Bu gece bilmem kaçıncı kez ”Brokeback Mountain” filmini seyrediyorum. Tesadüfen televizyonda rastladım ve yine seyretmeden yapamadım. Bir yandan bilgisayarda yazıyorum, tam dikkatimi vermiyorum, yoksa yine burnumu çeke çeke ağlayacağım. En vurucu sahnelerine, yani sonlarına geliyor şu anda. İlk kez sinemada izlemiştim. Washington’un gay mahallesi olarak da bilinen Dupont Circle’da şimdi büyük sinemaların daha popüler olması dolayısıyla iş yapmadığı için kapatılan bir sinemada, bir çok gay ile beraber izlemiştim. Gay, İngilizce’de ”neşeli, keyifli” demektir. Bunun hakkını verecek şekilde, hepsi çok gülüyordu ve yüksek sesle yaptıkları bazı espriler o kadar komikti ki ben de yer yer kahkahadan kırılanlar arasındaydım. Halbuki film, bir çok boyutuyla boğazınızda düğümlenen ciddi bir dram. Belki o kadar güldüğüm için, filmin ağırlığını ilk seyrettiğimde çok iyi kavrayamamıştım. Filmde bana ağır gelen sahnelerden bazıları, Heath Ledger’ın canlandırdığı Ennis Del Mar karakterinin baba-kız ilişkisi üzerinedir.
Bu film gördüğüm en güzel aşk filmlerinden biridir. Müzikleri de olağanüstüdür. İkisi de gay olmadığı halde bu filmde oynama cesaretini gösteren Jake Gyllenhal ve ne yazık ki çok da uzun olmayan bir süre önce hayata gözlerini yummuş olan Heath Ledger, yine naçizane fikrime göre büyük bir oyunculuk başarısı ortaya koymuşlar. Geçenlerde bir dergide, ünlü aktör Matt Damon’ın, ”hayatımdaki en büyük pişmanlıklardan biri Brokeback Mountain filminde oynamam teklif edildiğinde bunu geri çevirmektir” sözlerini okudum. Haklıydı.
Film birkaç yıl önce Amerika’da piyasaya çıktığında, her yerde tartışma konusuydu. Seyretmeli mi seyretmemeli mi? Tereddüt etmedim, muhakkak görmek istedim. Ang Lee’nin çok başarılı bir yönetmen olduğunu da göz önünde tutarak. ”Seyrettiğim en güzel aşk filmlerinden biri” yorumunu sağda solda o kadar tekrarladım ki, tereddütte olan tanıdıklarımdan bazıları da filmi izlemeleri gerektiği düşüncesine kapıldı. Hatta, yalnız başına giderse ve sinema önünde kuyrukta beklerken, -malum Washington çok da büyük bir yer değil-, tanıdık birilerine rastlarsa maazallah gay olduğu yönünde dedikodu çıkmasından endişe eden bazı arkadaşlarıma iyilik olsun diye eşlik bile ettim.
O dönemde sık sık sinema zevkimizi konuştuğumuz ve son gördüğümüz filmleri tartıştığımız, ender bulunan sanat filmlerini değiş tokuş ettiğimiz bir sinemasever arkadaşımla yine bir resepsiyonda karşılaştığımızda, malum konu sinemaya geldi. Bana, son günlerde sinemada hangi filmleri gördüğümü sorunca, doğal olarak, Brokeback Mountain diye yanıtladım ve şiddetle tavsiye etmeyi de ihmal etmedim. Washington çevrelerinin renkli simalarından olan arkadaşım, kulaklarına inanamamıştı. Renkten renge girmiş nereye bakacağını şaşırıyordu. Böyle bir filmi izlemeye tahammülü olmadığını söyleyip uzaklaştı. Şaşırma sırası bana gelmişti. En rafine olduğunu düşündüğüm şahsiyetlerden birinden böyle bir tepki beklemediğim için. Globalleşmenin hayatın her alanında etkisini gösterdiği ve dünyanın çeşit çeşit varoluşlar, zenginlikleri kapsadığı günümüzde, kendimiz gibi olmayana yönelik bu tepki, bana biraz fazla geliyor. Belki bir gün, hep birarada yaşamayı öğreneceğiz, kimse kimsenin ayağına basmadan, saygı sınırlarını aşmadan, yargılamadan.
Benim Brokeback Mountain filmindekiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir hayatımın olması, oradaki aşkı, insani sıkıntıları algılamama engel değil. Her nerede olursak olalım, hangi dili konuşursak konuşalım, hepimizin ortak bir noktası var. İnsan olmak. Maddi, manevi ihtiyaçlarımızda birleşiyoruz. Belki hikayelerimiz çok farklı gelişiyor ama hepimiz yemek yiyoruz, uyuyoruz, seviyoruz, acı çekiyoruz, sıkılıyoruz, nereden gelip nereye gittiğimizi anlamaya çalışıyoruz, ölüyoruz.
