potansiyel tehlike sinyali verir. Yabancı kabilenin adamları!''. Tabii ırkçılığın kökeninde başka kültürel ve toplumsal nedenler de var, ama ben bilimsel kısmına hayret ettim.
Cengiz Han'ın hikayesi çok etkileyici. Kitaptan altını çizdiğim cümlelerden biri: ''Cengiz Han'a kaderi gümüş tepside elden verilmedi. Cengiz Han, kaderini kendi çizdi''. Buradan da, Cengiz Han olarak anılmadan önce adı Temujin yani Timuçin olan bu adamın, kabile içinde dışlanmış ve hatta ölüme terkedilmiş, babasız bir aileden gelip, binbir tehlikeli deneyimden geçip gücünü tırnaklarıyla kazıya kazıya elde ettiğini anlıyoruz. Adamın başına neler geldi neler, biraz düze çıkar gibi oldu ki bir baktım daha 19 yaşında! O kadar olur yani. Bir de karısı Börte Hatun'a olan aşkından da çok etkilenmiş durumdayım Temujin'in. Her ne olursa olsun, hayatı boyunca sevdiği tek kadın. Sekiz yaşında tanışmışlar, Temujin o zaman beğenip gözüne kestirmiş, ''ben seninle evleneceğim'' demiş. İki günde eşinden sıkılanlara, zamanla aşkın geçtiğini savunanlara duyurulur. Börte Hatun'u daha Temujinle yeni evliyken kaçırmışlar, Temujin ne yapıp yapıp köy basıp karısını geri almış. Bir de bakmış Börte Hatun kendisini kaçıranlardan hamile. Jochi'yi kendi oğlu olarak benimsemiş. Yaa yaaa...
Bir tane daha altını çizdiğim yer. ''Her bir mücadelede Temujin, sürekli değişen askeri taktikler, stratejiler ve silahları yeni fikirlerle birleştirdi. Aynı savaşı iki kere savaşmadı''. Her günün birbirinin aynı, monoton olduğundan şikayet edenlere duyurulur. Nehirden akan aynı su damlası değil hiçbir zaman. Siz öyleymiş gibi algılasanız bile. Gelelim Temujin'in anlamına. Şimdi bizim oğlana da bu ismi koyacağız ya, annemden aldım ilk mesajı. Anneanneler, babaanneler daha heyecanlı oluyor, anne baba adaylarından bile. Annem, ''Timuçin dünyanın büyük hakimi demekmiş'' dedi. Baktım, ben de ona benzer birşeyler buldum internetten. Sonra Daniel'ın annesi de bir mesaj gönderdi, ''Temujin, demirci demekmiş, dünya lideri değil'' dedi. Bu okuduğum kitaba göre o zamanların kıymetli maddesi demirden türeyen isimler pek makbulmüş. Ama Temujin demircilikle de alakalı değil diyor kitap. Yazar günümüz Mongollarından şunu öğrenmiş, ''binicisi ne isterse istesin, bir atın gitmek istediği yere doğru koştururken gözündeki deli bakış''. Buyrun bakalım. Galiba bu ismi koyunca bizim oğlana söz geçiremeyeceğimizin de altına imzamızı atmış oluyoruz.
Dün bir yazı okudum internette. Diyor ki, ne kadar hapishaneleri dolduran suçlu varsa, hepsinin isimleri benzersizmiş. Michael, David, John gibi sıradan isimleri olanların hayatta başarılı olma oranı daha yüksekmiş. Halbuki şimdi Amerika'da bir trend var, çocuğuna en değişik ismi koymak. O zaman google'dan arayınca şak diye de bulunur hani. Ama Amerika'da, içinde ''ç'' harfi geçen bir isimle okula gittiğini düşünmek ve okuldaki diğer çocukların alaycı sözlerine hedef olmamasını beklemek mümkün değil. Daniel ise şöyle teselli etti beni, ''merak etme, ikimizin genlerini taşıyan çocuğumuzdan bahsediyoruz. Kendisiyle dalga geçecek her bir çocuğun dişini dökmekte ondan daha avantajlı konumda birisi olamaz!''. Bir anne için ne teselli ya! hahaha. Neyse ki biz Timuçin'in okul çağına kadar Amerika'da kalmıyoruz. Türkiye'ye dönmeyi planladığımız için, Timuçin gayet de uygun bir isim.
