Saat sekize üç var. Hava çoktan kararmış. Soğuk. Sinemanın önü bebe kaynıyor. En son liseye giderken bu yaşta bebe görmüştüm birarada. Bir enerji bir enerji, bu soğukta! Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Arı kovanına düşmüş gibi hissediyorum. Düşmedim hiç de, düşsem böyle olur belki de. Kuyrukta yüzbin milyon tane bebe. Saat...Vakit...Nasıl oluyorsa bir kaç dakika içinde sıra bize geliyor, Daniel, ''Quantum of Solace'' diyor gişedeki adama. ''saat sekiz için, iki kişi''. Mısır almıyoruz, kola da almıyoruz. Mısır ve kola olmadan ben sinemada çok sıkılırım. Hatta sinemaya gitmenin anlamı yok, mısır ve kola yoksa. Vakit yok. Salona giriyoruz, daha yirmi dakika falan sürecek gelecek program reklamları başlamamış bile. Her yer bebe kaynıyor. En önden dördüncü sırada, en sağda koltuklara oturuyoruz. ''Burası çok yanda, ne biçim!'' diyorum. Daniel, sinema ekranında da yazdığı gibi bana ''please enjoy the show!'' (lütfen keyifle izleyin) diye yanıt veriyor. Sinema ekranında böyle bir şey yazması çok saçma. Sanki orada yazmazsa ben akıl edemeyeceğim filmi keyifle izlemeyi. Belki keyifsizim, hayret bir şey. Keyif benim değil mi?

Bizim oturduğumuz tarafın en önünde dört koltuk var. O dört koltuğun üzerinde 8 adet kızlı erkekli bebe oturuyor. Sürekli birbirleriyle itişiyorlar, birileri yere düşüyor. Filmin başlamasına rağmen konuşmalarına ara vermiyorlar. Onların arkasında oturanlar da aynı gruptan. Sürekli bir koltuk rotasyonundalar. Gülüşmeler. Kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Yaş ilerledikçe tahammülsüzleşen, genç olmanın ne demek olduğunu unutan biri gibi davranmayayım diyorum. Filmin ilk yarım saatinde, bu 15 yaşlarındaki bebelerin itişmelerini, gülüşmelerini, konuşmalarını dinliyoruz. Salon dolu. Ama kimse onları uyarmaya cesaret edemiyor. Yarım saati geçirdikten sonra benim sinirlenme limitim doluyor. Kafamdan türlü senaryolar yazıyorum. Susmalarını mı söylemeli, yoksa çıkıp sinema güvenlikçilerine mi şikayet etmeli? Sonunda, en sağda oturan sarışın kızın kahkahalarından, Ceymis Bond'un ne dediğini anlayamaz hale gelince, biraz da bezginlikle yükselttiğim bir ''Şaaaat aaaappp!'' (Susun!)çıkıyor ağzımdan. Herkes bunu bekliyormuş. Arkamdan bir adam, ''Yes! Şat upp!'' diye kuvvetle onaylıyor. Bebeler tınmadıkları gibi, cevap yetiştiriyorlar. Bir tanesi bana ve arkamdaki adama, ''yu şat up!'' diyor. Bir başkası, ''şat yor trep!'' diye bağırıyor. Daha fazla gülmeye ve konuşmaya başlıyorlar.

Kafamdaki senaryolar giderek ağırlaşıyor. Hayalimde, yerimden fırlayıp bebelerin önüne dikiliyorum, ''bu kadar konuşacak şeyiniz varsa, çıkın bir kafeye gidip konuşun!'' diyorum. Sonra, bunun işe yaramayacağını düşünüyorum. Hemen bunu silip yerine daha sert bir şey konduruyorum. En iyisi şu durmadan kahkaha atan sarışın kızın saçını çekerim. Şöyle sertçe, arkaya doğru. Şaşırtıcı bir hareket olmalı. Sonra hızla, yanında oturan ve sürekli ön sıra ile arka sıra arasında yürüyüş yapan oğlana bir tokat patlatırım. Belki yanındaki oğlana da. Tabii bunun bedeli olur. Kalkıp bir tane bana yapıştırırlarsa ne olacak? Daniel bu işe karışırsa alayını döver. Belki, koşup hemen ön sıradakilere okkalı birer tokat patlatıp sonra da sinemadan kaçmak lazım. Zaten film çok sıkıcı! (Seyrettin mi de sıkıldın?)