Şimdi toptan farklı bir konuya geçiyorum. Bir kitaptan bahsedeceğim. Bu bir ‘’self help” (kendi kendine yardım) kitabı. Amerika’da çok popülerdir. Bir konuda sıkıntılısınızdır, nasıl davranacağınızı bilemiyorsunuzdur, onun çözümüyle ilgili muhakkak bir kitap vardır. Bu da öyle birşey. Psikolog Dr. Harriet Lerner tarafından yazılmış. Adı, ”The Dance of Connection”. Yani insanlar arasında ilişki kurmanın, dans etmek gibi ortak bir faaliyet olduğunu, tıpkı dans gibi karşılıklı hareketlerin birbirini nasıl etkilediğini özetliyor kitabın başlığı. Başlığın hemen altında da şu satırlar var: ”How to talk someone when you’re mad, hurt, scared, frustrated, insulted, betrayed or desperate”. Özetle, ”kızgın, yaralı, korkmuş, hüsrana uğramış, hakarete uğramış, ihanete uğramış veya çaresiz hissettiğinizde birisiyle nasıl konuşursunuz?”. Bu kitabı ben almadım. Muhtemelen kitapçıda görsem, ”ben bunu okuyayım” demezdim. Ama ihtiyacınız olduğunda, kitaplar gelip sizi buluyor. Bu kitap da bana, eskiden çok yakınım olduğunu düşündüğüm bir insana karşı duyduğum hayalkırıklığı ve kızgınlıkla boğuşurken, çok sevgili bir arkadaşım tarafından doğumgünümde hediye edildi.
İlginç olan, olumsuz duygularımızı ifade etmekte en zorlandıklarımızın, en yakınımızda olması. Annemiz, babamız, kardeşimiz, eşimiz, çocuklarımız, en yakın arkadaşlarımız. Çoğunlukla iki tür tepki gösteriyoruz. Ya, ”aman neyse, bu üzerinde durmaya değmez” deyip geçiyoruz ve içimize atıyoruz. Veya, öfkeye kapılıp öyle bir kükrüyoruz ki, ilişkilerimizin devamını bile tehlikeye sokacak kadar ileri gidebiliyoruz.
Sessiz kalmak, çoğu zaman en kolay çözüm gibi geliyor. Yapılan bir haksızlığa doğru zamanda, doğru tonda karşılık verip duygularımızı nasıl etkilediğini karşımızdakine ifade etmezsek, o ilişkideki yakınlığı, sevgiyi, güveni tehlikeye atma riskine girmiş oluyoruz.
Kitapta beni etkileyen bölüm, yazarın, Grace adında yakın bir arkadaşıyla ilişkisi konusunda anlattıkları oldu. Grace, mutsuz bir evlilik sürdürüyor ve yapılan haksızlıkları sürekli sineye çekiyor. Hiç bir tepki göstermiyor. Kadınların çoğu böyle değil mi? ”Kocam çok iyi” diyenlerin acaba yüzde kaçı, bir çok hakarete göz yumuyor? ”İşinde çok yoruluyor, stres altında, yoksa iyi adamdır” diye kendini avutuyor? Yeri gelince kadın ya da erkek, hepimiz odunluk yapıyoruz, birbirimizi kırıcı birşeyler söyleyiveriyoruz, tamam. Ama bize bir şey söylendiğinde sineye çekme, çok tipik bir kadın davranışı. Arkasında yatan nedenleri iyi sorgulamak lazım. Grace de susuyor kocasının akıl almaz saygısızlıklarına, onu bir paspas yerine koymasına karşılık. Ama bu durum karşısında yazar, sessiz kalmakta zorlanıyor. Arkadaşının hayatına saygı göstermesi lazım elbette. Çünkü Grace, hayatında bazı şeyleri değiştirmeye hazır olmayabilir. Bunun, Grace’in içinden gelmesi gerek. Yazarın sorunu, Grace’in durumuna karşı dilini tutup tutmamakla ilgili. Dr. Lerner diyor ki, ”bu durum karşısında susabilirim. Ama o zaman da Grace ile aramızdaki arkadaşlığa mesafe girmesine izin vermiş olacağım. Samimi, özgün sesimi kendime sakladığım zaman feda ettiğim, o ilişkideki yakınlık ve onur olacak. Grace muhtemelen benim bir şey söyleyip söylememe bakmadan, bu konudaki duygularımı zaten hissedecek ve ne düşündüğüm konusunda tahminde bulunmak zorunda kalacak. . Kendimi asla onunkine benzer bir duruma sokmayacak, ondan daha üstün, olgun bir insanmışım gibi bir tonda konuşup Grace’i de aşağı bir yere koyduğumu ima edersem de, onu utandırmış ve suçlamış olacağım. Bu takdirde Grace’e hiçbir yardımım dokunmayacak. Bu, daha derin, daha onurlu bir diyaloğa giden bir yol da değil”.
Yazarın seçtiği davranış biçimi, Grace kendi sıkıntılarıyla ilgili birşeyler anlatırken, sessiz sessiz oturmak yerine, şöyle sözler söylemek: ”Grace, bu anlattığın gerçekten de çok zor bir şey”. ”Aranızdaki durum değişmezse, kendini bundan beş veya on yıl sonra nerede görüyorsun?”, veya ”Marshall’ı terkedersen, kendi ayakları üzerinde durabilen birisi olarak kendini görebiliyor musun?”.
Yaşadıklarınız karşısında büyük bir hayalkırıklığına uğradınız mı? Tanıdığınızı zannettiğiniz birisini, bir yakınınızı, hiç ama hiç tanımadığınızı farkettiniz mi? Yalnız değilsiniz. Çok değerli arkadaşım Tuluğ’un yıllar önce bir arkadaş toplantısında kullandığı benzetmeye gönderme yaparak, şöyle diyeceğim: ”şimdi kafamızda yarattığımız kilden putları kırma ve gerçekleriyle değiştirme zamanı!” Şimdi benim için, kilden putlar yıkıldı. Kral çıplak.