Geçenlerde, Amazon'dan üç kitap ısmarladım. Bir tanesinin adı, ''dinlemeleri için çocuklarla nasıl konuşmalı ve çocuklar konuşurken nasıl dinlemeli''. ''How to talk so kids will listen and listen so kids will talk''. Yazarları Adele Faber ve Elaine Mazlish. Başından bir bölüm okudum, çok hoşuma gitti. Neyse bu kitabı bir tanıdıktan duymuştum. Amazon'da şak diye ''üç kitabı birarada alın, çok ucuuuz'' reklamına kapılıp iki kitap daha alıverdim. Tabii bir tuzağa düşmüşüm. Bir tanesi, ''The perfect baby handbook''. Yazarı da Dale Hrabi diye bir adam. Zannettim ki, bebek nasıl bakılır konusunda bu kitaptan birşeyler öğrenirim. Şöyle bir karıştırırken anlaşıldı ki kitap, herşeyin mükemmelini elde etme konusunda özellikle uzmanlaşmış Amerikalılarla dalga geçmek. ''Mükemmel çocuk nasıl yetiştirilir?'' başlığını görünce, koşup gidip alıyorsunuz kitabı. Ne olur ne olmaz, belki faydası dokunur. Kitapta, çocuğuna değişik isimler bulmak isteyen anne babaların neden olduğu travmalar bölümü çok komik. Ama benim almak istediğim böyle bir kitap değildi.Şimdi bizim bir oda bir salon apartmanın salonunda portatif bir bebek yatağı, bir bebek arabası -ki bebeğinizle içine koyup arabayı iterken koşacağınız türden-, bir tane bebek araba koltuğu, türlü çeşitli bebek eşyaları duruyor. En son 14-15 yaşındayken basketbol oynadığım ve yıllar sonra da bir kere Tunalı'da yürürken sokakta karşılaştığım takım arkadaşım Ebru'ya buradan selam ve sevgilerimi yolluyorum bir kere daha. Şu Facebook denilen şey sağolsun, bunca senedir görmediğim Ebru ile yeniden temas kurabildim ve onun da Amerika'da yaşadığını öğrendim. Ebru bana bir kutu bebek eşyası gönderdi. Üstelik içinden, Ebru'nun kızı Defne'nin benim için özel olarak hazırladığı, üzeri bebek hayvan resimleriyle kaplı bir kart bile çıktı. En yararlı tavsiyeler Ebru'dan geliyor. İyi ki varsın Ebru. Bu arada bu yazıyı da, yine aynı takımdan arkadaşım Olçum'un mesajından sonra oturdum yazdım. Olçum'un benim bu yazıları okuduğunun farkında bile değildim, taa ki bana ''Bloguna en son 6 Temmuz'da yazmışsın. Hadi!'' diye mesaj atıncaya kadar...Tabii çok hoşuma gitti. Naber Olçum?
Yakında arkadaşlarım benim için ''baby shower'' diye bir şey yapacaklar. Toptan Amerikan adeti. Şöyle oluyor. Bir liste hazırlıyorsunuz, internet üzerinden. Bütün almayı planladığınız bebek eşyaları içinde. Hepsi resimleri ve sizin seçtiğiniz markalarla beraber. Sizin adınıza ''baby shower'' düzenleyen arkadaşlarınız, diğer arkadaşlarınıza davetiye gönderiyor. Bebeği olacak hatunun evi dışındaki birisinin evinde toplanılıyor. Siz de sanki bilmiyormuş gibi gidiyorsunuz, herkesin ortasına oturuyorsunuz. Arkadaşlarınız da, daha önceden tek tek sizin hazırlamış olduğunuz listedeki materyalleri hediye olarak size veriyor. Bir bir açılıyor paketler. Her paket açıldığında, ''ay çok teşekkür ederim, ne zahmet ettiniz'' diyorsunuz. Herkes, ''aaaaaa, çok güzel, aaaaaa, çooook şiriiiinn'' gibi laflar ediyor. Balonlar, süsler, hoşgeldin bebek yazıları etrafta. Şimdi sıkı durun, birisi, bebek bezi şeklinde pasta yaptırıp getiriyor toplantıya! Bebek bezi şeklindeki pastanın içindeki kahverengi çikolatanın neyi temsil ettiği ortada.
