Bir hindi gününü daha geride bıraktık. Perşembe, ABD’de şükran günüydü. Bu şükran gününün nereden geldiğine dair seksen tane teori var. Bazıları çok romantik. Amerika kıtasına yerleşmeye ilk gelen koloniler, uzun yolculuklardan sonra gelip ülkenin doğu kıyısına ayak basmışlar. Bir de bakmışlar, zalim bir soğuk. Zaten yoldan gelmişler, çoluk çocuk, üstüne yiyecek ekmek de yok. Malum, Amerika kıtasında yerliler yaşıyordu, ”Amerikalılar” gelmeden önce. Yerliler, çoluk çocuk bunları aç bi ilaç görünce acımışlar, ellerinde ne var ne yok bunlara aşure gibi bir şey yapıp yedirmişler. Patates, mısır falan. Hikaye o ki, ateşin başında hep beraber sohbet edip eğlenmişler.

Romantik olmayan başka hikayeler de var. O da, yetiştirmesi gayet zahmetli mısırdan nasıl hasat alınacağını öğrendikten sonra Amerikalılar’ın -ki bunlar aslında İngiltere’den, Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan gelenler biliyorsunuz-, yerlileri birer birer temizlemeye başladığı. Çünkü malum, hepimize yetmez yiyecek. Adamlar size aşure yapıp karnınızı doyuruyor, siz de karşılığında çiçek hastalığı mikrobu bulunan battaniyeleri ve ev yapımı kötü viskiyi hediye diye veriyorsunuz. Çoğu telef olmuş hastalık ve alkolden, zaten hayatta kalanları da, doğu kıyısından başlayarak yavaş yavaş batıya doğru akınlarla temizlemişler. Hatta arkasından ”Kızılderili filmleri” çevirmişler. Yerlileri vahşi, hayvan gibi yaratıklar olarak gösteren. Ama Amerikalılar’ın hakkını yememek lazım. Benim oturduğum doğu kıyısındaki Washington bölgesinden başlayarak batı kıyısına kadar bir çok nehrin, kentin adı, aynen yerlilerin koyduğu adlarla anılıyor. Mesela Potomac nehrinin adı da yerlilerden geliyor.

Neyse, bu hindi gününün arkasında, ”az daha aç kalıp ölüyorduk, Tanrı bizi seviyor da kurtardı, biz de şükranlarımızı sunalım” zihniyeti var. Kasım ayının son perşembesi şükran günü olarak kutlanıyor. Hindi yeme adeti ne zaman eklenmiş bilmiyorum. Hindi İngilizce’de ”turkey” demek. Türkler bozuluyor. Ben de, eve kablo televizyon bağlamaya gelen adamdan Avustralyalı kocama kadar, ”hindiii, hindiiii” diye dalga geçilmesinden usandım aslında. Soğuk bir yüz ve düz bir sesle, ”ha evet evet çok komik. Hindi di mi! Çok brilliant (parlak) bir espri!” diye yanıtlamayı adet edindim. Kablocu adam, ”aa ben hindiyi (turkey) çok severim, ama yemesini!” demişti. Daniel da, perşembe günü ilk hindi pişirme denememiz öncesinde, hindiyi bağlamak için kullanılan ipleri belime dolayıp, ”eveeeet, şimdi sıra hindiyi bağlamaya geldi!” dedi.

Ben yemedim içmedim, bir kamu hizmeti olarak bu ”turkey” meselesinin de nereden geldiğini araştırdım. Söyleyenlerin yalancısıyım. Efendim vaktiyle bu hindiler, Hindistan’dan ithal edilirmiş bütün dünyaya. Tabii batıya gitmeden önce de, Türkiye’den geçermiş. Biz de muhtemelen o yüzden Hindistan’a, ”Hindi-stan” diyoruz bence. Ama bilmiyorum, yalan olmasın. Batılılar, bu hindiler en son Türkiye’den geldiği için, ”Turkey bird” (Türkiye kuşu) demeye başlamışlar. Zamanla bunun kuşu düşmüş, sadece ”turkey” kalmış. Buyrun bakalım!

Ben alışverişi yaptım, hindiyi Daniel’a teslim ettim. İki saat falan sürdü fırında pişmesi. Sonra oturup yedik. İkimiz de sevmedik. Daniel, ”nasıl olsa bu da kuş” diye düşünüp, tavuk yerine koyup sebzelerle karıştırdı ve çorba yapmaya çalıştı. Evi korkunç bir koku kapladı. O kadar dayanamadık ki, çorbayı oracıkta bırakıp hemen evi terkettik. Dönünce de, ziyan oluyor diye üzüldük ama attık hepsini.