Bu bir uzun yolculuk hikayesi. Türkiye’ye on günlük ziyaretimde gidiş-dönüşte yaşadığım yolculuk maceralarını anlatacağımı söylemiştim. Biletimin Washington-Chicago-İstanbul-Ankara olarak alındığını gördüm. Chicago aktarmalı uçmadığım için, bu kez, ”neyse falım, çıksın halim” dedim ve kaderime razı olmaya karar verdim. Yolculuklar bir maceradır. Hiç bilemezsiniz başınıza neler geleceğini.

İlk durak, Washington’daki Reagan havaalanı ve American Airlines. Dünya gözüme çok güzel bir yer olarak görünüyor. Günlerdir soğuk olan Washington’da hava çok yumuşak. Türkiye’ye gidiyorum. Ailemi, arkadaşlarımı göreceğim, kısa zaman içinde kaymaklı ekmek kadayıfı yiyor olacağım. Havayolu şirketinin çalışanı, birbirine zımbalanmış üç pasaportu elimde taşıdığımı görünce, ”yoksa casus musun?” diye şaka yapıyor. Ona, biraz bıkkınlıkla, ”hayır, evlendim, boşandım, yine evlendim” diyorum. Pasaportumdaki resimlere bakarken, ”Türk kızları hep böyle güzel mi olur?” diyor. Kafamı biraz daha dikleştirip, ciddiyetle, ”evet öyle” diye yanıt veriyorum.

Uçağa binmemize kısa bir süre kaldığını düşünürken, birden ekranda uçuşun iptal olduğu yazısı görünmesin mi! Chicago’dan THY uçağına yetişemezsem, seferlerin haftada sadece üç gün olması dolayısıyla iki gün orada mahsur kalabilirim! American Airlines’ın ilgili masasının önünde ıkınıp sıkınıyorum. Chicago’ya giden üç uçuş da iptal edilmiş durumda. ”Lütfen, lütfen, benim mutlaka Chicago’ya uçmam lazım, yoksa bağlantımı kaçıracağım” diye yüzümde acıklı bir ifade, karşımdaki adama derdimi anlatmaya çalışıyorum. Adamcağız, ”beş dakika içinde United Airlines’ın bir uçağı Chicago’ya uçuyor” diyor. Havaalanı televizyonundan, Chicago’da pistte buzlanma nedeniyle uçuşlarda sıkıntı yaşandığı haberlerini dinliyorum. Adamın elinde benim bilet, United’ın olduğu tarafa doğru depar atıyor. Arkasından da ben. United masasındaki kadının eline benim bileti tutuşturuyor ve ‘’sevgili dostum, bunu benim için hallediver” diye alel acele birşeyler söyleyip gidiyor.

