Bu blog tutma işine daha önce başlamalıymışım. Blogum çok kısa sürede ”görülmemiş” bir başarı kazandı. Aldığım feedback müthiş. Mesela annem, ”benim okuduğum bütün internet sitelerine on basar!, çok güzel olmuş” diye yazmış, gönderdiği e-mailde. Çok memnun oldum. ”Aman annesinin söylediğini yazıyor, annesi olduğu için beğenmiştir’ diye hemen küçümsemeyin. Annem diye demiyorum, bir şey söylüyorsa, bir bildiği vardır. Yıllar önce Ankara’daki eski evde otururken, ben küçük bir kız çocuğuyken, yan apartmanda komşumuz Rukiye Teyze vardı. Rukiye Teyze, her konuda annemin bilgisine başvururdu. Annem onay vermezse, ciddi meselelerde hiç bir adım atmazdı. Genellikle danışmalarını da camdan, ”Seeeeeer-piiiiiiiiiiiiiil!!!” diye seslenerek başlatırdı. Bir gün yine böyle bir danışma seansı başladığında ve annem cama çıkıp ”efendim Rukiye, ne oldu?” diye sorduğunda, Rukiye Teyze’nin şu soruyu sorduğunu duyduk; ”doktor, benim kıza falanca falanca şurubu verdi. İçireyim mi?”. Rukiye Teyze için, annem, doktordan, muhtardan, hakimden, polisten, devletten daha yetkili bir kişiydi.

Dolayısıyla buradan da, benim blogun, bütün internet sitelerine on bastığı gerçeğini kabul etmeniz gerekiyor. Şimdi nerede ne yapıyordur bilemiyorum ama Rukiye Teyze’nin de bana katılacağını sanıyorum.

Şu an itibariyle, ki şu anda saat Washington’da cuma akşamı tam 6:29′u gösteriyor, http://denizinwashingtongunlugu.blogspot.com/ adresine göz atanların sayısı sekiz. Bu sekiz okuyucumun kim olduklarını merak ediyorum bir an. Kimbilir dünyanın hangi köşelerinden okuyucularım var…Biri annem. Biri Özgür abim. Diğerleri de, benim haber verdiğim arkadaşlarım olsa gerek. İnsanın okuyucularını isim isim bilmesi, daha samimi bir ortam yaratıyor. Blogspot mahkeme kararıyla kapatıldığı zaman Daniel’ın benim için açtığı ve aşağı yukarı aynı yazıları postaladığım http://blog.denizreport.com/ adresine bakanların sayısı ise ellisekiz! It is a blast!

Bugün Pınar’dan bir telefon aldım, bana meditasyon yastıklarının hala sıkıntı çıkarıp çıkarmadığını sordu. Özlem, ”ben de meditasyon yapmaya özendim” dedi. Ender abi, ”meditasyonun öyle yastıkla falan ilgisi olmaz, ne yastığı, bi de yatıp uyusaydın” demiş. Elvan, ”Amerika’daki kitap ve film eleştirilerini de bekliyorum” diyor. Taa İngiltere’den, Amerikan seçimlerini izlemek üzere bugünlerde Washington’a gelen Alper’den bile telefon aldım. ”Deniz blogunu okudum, çok güzel olmuş” dedi.

Ebru da, telefon konuşmamızda, blogumun hoşuna gittiğini muhtemelen söylemek üzereydi ki, Ebru’nun ufaklıklardan biri, bir saati bulan konuşmamızı, ”anne çabuk telefonu kapat!” diye bölme teşebbüsünde bulundu. Tabii Ebru, ”kapatamam!” diyerek ufaklığı susturdu ama artık konu değişmişti. Benim blog araya karıştı. Seyit, bu adresi ”bookmark” olarak eklemiş. Yelda da ”beğendim” diye not göndermiş. Evrim, ”çok iyi bir fikir, afferim” demiş. Evrim, bir şey hoşuna gittiği zaman hep ”afferim” der. Hande, kendi bloguna link bile koydu. O daha ciddi şeyler yazıyor. Amerikan ekonomisinin durumu gibi. Çok kelli felli yazılar. Ağırlığı var. Bugün Hande ve Daniel ile öğlen yemek yedik. Daniel ile ikinci kez karşılaşıyorlar. Metroda Hande'ye hoşçakal dedikten sonra Daniel bana döndü ve ''Hande iyi birisine benziyor. Cumhuriyetçi olmasının dışında! Çok şaşırdım, çünkü hiç de Cumhuriyetçi'ye benzemiyor'' dedi. Bu çok komik çünkü yemekte Daniel, Cumhuriyetçiler hakkında atıp tutmaya başlayınca, ''dikkatli ol lütfen, Hande Cumhuriyetçi Parti'yi destekliyor'' diye şaka yapmıştım.