Bu arada, acaba Daniel bu konuda ne düşünüyor diye dönüp bakıyorum. Daniel, gözlerini bile kırpmadan, çok sert bir ifadeyle öndeki bebelere bakıyor. Anlıyorum ki o da benimle benzer düşünceler içinde. Bir süre sonra bebeler sıkılıyorlar, -dedim ya film çok ama çok sıkıcı-, çıkıp gidiyorlar. İşte şimdi filmi seyredebiliriz. Filmdeki hatun epeyce güzel. Bir tane daha taş hatun peydah oluyor. Sonunda bu taş hatunlardan birini petrole bandırıp çıkarıyor birileri (nasıl olduğunu görmüyoruz) ve de tertemiz beyaz çarşafların üzerine öylece yatırıyor. Niyeyse çarşaflara petrol bulaşmamış. En çok buna şaşıyorum. Ne kadar da temiz iş çıkarmışlar diye. Bu kızcağıza bu fena işi kimin yaptığını ise anlayamadım. Seyrettirmedi ki bebeler filmin başını.

Filmdeki gürültü ve vahşet ve sıradan senaryodan fenalık geliyor. Daniel'a dönüp, ''gitsek mi acaba?'' diye soruyorum. Kafasını iki yana sallıyor ''hayır'' anlamında, gözü filmde. Ama arada bir derin derin iç çekmesinden, onun da çatlamak üzere olduğunu anlıyorum. Artık tek çarem var. Meditasyon! Tara na naaaam. Hemen gözlerimi kapıyorum. İçimdeki büyük derinlik, huzur vs. diye...Valla işe yarıyor. Filmin gürültüsünü bile duymuyorum pek. Beni rahatsız etmiyor artık. Daniel, ''what's up?'' (ne oluyor?) diye elini omzuma atıncaya kadar sürüyor. Gözlerimi açıp, ''filmden çok sıkıldım. O kadar sıkıldım ki daha fazla sıkıldığım bir zamanı hatırlamıyorum!'' diyorum. Sonra bundan daha kötü durumda olan insanları düşünmeye çalışıyorum. Mesela hapiste olabilirdim. Daha dün bir dergide hapisteki bir adamın harika bir dille yazdığı yazıyı okumuştum. Bu nasıl bir insani derinlik, nasıl bir güzellik diye içim erimişti.

Ortabatı Amerika'nın kavurucu yaz sıcağında, herkesin unuttuğu bir hapishanede, on beş gün güneş yüzü görmedikten sonra, elleri arkadan kelepçeli, avluya çıkarılmıştı adam. Diğer mahkumlarla beraber tek sıra halinde. Gökyüzüne bir bakış atmak, bir kuş sesi duymak, ağaca benzer yeşil bir şey görmek istiyordu. Bütün umudu buydu. Gardiyanlarsa, yukarı bakmayı yasaklamışlardı! Herkes ayağına bakarak yürüyecekti. Kelepçeler ellerini kesiyor, bileklerinde kanlı izler oluşturuyordu. Boynu kırılmış olan hücre arkadaşı, o haliyle yürümeye zorlanıyordu. O durumda bile adam, ''ne yapabilirim, burada insanlık adına, benim yapabileceğim iyi olarak ne var?'' diye sormuştu kendisine. Şakır şakır terliyordu. Gardiyanlar, rüzgar fanlarını kendilerine doğru tutmuşlar, bir köşede bekliyorlardı. Adam, ''böyle yerlerde insanlığın unutulması çok rastlanan bir şeydir. Sadece mahkumsunuzdur. Elinizin acıdığı, aşırı sıcaktan fenalaştığınız, kırık boyunla yürümek zorunda bırakıldığınız için kimse size üzülmez'' diyordu. Adam, meditasyon bildiği için, biraz huzur bulabilmişti. Diğerlerini düşündü. Onların acılarını hafifletmek için ne yapabileceğini. Hücreye döndükleri zaman, hücre arkadaşı, kendisine gerektiği gibi tedavi imkanı tanınmamasından, bu halde yürümeye zorlanmasının zalimliğinden bahsederken, adam şöyle düşündü: Hücre arkadaşım için şunu yapabilirim. Onu kalbimi açarak, dikkatle dinleyebilirim. Acısını, sıkıntısını boşaltmasına izin verebilirim. Böylece onu düşünen, dinleyen bir insan olduğunu bilecek ve bu ona bir var olma sebebi verecektir.