Kadın, hiç hoşnut değil. Yüzüme hiç bakmıyor. Kendi kendine söyleniyor. Havaalanlarında hep olur ya…Karşınızdaki görevli, tıkır tıkır bilgisayarda birşeyler yazar da yazar. Her mimikten bir sonuç çıkarmaya çalışırsınız. Acaba işler yolunda mı? Kadın alenen, ”ıııı-ıııh, sizi bu uçağa alamam. Bavullarınız American Airlines’a verilmiş, siz uluslararası aktarması olan bir yolcusunuz” diyor. United’ın Chicago uçağına binenlerin oluşturduğu kuyruk giderek azalıyor. Birazdan kapıyı kapatıverecekler ve aynen ortada kalacağım. Kadın, uzaktan American Airlines’taki arkadaşına el işareti yapıyor. Bana bu büyük iyiliği yapan adam, üşenmeyip oradan geri geliyor. Kadın, ”bu yolcunun bavulları ne olacak? Neden önüme atıp gittin bu biletleri, hayatta alamayız” gibi şeyler söylüyor. Adam, ”hiç merak etme, hemen şimdi gidip kendi elimle bavulları United uçağına taşıyorum” diyor. Adamın arkasından, ”çok teşekkürleeeeer” diye bağırıyorum.

United’ın Chicago’ya giden uçağına en son ben biniyorum, arkamdan kapı kapanıyor. Gitmem gereken yönün tam aksi istikametinde 2 buçuk saat yol almış durumdayım. Neredeyse bütün günü havaalanında bekleme ve uçuşlarla geçirdikten sonra, gece saat 9 sularında, yolculuğa ilk çıkış noktam olan Washington üzerinden geçiyor olacağım. Chicago’da THY yetkilisine bavullarım konusundaki endişemi anlatıyorum. ”Sistemde görünüyor, bu iyiye işaret” diyor. Uçak tamamen dolu ve ben, en az benim kadar uzun boylu iki iri kıyım adamın ortasında oturuyorum. Şöyle bir bakınca, uçaktaki en uzun ve iri üç kişiyi yan yana oturtmaları çok enteresan. Hosteslerinden birine, mümkün olursa beni başka bir yere oturtmalarını rica ediyorum.

Sağımda oturan Türk gençle laflıyoruz epey. Böyle yurdumun kıvrak zekalı, bol esprili bir insanıyla, havadan sudan bahsedip konuşup gülmek çok iyi geliyor. Bana zaten hep böyle oluyor. Ne zaman Türkiye’ye gitsem, herkesle konuşuyorum, taksi şoförlerinden büfeciye, bakkala kadar herkesin yedi sülalesini sorup soruşturuyorum. Hesapta ben böyle şeyleri sormam, saygılı olmak adına. Türkçe’ye özlemden oluyor galiba biraz da. İşte böyle, bir çenem açıldı, konuşup duruyorum. Solumdaki Amerikalı biraz kıskanmış görünüyor. O da katılmak ister gibi ama dil engeli var.

Sağımdaki komşum, kumandanın telefon olarak da kullanıldığını ve koltuk numarasına göre uçağın içindeki birisinin telefonla aranabileceğini söylüyor. Ardından, benim koltuk numaramı çeviriyor. Bir süre böyle telefonda konuşuyoruz, yan yana oturduğumuz halde. THY’nın dağıttığı paketteki göz maskesini takıp uykuya dalmadan önce de, ‘’sandviç getirirlerse lütfen bana da bir tane al” demeyi ihmal etmiyor. Aynen öyle yapıyorum. Washington üzerinden geçerken, ”aaa bak senin memlekete geldik!” diye dalga geçiyor.