Şükran günlerini ben sevmem. Herkes sıkıcı bile olsa ailesiyle yemek yerken, sizin gurbette ve aileden, can dostlardan uzakta olduğunuzun altının bir kere daha çizilmesidir benim için. İlk şükran günümde, Kasım ile Mary beni yemeğe götürmüştü. İlk defa güzel pişirilmiş bir hindi ve cranberry sosu yemiştim. Böylece birinci yıl anlamadım şükran gününün travmatik bir şey olduğunu. Arkasından gelen şükran günlerinde, hatta biraz öncesinde bir huzursuzluk kaplardı içimi. Birileri davet edecek mi diye beklerdim. Güzel davetler aldığım, çok hoş, aile ortamında yemekler yediğim de oldu, evde oturup hüzünlendiğim de. Bir yıl, şükran gününü tek başıma geçirdim. Hazır kızarmış tavuk budu aldım bakkaldan. (artık her bakkal dediğimde Elçin aklıma geliyor ve gülüyorum). Yanına da pilav yaptım, onları yedim güzel güzel. Sonra da, şükrettim her şey için. İnsan bir durup oturunca, şükredecek çok şeyi olduğunu daha iyi görüyor. O günden beri, pek takmıyorum. Maksat şükran duymak, gerisi boş.

Bir de tabii, evsizler ihya oluyor şükran günleri ve noelde. Adım başı para isteyen birileri yolunuzu kesiyor. Hatta, ”aa bu şükran gününde beni boş mu çeviriyorsun!” diye arkanızdan bağırırlar, bir şey vermeden geçerseniz. Şükran günü ve noel, günah çıkarma günleridir. Zenginlikler biraz da fakirlerle paylaşılmalıdır. Apartman yönetiminden de bir kağıt gelir, özetle, ”pamuk eller cebe, bu apartmanın temizliğiydi, kapıcılığıydı derken şu ve şu arkadaşlar bütün yıl çalıştılar, yılda bir kere de siz onlara biraz para verin, sevindirin” yazar kağıtta. Herkes hakkı görür bu bahşiş alma meselesini. Ben bir yıl vermedim bahşiş. Vermeyince de kötü. Sonra, ön kapıdan çıkarken ”kapıcı çocuk bana soğuk mu davrandı ne!” diye paranoyaya kapılıyor insan. Halbuki belki de o gün çocuğun kafası yerinde değil.

Bir evsiz adam var, bizim metro çıkışını mesken tutmuş. Daima orada görüyorum. Yıllardır. Bir gün, çantamdaki çok lezzetli bir bagel’ı çıkarıp bu adama verdim. ”Hayır bayan, teşekkür ederim, aç değilim” dedi. Utandım, yerin dibine geçtim. Para vereyim dedim, çıkarttım bir beş dolar. Beş dolar aslında çok fazla bir rakam. Genelde adet, 25 sent vermek. Yani bir çeyreklik. Beş doları görünce adam, ”ben sadece çeyrekliğiniz varsa isterim, beş dolar almam!” demesin mi…Adamın karşısında iyice bir ezildim, ezildim, yer yarılsaydı da içine girseydim. 25 sentim yoktu, beş doları vermek için ısrar ettim. Almadı. ”İyi” dedim. ”Ben gidiyim o zaman. İyi günler size”. Şimdi her metro çıkışında karşılaşıyoruz yine. Kafam önümde. Ben cebinde üç kuruş parası var diye hemen ”yardım eden, iyiliksever” rolüne soyunup, karşımdakini de aşağı bir yere koymuştum aslında. Belki istediğim, kendimi daha iyi hissetmekti. Adamın tutumuyla bu yüzümü gördüğüm için foyası ortaya çıkan birisiyim. Evsiz adam dimdik duruyor, benden yana bakmıyor.

Amerikan filmlerini izlediyseniz, biraz bilirsiniz. Şükran günü, aslında ailece toplanıp hindi yenilen ve birbirine laf sokuşturulup kavga edilen, küsülen bir gündür. Mesela Washington’da yaşarsınız ama Iowa’daki ailenizle birlikte olmak için oraya uçarsınız. Üstüne masada yıllık geleneksel aile kavgasını yaptığınızı düşünün. Ertesi günü boşuna ”Black Friday” (Kara Cuma) diye adlandırmamışlar. Hindi gününün travmasını atlatmak için, bu ülkede çok popüler bir yöntem olan alışverişe koşulur hemen. Sabah beşten itibaren mağazaların kapılarında kuyruk olur. Kara Cuma günleri ben burnumu kapıdan uzatmam. Delilik çünkü. Neymiş, her şey çok ucuzmuş. Kilit soru, ”ihtiyacım var mı?” olacaktır. Ama arkadaşlarımdan, ”tutamadım kendimi, gidip iki gömlek aldım, çok ucuzdu çünkü” benzeri lafları çok duyuyorum. Alışveriş bu ülkede bir rahatsızlık tabii. O alınan şeylerin çoğu, etiketleri çıkarılmadan dolaplarda üst üste yığılıyor. Yıllarca el sürülmeyen şeyler dolapta bekleyebiliyor. Satın alma gücüne sahip olduğunu göstermek, kendini iyi hissetmenin bir yolu.

Şükran günü öncesinde bir de ABD başkanlarının geleneksel, ”hindi affetme” töreni var. Her yıl iki hindi, başkanın bir mahkumu affetme yetkisinde kullanılan İngilizce’deki ”pardon” fiili ile ”affediliyor”. Bu hindiler güya hayatları boyunca iyi bakılıyor. Ama Beyaz Saray’ın ahçısı, başka hindileri affetmiyor! Şanssız hindiler, yemek olarak Beyaz Saray’ın sofrasına geliyorlar.

Hindi günü geçmiş olsun hepimize. Bu yazıyı okumak için zaman ayıran herkese şükranlarımı sunarım.