Ben bugüne kadar hiç baby shower'a gitmedim. Davet edilmediğimden değil, o sıralarda bebeklerle, annelerle hiçbir ilgim olmadığından. ''Sıkılırım ben öyle şeylerden'' düşüncesinden. İki arkadaşım, ''ne zaman senin baby shower'ı yapacağız, ne zaman liste hazırlayacaksın'' diyerek bir süredir beni sıkıştırıyordu. Hani insan nankörlük de etmek istemiyor. Hamile forumlarında, ''Benim için baby shower düzenleyecek bir arkadaşım bile yok. Zaten çağıracak kimse de yok'' diye hayıflanan Amerikalı anne adaylarını okuyorum hep. Millet, bayağı gözyaşı döküyor bunun için. Benim iki tane arkadaşım var, benden daha gönüllüler, hayır demek olmaz dedik, kabul ettik. Bir tanesiyle, ''ben bebek bezi şeklinde pasta istemiyorum'' gibi konuları konuşurken papaz olduk. Hatta en son telefon konuşmamızı, ''ben zaten baby shower falan istemiyorum. İyi günler'' diyerek bitirdim. Arkasından diğer arkadaşımdan kesin bir e-mail mesajı geldi. Aynen şöyle, ''Deniz! Sen istesen de istemesen de bu baby shower olacak!''. Hahaha. Ben de şartlarımı tekrar ortaya koydum: ''Bebek bezi pastası yok. Hediyelerin oturup listesini çıkarıp arkadaşlarımın eline veremem, bana bunları alın diye. Hiçbir süs, hoşgeldin bebek veya ona benzer yazılar yok. Sadece arkadaşlar arasında bir toplantı''. Bu koşullarda anlaştık. Valla ikisi de beni sevmeseler, bu kadar kaprise kimse katlanmaz ya, orası da ayrı. Sağolun kızlar.
Arkasından, dün görüştüğüm bu arkadaşlarımdan biri, ''Benim için bir şey yapıyorsun. Eve gidiyorsun ve şu şu web sitesinden bir hediye listesi hazırlıyorsun. Biz de sana ne alacağımızı bilelim. Gidip boş yere başka şeylere para vermeyelim. Senin de istediğin şeyler olsun'' dedi. Aynen dediğini yaptım. Eve geldim, liste hazırladım. Yani, I gave in. Baby shower olsun, ondan sonra nasıl geçtiğini de yazarım buraya. Şimdi arkadaşlarım, bütün kalelerimi fethettiğine göre, artık bebek bezi pastası gelse de sesimi çıkarmayacağım galiba. Kızlar...Şaka şaka...Sakın haaa!
* Kate from ”Jon and Kate plus 8”
Başak’tan bir mesaj aldım, ”blogunu okuyorum, daha sık yaz” demiş. İlke de, ”uzun zamandır yazmadın, iyi misin?” diye sormuş. Annem, ”her gün açıyorum, bakıyorum yazmamışsın” dedi. Başak’ın mesajını okuduktan sonra, oturdum bu yazıyı yazdım.
”Bir kitap okudum hayatım değişti” diye başlıyordu Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı sanırım. Ben de, ”Kendini Değiştiren Beyin” (The Brain That Changes Itself) diye bir kitap okudum. Yazarı Dr. Norman Doidge. Kitap, New York Times’ın en çok satan kitapları arasında. İçinde öyle çok şey var ki, hangi birinden başlamalı bilemiyorum. Ana hatlarıyla kitap, daha önceki bilimsel yaklaşıma göre beynin ”bu görme bölgesi, bu duymadan sorumlu bölge, bu hafıza…” diye kutu kutu ayrılmasının yanlış olduğu argümanını ortaya koyuyor. Beyin plastik bir şey. Hatta çocukken oynadığınız renkli hamurlar vardır ya, şekilden şekile sokarsınız. İşte beyin öyle bir şey. Her daim kendisini yeni durumlara göre şekillendiriyor, yeniden kurguluyor.