İstanbul’a iniyoruz. Çok yorgunum ama mutluyum. Yurdum insanı gözüme pek bir güzel görünüyor. Ankara’ya da sorunsuz bir şekilde vardık. Bavulların çıktığı noktanın tam önündeyim. Yanımda, boyu belimi azıcık geçen kabak kafalı, sevimli bir adamcağız var. Her çıkan bavula bir dokunuyor, bir düzeltiyor. Fakat benim varlığım, onu rahatsız ediyor. Benim, oradan çekilmem lazım ki, bütün bavullara dokunabilsin. Sağıma soluma yediğim bir kaç darbenin ardından, adama dönüyorum ve ”ben burada duruyorum. Dirsek atmayı keserseniz iyi olacak!” diyorum. Biraz kenara çekiliyor. Herkesin bavulu çıkıyor, çıkan bavulları alıp alıp gidiyorlar. Bu arada şeffaf torbalar içinde, sulu sulu birşeyler de çıkıyor bavulların arasında. Bir çok torba var, aynı şekilde paketlenmiş. Zemzem suyu. Hac’dan gelenler varmış yani uçakta. Yanımda itiştiğim ve haşladığım adamın da Hac’dan geldiğini anlıyorum. Azıcık pişmanım sert çıktım diye.

Ben ve sinirli görünüşlü bir kadın, bir yabancı, bir de Türk bir adam bavulları çıkmayanlar arasındayız. Bir form dolduruyorum. Özgür ile annem, kapı önünde ağaç oldular yazık. Beş gün kaldığım Ankara’da bavullarımın ancak dördüncü gün ulaşacağını henüz bilmiyorum. Bavullarımın nerede olduğu konusunda hiçkimsenin fikri yoktu. Araya araya, ofisteki çalışanlardan biriyle samimi olduk. O kadar dert yandım ki adama. ”Beni” dedim, ”böyle önemli bir iş toplantısı için kısa süreliğine geldiğim bir yolculukta, bakanın, yöneticilerimin karşısına lastik ayakkabılarla çıkarıyorsunuz”. Adam, ”haklısınız. Valla yazın bunları. Üzerine gidin. Gerekirse dava açın” dedi. ”Hiç merak etmeyin açıcam” dedim. Aklımda, avukat tanıdıklarım var.

Özgür abim, bavulların çıkmama ihtimaline karşı beni alışverişe götürüyor. Üzerime uyan ayakkabı yok, ceket yok, pantolon hiç yok! Ayağıma olan tek şey, topuklu bir çizme. Hemen alıyorum. Kapılardan geçerken biraz kafayı eğmek lazım. İş bunu zarafet içinde yapabilmekte tabii! Pantolonlarda boy uzadıkça bedenler devasa büyüklüklere ulaşıyor. Pantolonu terziye veriyoruz, bana göre biraz daraltılacak. Toplantıda beni idare edecek gibi bir ceket, pantolon, gömlek alıp çıkıyoruz.

Ankara’da bir de lise arkadaşlarımla 21 yıldan sonra ilk kez buluşacağım. Dahası, hem takım hem sınıf arkadaşım Handan ile buluşacağım. Evde söylenip duruyorum, ”bunca yıldan sonra, şu havayollarının bana yaptığına bakın!” diye. Oşkan’a şakalar yapıyorum, ”Handan’ın karşısına çıkıp, (Bu ben değilim Handan. Gerçek ben, stili olan, güzel giyinmesini bilen birisi aslında!)”. Sonunda, bavulumu ve içindekileri kaybettiğimi farzediyorum. Kaybetmesini de bilmek gerek hayatta. Hiçbir şey kalıcı değil. Ben bile kalıcı değilim.

Handan ile büyük buluşmamız ve lise buluşması sonrasında, gece geç bir saatte eve geliyorum. Annem uyuyor. Yavaşça yanına yatıyorum. Sabah ben kalktığımda, annem hala uyuyor. Küçük odada, kayıp bavul bölümünü aramayı aklımdan geçirirken, oturduğum koltukta kafamı çevirince iki bavulumun da yanımda durduğunu görüyorum. Söylenen o ki, taa Washington’da kalmış bavullar. United’ın pilotu, yük ağır geldiği için, en son gelen bavulları almamış. THY’nın Chicago’dan seferi haftada üç gün olduğu için, bir sonraki sefere kadar beklemiş. Bavullar, otobüsle bana iş toplantımız için Ankara’dan Alanya’ya kadar eşlik ediyor.