Pınar, Daniel’ın bu akşam ne yemek yapacağını sordu. Burada önemli bir noktaya dikkati çekmek istiyorum. Geçen yazıdan sonra oluşan yaygın kanının aksine, ben de arada yemek yapıyorum Pınar! Bunu bütün dünyanın bilmesinde fayda var. Neyse şimdi merak edenler olur, haftanın yorgunluğuyla bu akşam yemek yapamayacağız ve bakkaldan hazır tavuk aldık. Geçenlerde sohbet ederken yine bu ”bakkal” lafını kullanınca Elçin pek bir gülmüştü. Amerika’da bakkal ne gezer. Garip bir kavram. Her yerde yok biliyorum ama valla bizim mahallenin küçük bir bakkalı var. Etiyopyalı bir aile işletiyor. Şimdi bütün bilgileri doğru vermek lazım. Ben doğru bilgi sağlamanın, bütün gazetecilerin görevi olduğunu düşünüyorum. Hazır tavuğu, bu bakkaldan almadık, Whole Foods’tan aldık. Yemek yapacak hal yok bu akşam. Daniel, Best Buy’dan yeni aldığı bir bilgisayar oyunuyla meşgul. Ben de, ”meraklı okuyucularıma” son gelişmelerle ilgili bilgi veriyorum.

Marketten eve yürümek çok yorucu oldu. Bu sabah bir basın toplantısı izledim. Aciliyeti olduğu için, haberi hemen yazmak gerekti. Dizüstü bilgisayar da yanımdaydı. Sırtımda dizüstünü taşıdığım ağır bir çanta, elimde market torbaları, uzunca bir yol yürümek zorunda kaldım, Daniel ile. Bizim gibi Amerika’da araba olmadan yaşamaya çalışanlar için çok tanıdık bir manzara. Bana sorarsanız, arabanın sigortasıydı, park yeriydi, park parasıydı derken, seksen tane sıkıntısı var. Metro bir çok yere ulaşım sağlıyor, gitmediği yerlere de taksi var.

Bitirmeden önce, kitap ve film konularına ve meditasyon yastıklarımdaki son duruma değinmem lazım. Önce yastıklarla başlayalım. İki yastıktan yuvarlak olanının yan tarafında bir fermuar keşfettim. Yastığın içine doldurdukları buckwheat denilen ve fermuarı açar açmaz her yere pul pul dökülen şeyin bir kısmını bir torbaya aktardım. Böylece yastık daha yassı oldu. Yeni düzenlemenin ardından, bu akşam muhtemelen ”vaktim olursa” meditasyon yapmaya teşebbüs edeceğim. Çünkü yazılacak seçim yazıları var. Bizim müdüre söz verdim. Meditasyon, kafamızı boşaltıp sakinleşip daha verimli olmamızı sağlıyor ya hesapta! Bazen iyi geliyor, bazen de çok daha fazla yorulmuş kalkıyorum. Bacağa kan gitmemesi ve bir süre yürüyememe gibi yan etkileri var. Söylüyorum buradan: Meditasyon herkese göre değil. Yeterli inat ve sabır sahibi olanlara göre.