Benim bir kötü huyum var, altını çize çize okurum kitapları. Sonradan aynı yerlere geri dönüp okuyorum aslında, şahsım için yararlı. Ama kitabı benden sonra okuyanlar (bakınız Daniel) için çok keyifli olmayabilir. Daniel, ”bence hiçbir zararı yok. Hatta bazen, ben de altını çizseydim, bu bölümü seçerdim diye düşündüğüm de oluyor” diyor. Şimdi rahmetli olmuş olan Mustafa dedemin bir kitabı elime geçmişti zamanında. Kitabın başlığı seksle ilgiliydi ama 1916 doğumlu dedemin zamanındaki bir kitaptan bahsediyoruz, içerikte bana göre hiç mi hiç enteresan birşey yoktu. ”Karınıza fevkalade yakınlık gösterin, elini tutun, gezmeye götürün” gibi şeyler yazıyordu. Enteresan olan, dedemin altını çizdiği, hatta bununla yetinmeyip, bir ok çıkarıp notlar aldığı bölümlerdi. Dedem kafası çok çalışan, gerçek bir entellektüeldi. Altını çizdiği, notlar çıkardığı bölümler de bunu yansıtıyordu. Bu, bir meseleye, konu her ne olursa olsun, bilimsel bir yaklaşım gösterme huyunu, galiba dedemden almışım. Her şeyi enine boyuna araştırıp kendi sonuçlarına varmak. Ölünceye kadar hem fiziği hem kafası sağlamdı. O yaşında evin çatısına çıkıp tamir edebilirdi. Eski bir tepsiden bahçeye avize gibi birşey yaptığını hatırlıyorum. Yaratıcıydı çok. Ressam olma hevesiyle 16 yaşında evden kaçıp İstanbul’a gelen, sonra gidip harp okuluna yazılan bir adam. Torunları taze yumurta yesin diye beslediği tavuklar için bahçede inşa ettiği kırmızı boyalı tek katlı harika evciği kiralamak isteyenler bile çıkardı zaman zaman. Yaptığı şeyleri güzel yapardı. Arka bahçede, Marmara Denizi’nin küçük bir kopyası olarak inşa ettiği bir süs havuzumuz vardı. Etrafında renk renk çiçeklerin, kayısı, erik, ayva ağaçlarının bulunduğu. Toprağın bol olsun dede.
Bu beyin kitabını okurken dedeme aklım takıldı çok. Çünkü kitapta, beyin veya vücudun faaliyetlerinin yaş ilerledikçe azalmasının yaşla bir ilgili olmadığı anlatılıyor. Mesele, ”ben yaşlandım artık” düşüncesiyle, beyninizi ve vücudunuzu çalıştırmaktan vazgeçmek. İşte o zaman gerçekten yaşlanıyorsunuz. Ama yıllarca çalıştırılmamış beyinler bile, bazı alıştırmalarla yeniden gayet parlak günlerine dönebiliyor. Özellikle hafıza için alıştırmalar var. Kitabın en çok kullanılan cümlelerinden biri şu: ”use it or lose it”. Yani ya kullanacaksın beyin hücrelerini ya da kullanmadığın takdirde o hücreleri kaybedeceksin. En önemli tavsiye, kaç yaşındayım diye düşünmeden hep yeni bir şeyler öğrenmek. Bildiğiniz aynı şeyleri temcit pilavı gibi tekrarlamanın beyin hücrelerini taze tutmaya faydası yokmuş. Kitapta mesela 90′larında bir adam var. Dünya tarihinin merak ettiği bir bölümünü açıp okuyor, o tarihe odaklanıyor. Herşeyi öğrendiğine kanaat getirince başka bir tarihi meseleye başlıyor. Yeni bir dil öğrenmeyi tavsiye ediyor doktor. Veya ”artık ben 80 yaşına geldim, ne işim olabilir” demeden, hep öğrenmeyi istediğiniz bir dansı öğrenmelisiniz. Meğer, fiziksel egzersizin de yeterli oksijeni sağlamak bakımından beyin hücrelerine faydası varmış.