Alanya’da başarılı ve keyifli geçen üç günün ardından, sabaha karşı dörtte Antalya havalimanının yolunu tutuyorum. İstanbul uçağına biniş kolay oluyor. Gece hiç uyumadığım için yola yorgun başlıyorum. İstanbul’a nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Toptan uyumuşum. Beyhan ve İbrahim de aynı uçaktaydı. Onları biraz kıskandım. Biri Stockholm’e, diğeri Kosova’ya gidiyor. Kapı komşusu sayılır. Ben ise, İstanbul’dan New York’a, oradan da Washington’a uçacağım. İstanbul’da, saat sabahın dokuzu ama gidip bir lokantada köfte ısmarlıyorum. New York uçağı için ayrı bir bölümdeyim. Çok susamış durumdayım. Su içmek için tek şansım, bir kola makinası. Hemen Türk paramızı kontrol ediyoruz. Gidip makinaya bir beş lira atıyorum. Makina da ”al beş milyonunu beğenmedim” diye, parayı geri püskürtüyor. Bu durum, altı yedi kere tekrarlanıyor. Soğuk soğuk kutu kolalar camekanın ardından bana bakıyor. Bozuk kola makinaları. Amerika’nın klasik sorunlarından. Yahu diyorum, burada da beni buldu.

Uçağa biniyoruz. İkili koltuklar tarafındayım ve yanımda kimse oturmuyor. Hemen yanımdaki orta beşli koltukta tek başına bir adam oturuyor. THY battaniyesine sarınıp, boydan boya ortadaki koltuklara uzanıp hemen uyuyor. Ben, uyumayacağımı zannediyorum ama yolun sekiz saatlik bölümünü uyuyarak geçiriyorum. Nasıl oluyorsa, sadece yemek servisi yaklaşırken uyanıyorum. New York’a ulaşıyorum. JFK havaalanı, koskocaman bir yer. Önce pasaport ve gümrük kontrolü var. Tam bir saat sürecek bir kuyrukta bekliyorum. Bavulları alıp transit yolcuların bavullarının verildiği yere götürüyorum. Ardından, American Airlines’ın yerini soruyorum, Washington uçağı için. Ekranda herşey normal görünüyor. ”Üçüncü kata çık, Airtran’e bin, oradan 8 numaralı terminale git” deniliyor. İçinden tren geçen havalimanları…O kadar çok yürüyorum ve zorlanıyorum ki, kendi kendime, yaşlı bir insan bu yolu nasıl yürüyebilir yahu diye düşünüyorum.

Tam uçağa binme zamanı geldiğinde, ”yoğun sis nedeniyle Washington’a uçuş iptal edildi” anonsu yapılıyor. Bir sonraki uçakta yer olabilir mi umuduna kısa bir süre için kapılsam da, bu uçuşun da iptal edildiği duyuruluyor. Bir anda, American Airlines masasında çok uzun bir kuyruk oluşuyor. Ben ortalardayım. Ayakta duracak halim yok. Günler, geceler, saatler, zaman dilimleri toptan birbirine geçmiş. Kuyrukta beklerken öyle halıya bağdaş kurup oturuyorum. Kuyruk zaten çok çok yavaş ilerliyor. Yazının başında bahsettiğim o malum, havayolu çalışanının bilgisayar klavyesinde tıkır tıkır tıkır diye birşeyler yazdığı ve sizin sonsuz gibi gelen uzunca bir süre beklediğiniz zamanları yaşıyoruz. Önümdeki çocuğun, ”peki o zaman Baltimore’a giden bir uçağa bakabilir misiniz?” diye sorduğunu duyuyorum. Bu çok parlak bir fikir. Washington yakınındaki bir havaalanına inmek. Havaalanından eve kadar yol, 45 dakika yerine 1 saat sürer. Çocuğun arkasından ben de aynı opsiyonu seçiyorum. Tıkır tıkır yazılar bir türlü bitmiyor. Kadın sonunda, ”Baltimore uçağı Delta havayoluna ait. Sadece 55 dakikanız var ve önce bavullarınızı 9 numaralı bagaj bölümünden almanız, oradan 3 numaralı terminale geçmeniz, Delta’da check-in yaptırmanız ve güvenlik taramasından geçmeniz gerekiyor. Eğer uçağı kaçırırsanız, bundan sonrasını Delta ile halletmeniz gerekecek. Bizimle işiniz kalmıyor” dedi. ”Kabul ediyorum” dedim. Kas hafızası denilen bir şey var. Bir depar atarım, herkesten önce Delta’ya varırım diye hesap yapıyorum. Bavulların bulunduğu bölüme gitmek için, o çok yürüdüğümü düşündüğüm yolu koşa koşa geçiyorum. Ciddi bir nefes darlığı problemi ortaya çıkıyor. Fena halde terliyorum. Ama paltomu çıkartırsam, elimde taşıyacak gücüm yok. Seçimimi terlemekten yana yapıyorum. Bavullar olması gerektiği yerde beni bekliyor. Hemen kapıyorum.