Film meselesine gelelim. Netflix’e daha yeni üye oldum. Çok yararlı bir videocu. İnternetten seçip ısmarlayın, postadan filmler geliyor. Seyredip, postalamaya hazır zarfı geri yolluyorsunuz. İki tane film var seyredilmeyi bekleyen. Birincisi ”Waitress” (Garson kız) diye bir film. İkincisi, Al Gore’un promosyonunu yaptığı çevre ile ilgili ”The Inconvenient Truth” (Rahatsız edici gerçek) filmi. Seyredince buradan fikrimi anlatırım. Ama ne zaman seyretmeye vakit bulurum onu bilemiyorum. Beklentilerinizi yüksek tutmayın diye söylüyorum.

Kitap ne okuyorum? Pema Chödrön’dan, ”comfortable with uncertainty” (belirsizlikle rahat olabilmek) diye bir kitap. Küçük bir cep kitabı. Bu meditasyon yastıkları da Pema’nın başının altından çıktı zaten. Bir heves, yastıklarımızı aldık, oturduk. Pema diyor ki, ısrarla oturun deneyin. Her gün. Üzüntülü, sıkıntılı olduğunuzda da, sevinçli, korku dolu olduğunuzda da, boşluk hissettiğinizde de. Amerikalılar meditasyon, yoga gibi meselelere pek bir merak sarmış durumdalar. Ama her şey gibi bu da bir ticaret meselesi olmuş. Meditasyon yastığı mesela. Daniel bana, bizim üstü işlemeli kırmızı yastığı gösterip, ”niye bunu kullanmıyorsun?” diye sormuştu. Gözlerimi devirerek, ”Aa şaka mı yapıyorsun şekerim?” demiştim. ”Meditasyon, meditasyon yastığında yapılır!” Halbuki, eski Hindistan’da, Çin’de, meditasyon yastığı mı varmış. Adam, ağacın altına oturup, her tarafından şişleyen sivrisineklere aldırmadan, kıpırdamadan saatlerce meditasyon yapıyor. Esasen, bu meditasyonu, yürürken, yemek yerken, çalışırken, her yerde yapmak mümkün. Meditasyondan ben şunu anlıyorum, ”olmak”. Düşüncelerle bulutlanmış bir dünyada yaşamak yerine, bir şeyi yaparken, tüm varlığınla orada olmak. Bir şeye dokunurken, gerçekten dokunmak, yürürken yürümek. Arkadaşınızı dinliyormuş gibi yaparken, ”akşam ne yemek yapsam acaba?” diye düşünmeden durabilmek. Yemek yerken televizyon seyretmemek. İşte bu sonuncusunu ben yapmakta çok zorlanıyorum. Televizyonda ”90210 Plastic Surgeon” varsa hele, yanında Cheetos yemeden olmuyor. Hatta üzerine de kola içmek lazım. Sıkıntılı olduğumuz zaman, ilk yaptığımız şey, bu duygudan kurtulmaya çalışmak. ”Kötü” diye etiketlediğimiz duygulardan, düşüncelerden hemen kaçmaya çalışıyoruz. Pema’nın öğütlediği, bunlardan kaçmak yerine yüzleşmek. Bu duygularla kalabilmek. Çünkü o zaman, sıkıntılı duyguları bodrum katına atmaktansa, ortaya çıkmasına izin veriyorsunuz ve bu enerji, bastırılmaya çalışılmadığı için zaman içinde buharlaşıp gidiyor. Mesela ”üzüntü” duygusu. Meditasyona oturup, -ki illa bağdaş kurmak ve meditasyon yastığı kullanmak gerekmiyor, rahat bir pozisyonda, hatta sandalyede oturmak da mümkün-, üzüntü duygusunu çağırıyorsunuz. Ama bunun yararlı olması için, mesela üzüldüğünüz bir durum varken yapın. İlla üzüntü olması da gerekmez. Ben sıkıntıyı çok kullanıyorum. Hani, hemen kalkıp gidivermek, dikkatimi oyalayıcı birşeylerle dağıtmak istiyorum ama sıkıntı duygusuyla yüzleşmeyi denemek kadar zor bir şey olamaz. Cehennem azabı. Şuna benzer sorular soruyorsunuz. ”Bu duygu ne renk? Sıcak mı soğuk mu? O zaman, bu duyguların sizin dışınızda bir şey olduğunu farkediyorsunuz. Okuyun işte. Türkçeye çevrilmiş mi bilmiyorum. Öyleyse haber verirseniz memnun olurum.