Başka bir enteresan şey, kolu bacağı kopan, kesilen insanların bu bölgelerde ağrı hissettiği durumlar. Olmayan bir kol nasıl ağrı yapar diyebilirsiniz. Ama yapıyormuş. Bunu beyin yapıyor. O acı beyinde kilitlenip kalıyor. Bir adam var, motosiklet kazasında kopan elinin kaşındığı hissiyle delirecek gibi oluyor. Beyninde elini kontrol eden hücreler meğer yüzünü kontrol eden bölge tarafından işgal edilmiş. Bir doktorun yardımıyla, yanağını kaşıyınca, olmayan elini kaşıyıp rahatlayabileceğini öğreniyor. Bu acıların nasıl tedavi edildiğine dair bölümler var kitapta, valla alın okuyun derim. Sizin de hayatınız değişsin. Yaptığınız her faaliyet beyninizi şekillendiriyor. Bu bir evden başka bir eve taşınmak olsun, başka bir ülkeye göç etmek ve yeni bir kültüre adapte olmak olsun, çocuk sahibi olmak olsun, tarih çalışmak, birden Fransızca, yeni bir dans veya bisiklete binmeyi öğrenmek olsun farketmiyor. Hepsinin yararı ayrı. Yeter ki birşeyler öğrenin. O zaman her daim taze bir beyniniz olacak. Kitabın içinde daha neler neler var, buraya sığmaz yazmaya kalksam. Otizmin nedenleri ve belli ölçüde tedavisi, felçlilerin mümkün olduğunca normal yaşama döndürülmesi, depresyon tedavisi, belli bağımlılıkların tedavisi, gözü görmeyenlerin bir alet yardımıyla beyinlerindeki belli bölgeleri uyararak kısıtlı bir görmeye kavuşturulması bolca tartışılıyor kitapta. Dedim ya, İngilizcesi olanlar bi zahmet alsınlar okusunlar. Umarım Türkçeye de çevrilir. Her bir bölümü, ”vay canına yaaa” diye okudum.Herşey beynimizde olup bitiyorsa, bir rüyaysa, bir illüzyonsa, her birimizin beyni dünyayı, etrafımızı farklı biçimde algılıyorsa biz gerçekten var mıyız? Bir gözlük varmış, takanlar etraflarındakileri baş aşağı görüyormuş. Bir hafta bunu taktınız diyelim, çıkarınca gözlüğü, baş aşağı görmeye devam ediyorsunuz herşeyi. Çünkü beyniniz artık buna göre ayarlamış kendisini. Ve epey bir zaman alıyor gözlüğü çıkarttıktan sonra etrafı normal görmeye başlamanız. Hadi bakalım! Hangisi gerçek? ”Sollipsistic” diye bir kelime öğrendim yeni. Kendi aklının kavrayabileceğinin dışındaki hiçbir şeyin varlığını kabul etmemek demekmiş. Kelimeyi söylemesi güzel. Ama kendi aklının kavrayabileceğinin ötesinde birşeyler olduğunu kabul etmemek için deli olmak lazım.
Cumartesi günü yani 4 Temmuz bağımsızlık günü Ümit, ben ve Mehtoş sinemaya gittik. Önce hafif hafif esen rüzgar eşliğinde açık havada bir kafede yemek yedik. Arkasından Woody Allen’ın ”Whatever works” filmini izledik. Larry David oynuyor. David, Woody Allen’ın modern versiyonu bir adam zaten. Onu, HBO’daki ”Curb your Enthusiasm” dizisinden biliyorum. Kendisi Seinfeld’in de direktörü. Film hakkında ”kadın düşmanı” diye eleştiriler olduğundan bahsettiği Ümit. Zaten bütün planlama ona aitti. Ümit öyledir, herşeyi ince ince planlar, ”Deniz sen lokantaya gidip yer tutuyorsun, Mehtap sen arabayı park et, ben gidip biletleri alıyorum”. Bizleri evlerimizden tek tek alan Mehtap’a, ”on dakika geç geldin, planlar alt üst oldu” diye laf etti mesela. On dakika!