Tekerlekleri var neyse ki. . Üzerinde, hemen herzaman uçakta donduğum için sarınmak üzere alpaka ve kaşmir atkıları içine koyduğum kocaman torba gibi olan mor çantam. Peki ben 8′inci terminalden 3′üncü terminale nasıl gideceğim? Birilerinden öğreniyorum ve arkasından, koş koş koş, Deniz koş. Yürüyen merdivenler, kalabalıklar arasından, çocukları ezmeden, insanlara çarpmadan, iki koca bavulla ve bir büyük torba çantayla. Bir asansör buluyorum, Airtran’e giden. Asansörde, American Airlines’ta önümde bekleyen çocukla karşılaşıyorum. Sanki akrabaymışız gibi, birbirimizi görünce seviniyoruz. Asansörde nerede inmemiz gerektiği biraz karışık. Neyse kısa bir şurası mı, burası mı tartışmasının ardından doğru yerde iniyoruz. Şimdi birlikte koş koş koş koş halimiz var. Çocuk şanslı. Sadece bir bavulu var. Delta’dayız. Önce check-in yaptırmamız lazım. Muazzam bir kuyruk var. Kuyruğa giriyoruz. Arkasından ben sonradan İtalyan olduğunu öğrendiğim ve kendi kendime adını Roberto koyduğum yol arkadaşıma, ”bizim uçağımız hemen şimdi. Gel oraya gidip birilerinden yardım isteyelim. Yoksa kaçıracağız” diyorum. Elimizde bavullar ve muazzam bir insan kalabalığı. Onların arasından ulaştığımız masadaki kadın, bizi öbür uca gönderiyor. Oradaki adam, biletlerimize bakıyor ve, ”bu elinizdekiler işe yaramaz. American Airlines size bilet vermemiş ki!” diyor. Roberto ile isyan ediyoruz. ”Birşeyler yapın lütfen!”. Telefon konuşmalarının ardından işimiz halloluyor.

Koşa koşa güvenliğe gidiyoruz. Uçağın kalkmasına tam on dakika var. İç uçuş olmasına karşın, üzerimde her soyadından ayrı bir kimlik bulunan ben, pasaportumu göstermek zorundayım. Tek doğru isim orada. Birbirine zımbalı üç Türk pasaportunu gören siyah renkli güvenlik görevlisi kadın, hiç çekinmeden, artık ne olduğunu ezberlediğim, ”güvenlik için kenara ayırın” anlamına gelen ”SSSSS” yazılı bölümü mavi fosforlu kalemle daire içine alıyor. Gözlerinin içine bakıp, ”Thaaaaanks!!!” diyorum. Daha önceki yolculuklarımda, bu yapılana isyan edecek olmuştum. Bunun, Türk pasaportu taşımakla kesinlikle bir alakası var. Ama Amerika’da sorarsanız, ”ah bayan, bu tamamen random (rasgele) bir uygulama” diyorlar. Random my ass!

Neyse, x-ray’den bavulum geçti. Elimden uçuş kartım alındı. Çantamı arayacak bir kadın güvenlik görevlisi bekleniyor. Görevli bir türlü gelmiyor. Oradaki bir başka kadın görevliye, ”uçağım on dakika sonra kalkıyor. Lütfen, lütfen biri çantama baksın!” diyecek oldum. Kadın, ”Eksküiz miii?” diye üstüme kükredi. Bu ”eksküizmi” lafı çok enteresan bir laftır. Hesapta özür dilemek anlamına geliyor. ”Pardon” gibi birşey. Ama içinde çok başka anlamlar taşıyor. Mesela, birisi önünüzü tıkadı, durmaması gereken yerde duruyor. ”Eks küiz mii!!!” diye höykürürsünüz. Yani meali, ”ulan hayvan, çekil önümden, yolu tıkamışsın’dır”. Ama dışardan bakınca, ”pardon” demek.