Yeni bloguma destek veren bütün eşe dosta teşekkür ederim.






Dün postadan beklediğim kutu geldi. İçinden, tam beklediğim gibi, biri yuvarlak, biri kare şeklinde iki adet ''meditasyon yastığı'' çıktı.

Bunları internetten seçip ısmarlaması zaman aldı, itiraf edeyim. Aslında, üzerinde dragonfly desenleri olan, gayet ''Uzakdoğu'dan geldim'' havası bulunan kırmızı renkli bir yuvarlak yastık beğenmiştim. Ama o tek başına satılıyordu. Benim seçtiğim ise, yuvarlak yastık ve onu üstüne koymak için büyük kare şeklinde bir başka yastıktı. İkisi de siyah. Kırmızı ve ''cool'' yastık yerine, aynı fiyata iki yastık. Üstelik, internette bu takım yastıkları alan bir kadın, boyu 6'8 olan kocasının ne kadar rahat ettiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Bu yastıkları aldıktan sonra meditasyon yapmak ''easy as a breeze'' olacaktı. Daniel'a, ''İngilizce'de 'easy as a breeze' benzeri bir deyiş vardı. Doğrusu tam olarak öyle miydi?'' diye sordum. Bana, ''easy breezy cover girl!'' diye yanıt verdi.

Şimdi bu yastıklara kurulunca, laf bu ya, çok rahat edecek dizlerimiz, eklemlerimiz. Bir zamandır, evde bir yeri, meditasyon köşesi olarak tayin etmeyi düşünüyordum. Yastıklar da geldi ya, artık hazırız. Bugün bütün gün, yağmurlar yağdı, hala da yağıyor. Hoş bir serinlik var. Balkona yakın bir yere yastıklarımı koydum. Yastıkların önüne de, benim için anlamı olan bir takım nesneleri koyarak böyle bir köşe yaratma niyetim vardı. Ne olabilir? Komik bir kombinasyon çıktı. Nike Airmax 360 spor ayakkabılarım, cam kavanoz içinde bir adet mangolu ananaslı mum, küçücük bronz bir heykelcik, 150 yıllık bir gelenekten gelen Çinli bir ailenin yaptığı ve sokak pazarından aldığım bir kolye. Önemli olan, bu nesnelere sevgi duygusu hissetmek. Ben ise, sevgimin büyük bir bölümünü spor ayakkabılarıma akıtıyorum belirgin bir biçimde.

Bu ayakkabı, meditasyon yastıklarından bir kaç gün önce geldi postadan. Bir önceki ayakkabılarımın aynısı, sadece renk mor. Rengi özellikle seçmedim. Ayakkabının modeli, rahatlığı yüzünden önemliydi. İki sene önce piyasaya çıktığı için, tamamen aynısını bulmak zor oldu. Aynı mavi renkten arıyordum. O kadar çok koştum ki o mavi renkli emektar spor ayakkabılarıyla...Aramızda duygusal bir bağ vardı. Geçenlerde bir koşu dönüşü, hava dolu tabana küçük bir taşın sıkıştığını gördüm. Nasıl oldu bilmiyorum. Taşı çektiğimde ise yerinde bir delik açıldı ve ayakkabı kullanılamaz hale geldi. Müthiş eğlenceli bir ses çıkarmaya başladı, her adım atışımda. Böylece, mor ayakkabılar geldi. Bulabildiğim tek renk buydu. Ve ayakkabıları görür görmez, hemen sevdim.

Bu sabah, meditasyondan önce ağaçların arasında güzel bir yürüyüş planlıyordum. Ayakkabıların ilk sokağa çıkışı olacaktı. Oldu da. Belki elli metre ilerlemiştim ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla eve dönmeye zorlandım. İlk sokağa çıkışımız fiyasko oldu. Neyseki, daha fazla ilerlememiştim ve çok ıslanmadan geri döndüm.