Bir gün Van Ness sokaktan Wisconsin caddesine doğru yürürken bir adamla oğlu, Ümit ile beni durdurup, ”afedersiniz, Wisconsin caddesine buradan yürümesi kaç dakika sürer?” diye sormuştu. Ben, ”on dakika falan” dedim. Ümit hemen düzeltti, ”hayır hayır sekiz dakika sürer!!!”. Şunu da takdir etmek lazım, Ümit bir şey söylüyorsa doğrudur. Ben çok çok tahmin ederim. O, saatiyle ölçmüştür, adımlarını, hızını vesaire. Mühendislerin kafası bir başka çalışıyor. Ümit, ayrı bir yazı konusu aslında. Şimdi buraya sığmaz. Hayatınızda görüp görebileceğiniz en enteresan insanlardan biridir Ümit. Bir iki özelliğine bakıp onu anladığınızı zannedebilirsiniz. Bir zaman sonra tamamen aksi bir davranışta bulunur veya öyle bir laf eder ki, onu hiç de anlamadığınızı kavrayıverirsiniz. Hiç söylenmeyecek, olmadık bir lafı hiç olmadık adamlara çat diye yapıştırıverir. Yarattığı şokla, nice Amerikalı veya Türk devletadamının, bürokratın cevap veremeden kalakaldıklarını biliyorum. Çünkü muhtemelen bu bürokratlar, ”bu adam gerçekten bana böyle bir şeyi söyledi mi, doğru mu duydum, kulaklarıma inanamıyorum. Şimdi ters bir cevap versem gazetelerde çıkacak haberleri tahayyül edemiyorum. Ne desem ne desem” diye bir iç hesaplaşmaya giriyorlar. Birgün Washington’ın eski büyükelçilerinden Sayın Faruk Loğoğlu, büyükelçilik binasındaki önemli bir basın toplantısı sonrasında yanıma gelip gülerek şöyle fısıldamıştı, ”Deniz Hanım valla bir an Ümit Bey masayı devirecek diye endişe ettim”. Çünkü Ümit, öyle uygun bulursa onu da yapar. Amerikalı diplomat arkadaşımız Kathy de bir konuşmamızda bana şöyle demişti, ”Ümit’e kızmanın imkanı yok, adam çok komik birisi”.Neyse gelelim filme. Mehtoş’un merdivenlerden inerken, inanılmaz bir şekilde ayakkabısının ayağından fırlaması ve ayağını fena halde sakatlaması şeklindeki talihsiz kazamıza rağmen film bizi çok güldürdü. Merak etmeyin Mehtoş iyiymiş. İki gün kadar ayağı zonklamış tabii. Film, tipik Woody Allen filmlerinden sayılmaz. Neyseki içinde son yıllardaki filmlerinde hep baş rolde oynattığı Scarlett Johansson yoktu. Yelda’nın da, içinde Penelope Cruz’un olduğu filmlere tahammülü yok mesela.
4 Temmuz bayramı diye herkes koşup büyük anıtın olduğu meydana gider Washington’da. Şimdi herkesin koşup gittiği yerlere gitmemek gerektiğini ben çoktaaan öğrendim. Dedim ya, on sene olacak bu kentteyim. Neymiş, havai fişek gösterisi izlenecek. Ben de dedim ki Yelda’ya, ”bizim apartmanın çatısından çok güzel izleniyor. Gel biz oradan seyredelim. Hem yemekler de yaparız, iyi vakit geçiririz”. Yelda geldi, elinde bir tencere mercimekli köfte. Nasıl da güzel yapmış. Evin yanında ormanlık bir alan var. Hem şehrin içinde hem ormanın dibinde olmak çok güzel bir şey. Bir dere akıyor. Piknik masaları, iki tane mangal.
Daniel tabii ki bir mangal ustası, her Avustralyalı gibi. Demiştim ya, rüyasında bile mangal görüyor çocuk. Buraya geldiğinden beri, ”biz apartmanda yaşıyoruz şekerim, mangalı falan unut” demiştim. Geçenlerde tesadüf eseri keşfettik o açık hava mangallarını. Ben hamileyim diye, alışverişi yaptı, patates salatası ve bir de yeşil salata hazırladı. Mangala kömür taşıdı, gitti etleri kızarttı. Ben bir tek salata tabağını taşıdım ve yemekleri yedim. Tam elimizde tabaklarla kapıdan çıkarken, bizim apartmanın haftasonu çalışanı Clyde, ”Deneeees Deneeees, korkarım sizden önce başkaları davrandı, mangallar muhtemelen dolu” dedi. İki mangal da doluydu ve bir teyzeyle oğlu da sıra bekliyordu. Biz de sıramızı aldık. Alt tarafı elimizde üç tane et var, zaman da var. Şimdi burada bir haksızlığa değinmek istiyorum. Civarda ne kadar sivrisinek varsa, beni yemeye başladılar. Baktım, Daniel ile Yelda’da tek bir sinek ısırığı bile olmadı. Sayın sivrisinekler, size sormak istiyorum, benim ne günahım var yaaa?