İşte böyle, Amerika’da bir güvenlik görevlisi size ”eks küiz mi?” dediyse, olduğunuz yere mıhlanıp kalıyorsunuz. Bu sefer, olabildiğince şirin ve yumuşak bir sesle, ”ah uçağım da on dakika sonra kalkıyor. Lütfen yardım edin de ef de püf de” bir şeyler geveledim. Beş, altı kişiden oluşan tamamı siyah güvenlik görevlileri, benim bütün sızlanmalarımı görmezden geldi. Hiçbiri yüzüme bakmıyordu. Çantam orada, plastik tepsi içinde bekliyordu. Benim arkamdan gelen zavallı Roberto da aynı şekilde güvenlik için seçilmişti. Sanıyorum benimle konuşuyor olduğu görüldüğü için. Her nasılsa, arkamda olmasına karşın, güvenlik görevlisi kadın, önce Roberto’nun çantasını açtı. Ben, ağlamak üzereydim. Oğlanın el çantasındaki pahalı bir şey olduğu anlaşılan duş jeli ”aha! Sıvı uçağa giremez” denilerek geri çevrildi. Roberto, Delta masasına gerisin geri koşmalı, bavullarını geri çağırtmalı ve banyo sabununu bavuluna koydurmalıydı. Veya ”tamam yaaa, çöpe atın, uğraşamayacağım” diyecekti. O eşyalarını bavula koydurtmayı seçti ve Delta’ya doğru koşmaya başladı. Ben, ”lütfen lütfen, birisi çantama baksın” diye sızlanıyordum. Siyah adamın, aksanından yabancı olduğu anlaşılan ama beyaz Amerikalı bir kadın gibi görünen birisine kötü davranarak aldığı psikolojik intikamın hedefiydim ben. Yeterince beklettiklerine ikna olduktan sonra, ”eks küiz mi?” lafını çeken kadın, ”Deni” diye seslendi. Bu ben olmalıydım. Damgaladığı biniş kartımı bana uzattı. Hiç aranmayan çantamı ise alabilirdim. Zaten içinde iki tane büyük atkıdan başka birşey yoktu.

Roberto ile beraber uçağa depar attık. Bütün o heyecanlı koşturmaca boşunaymış. Uçuş önce bir yarım saat, sonra bir yarım saat daha, arkasından bir yarım saat daha ertelenecekti. Tam biniş zamanı geldiğinde, ”Koltuk numarası verilmeyenler lütfen beklesin” denildi. Dehşet içinde, Roberto ile elimizdeki biniş kartlarında, bir koltuk numarası olmadığını farkettik. Uçağa binemezsem, bavullarımı geri almam, taksiye atlayıp gecenin bir yarısı New York’ta kalacak otel bulmam ve ertesi gün de muhtemelen trenle Washington’a dönmem gerekecekti. Bu yorgunluğa daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. O uçağa kendimi atmak zorundaydım. Tam benim adım, koltuk numarası verilmek üzere duyurulduğunda, bir adam koluma yapıştı. New York’a gelen uçakta beni uzaktan görmüş, Türk olduğumu tahmin etmiş, Boston’a giden uçağa ne olduğunu tespit etmemi istiyordu. Benim kapıdaki uçuş görevlisi adam bilmiyordu. Elime biniş kartımı tutuşturdular. Türk adama, ”kusura bakmayın, uçak kalkıyor artık. Size iyi şanslar” demek zorunda kaldım. ”Tamam teşekkürler” dedi. Öyle garip garip bakan haline üzüldüm. Çünkü o karmaşıklığın ortasında İngilizce bilmek bile çözüm olmuyordu.

Delta’nın Baltimore’a giden uçağı küçük bir şeydi. Pilot tam Roberto’nun ardından, ”bu uçak daha fazla yük kaldıramaz” diyecekti. Üç beş yolcu, geride kaldı. Uçak çok soğuktu. Mor çantamdan hemen beyaz, uzun alpaka atkımı çıkardım. Üzerime boydan boya örttüm. Bir buçuk saatin sonunda Baltimore’daydık. Bavullarımın sorunsuz bir şekilde çıktığını görünce gözlerime inanamadım. Hala çok sakindim. Hiç kızmamıştım. Telefonda geldiğimi haber alan bir arkadaşım, ”bunca zorluğun ardından çok sakin bir sesle konuşmana inanamıyorum. Bence, çok yorulmuşsun, o yüzden kızmaya enerjin kalmamıştır” diye bir yorumda bulundu. Haklı olabilir.

Takside hiç konuşmadım. 98 dolar taksi parası ödedim. Taş gibi boğazıma oturdu. Daniel, gece yarısını bir saat geçe ulaştığım apartmanın önünde bavulları taşımaya yardım etmek üzere beni karşıladı. Ben de, ”oh be, nihayet!” dedim. Bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrını gösterenler de derin bir soluk alsınlar derim.