Gelelim meditasyona. Sanki meditasyon yaparken tek sorunumuz, dizlerimizin rahat etmesiydi ya...Yastıkları almıştık, en sevdiğimiz nesnelerle bir köşe de donatmıştık. İş, şimdi sessiz sessiz oturmaya kaldı. İyi niyetle oturdum yastıklara. Yerleşmesi epeyce bir uzun zaman aldı. Dizlerimiz rahat gibi. Fakat bu yuvarlak yastığı doldurdukları buckwheat denilen nesne kıçımıza batıyor. O kadar kusur kadı kızında da olacak tabii. Balkon kapısı açık ve serin rüzgar odaya doluyor. Yağmurun huzur veren sesini dinliyorum. Ve sessiz olarak geçirilmesi gereken süre içinde, bu yastıkları alırken nerede hata yaptığımı düşünüyorum. Pazar gecesi yazmayı planladığım haberi kurgulamaya başlıyorum. Bu düşünceleri farkedince, aynı Tibetli rahibe Pema Chödrön'un tavsiye ettiği gibi, ''thinking!!!'' (düşünüyorum) diyorum ve ''sheer delight'' hissederek, sessizliğe geri dönüyorum. Ortalama iki saniye kadar sessizliği enjoy ettikten sonra, evin karşısındaki ormana gelen geyikleri benim sadece bir kez görmüş olmama karşın, Daniel'ın en az on kez görmesinin bir haksızlık olduğunu düşünmeye başlıyorum. Arkasından geçen gün Hande ile ne güzel vakit geçirdiğimizi hatırlıyorum. Oradan, saçlarımı kestirmekle ne kadar iyi yaptığım ve kışı rahat geçireceğim düşüncesine atlıyorum. Bu düşünce akışı, arada bir kendime gelip, ''thinking'' dememle bir kaç saniyeliğine kesiliyor ve sessizlik deneyimi sadece birkaç saniye için de olsa yaşanıyor.

Ardından, herzamanki tanıdık hisle yüzleşiyorum. Sıkıntı. Hemen bu yastıklardan kalkmak, kanepeye uzanmak ve televizyonu açmak istiyorum. İdeal durumda, iki paket hot flaming cheetos ve kola da olmalı yanımda. Ama, cheetos yiyerek ve üzerine kola içerek ve televizyonda ''90210 Plastic Surgeon'' ya da ona benzer bir ismi olan programı ya da ''Charm School Rock of Love'ı'' seyrederek bu sıkıntının geçmeyeceğini biliyorum. Yüzleşmek! Tek çözüm bu. Neyseki bugün, başka zamanlara nazaran daha hafif bir sıkıntı dalgası var içimde. Ama hafif olması da çare değil. Bu arada, dizlerimden müthiş bir isyan yükseliyor. ''Ah dizlerim çok acımaya başladı, bacağım uyuştu, eğer kalkmazsam öleceğim!''. Bundan ölmeyeceğime dair kendimi teskin ediyorum. Belki iki gün böyle oturmak zorunda kalırsam, sıkıntı çıkabilir. Giderek mesele kendimi, bu sıkıntıdan kurtarmaya dönüşüyor ve kendi kendimi kandırmak için çeşitli ikna edici bahaneler buluyorum. ''Hemen kalkmazsam, belki bacağıma uzun süre kan gitmediği için hayatımın geri kalanını amputee olarak geçireceğim!''. Tabii bu kendime söylediğim bir yalan ve bir kaç saniye içinde bacaklarımı düzeltmeye çalışıyorum. Sağ ayağımın parmakları, verdiğim ''go!'' komutunu yanıtsız bırakıyor. Böyle bir süre oturuyoruz. Bacağını hareket ettirmek isteyip de yapamamanın garipliği üzerine düşünüyorum biraz. Sonra ayaktayım.

Bu meditasyon çok yorucu bir şey. Yorgunluğumu atmak için hemen kanepeye uzanıyorum. ''90210 Beverly Hills Plastic Surgeon'' programını seyrediyorum. Daniel fırında pizza yapıyor. Çok geçmeden, meditasyon yorgunluğumu (!) atıyorum.

Yarın yeni bir gün. Güneşli olacakmış.