Yemeğimizi afiyetle yedik, sonra apartmanın tepesine çıktık ki havai fişek gösterisini izleyelim. 17 katlı apartman sonuçta. 17 katlı apartman! Asansörün 4 Temmuz günü bozulacağı tutmuş. Biz oturuyoruz 3′üncü katta. Ben bi de hamileyim. Çık çık çık bitmiyor. Neyse tek avuntu, bizim apartmanda 13′üncü kat yok. Bazıları uğursuz sayıyormuş. O yüzden bir kat kardayız. Bir de tabii, herkes çatıya çıkmak gibi parlak bir fikre sahip olduğu için merdivenler kalabalık. Daniel, ”şimdi bir yangın çıksa ne fena olurdu” gibi şeyler söylüyor. Havai fişek gösterisi bişeye benzemiyordu. Az görebildik olduğumuz yerden. Ama yaz sıcağında hafif hafif esen rüzgar, çatıdaki havuzun ışıltısı, şezlongların rahatlığı derken, neredeyse uyuyakalacaktım.Şimdi bizim Türk milleti böyle bir ortamı nasıl güzel kullanmasını bilir, çatıda partiler falan yapılır değil mi? Bizim apartmanın cadı yöneticisi, ”havuz kenarında yemek yenilmesi, içilmesi yasaktır, saat 9 dedi mi havuz kapanır” gibi kurallar listesi hazırladığı için kimsenin cesareti yok ”acaba parti yapabilir miyiz” demeye. Şimdi olur ya, birinin ayağı takılır suya düşer, ondan sonra apartmanı dava eder 1 milyon dolar alır falan. Amerika’dan bahsediyoruz. Yaşamanın hesapta en serbest ama bir taraftan da kurallarla en çok engellendiği yer.Bir 4 Temmuz’u da böylece geride bıraktık. Bol mangallı ama kenesiz, kahkahalı, hafif hafif rüzgar esintili bir yaz dilerim. Ben yine yazarım, sağlıcakla kalın.
Özgür abim benim yazdığım başlıklarla hafif dalgasını geçiyor, genelde stil aynı, ”bir adam, bir kitap ve sinema” gibi bir kalıp. Benim tanıdığım en komik, en ince esprileri yapan sayılı adamlardandır Özgür abim. Bir e-mail yazmış en son, yarım saat güldüm. Şimdi buraya yazamayacağım tabii.
Ben genelde yazıyı yazdıktan sonra başlık atıyorum, şimdi de iş başlığa gelince ”bir kitap, bir film ve 4 Temmuz kutlaması” diye geyik bir şey yazmayayım. Başlığı, benim seyrettiğim gayet boktan realite şovlarından birinden alıyorum o zaman. ”Jon and Kate, plus 8”. Şimdilerde bu çift magazin dünyasının bir numaralı konusu. Bu gariban çiftin çocukları olmamış, tedavi görmüşler ikiz kızları olmuş. Bir zaman sonra, hadi bir tane daha çocuk yapalım demişler. Bu kez altızları olmasın mı? Alın size sekiz tane çocuk. Kate çok cazgır bir kadın, Jon ise sessiz bir adam görüntüsü veriyor. Şov başına 75 bin dolar kazandıkları söyleniyor. Dünyanın parası. Tabii çift fena halde şımardı. Şimdi Jon, paparazziler tarafından bir kadınla yakalandı. Arkasından Kate’in, evli bodyguardıyla aşk yaşadığı söylentileri çıktı. Son olarak şovda boşanacakları açıklandı. Şovun konusu çocuklar ise çok şirinler. Ama zor bir hayata adım attıkları anlaşılıyor. Başlığı Kate’ten aldım. Çünkü Daniel ile bana çok komik geldi ve arkamda duran panoya bile marker ile yazdım. Zaman zaman birbirimize ”It’s just so darn fun!” diyoruz dalga geçerek. Dini bütün Hristiyanlar mesela ”damn” demez, onun yerine ”darn” derler. ”Damn” demek, ”Allah seni kahretsin, lanet olsun” gibi bir şey. Çünkü belli kelimeler, yerli yersiz kullanılmamalı. Mesela, ”God!” demezler de ”Gosh!” derler. Aynı şey aslında. Yani Kate’in televizyon şovunda söylediği Türkçe’de şu mealde birşey, ”Allah kahretmesin, bu yaptığımız şey çok eğlenceli, inanılmaz”. Bakın ben de ”kahretsin” diyemedim. Annem öyle öğretti diye herhalde.
İlgilenenler için şu linki koyuyorum, beyin filmini seyredebilirsiniz, 45 dakikaya yakın, ona göre: http://www.cbc.ca/documentaries/docplayer2.html?playlistId=9cc84af0ef424e74902e7b19193efde5ebcac807&id=937819740