Tabii söylemesi kolay. Dışarda veya içerde, nerede olursak olalım, bu şehirden nereye kaçarsak kaçalım, kendimizi de yanımızda götürdüğümüz için, bu ele avuca sığmayan, yerinde duramayan enerjiyi de aynen taşıyoruz. Mesele, nerede olursak olalım, kendi enerjimizi tanımak, onu olduğu gibi kabul etmek, içinde bulunduğumuz durumdan kaçmak yerine keyfini çıkarmak. Acı veya tatlı. Sonuçta, her şey geçiyor. Biz bile, bir gün gelecek, geçeceğiz bu dünyadan. Kalan hiç olmamış. Kimse duymamış. Nasıl geçeceğimize karar vermek ise bize kalmış.

Bu felsefi ve duygusal ve de meditasyonsal bölümden sonra gelelim Ceymis Bond'a. Bizim Etiyopyalı bakkalda çalışan Vasand'a göre, (Vasand Sri Lanka dilinde güneşin doğuşu demekmiş, Vasand'ın yalancısıyım), yeni Ceymis Bond filmi çok çok ama çok güzeldi. Tabii Vasand, bakkalda çalışmanın ve günlük çok lezzetli yemekler pişirmenin yanında, her gün spor salonunda 3 saat geçiren bir çocukcağız. Daniel'a bakıp, ''bir gün senin gibi olacağım!'' diyor. Spor salonuna gidip çalışmakla, Daniel gibi kolay bulunmayacak uzunluk ve genişlikte bir adam olamayacağını söylemek istemiyoruz şimdilik. Bir gün kendisi anlayacaktır diye varsayıyorum. Büyüyünce...Daniel kadar büyüyemeyince...

Bu yeni Ceymis Bond konseptini pek tutmadım. Nerede eski Bondlar. Sean Connery için sekiz tane hatunun biri gelir biri gider. Hiç ama hiç arkasına bakmaz Bond. Kızlar da birbirini kıskanmaya kalkışmazlar. Tabii film bu ne de olsa. Ceymis, niyeyse, bir önceki filmde ölen kızı düşünüp ona üzülüyor sürekli. Gözler kan çanağı, elinde içki bardağı, günlerce gecelerce uyumuyor. O kadar da vurdulu kırdılı bir hayat yaşarken hem de, uykusuz olur mu? C vitamini alması lazım, B kompleks vitamin alması lazım. Hem de bütün bu yorgunluğun üstüne 8 saat bir uyku çekmesi lazım. Maazallah adam hasta düşer. Neymiş, üzülüyormuş. Kendisi çatır çatır adamları öldürmesini biliyor ama. Hiç sormuyor, bu çatıdan attığım gardiyanın acaba evde bekleyen karısı, çocukları var mıdır, duyunca annesi babası üzülür mü diye. Nereden çıktı bu duygusallık anlamadım. Senaryoyu hiç ama hiç anlamadım. Daniel çıkışta, ''o binadaki yangın nasıl başladı sen anladın mı?'' diye sordu. ''Ben meditasyon yapıyordum, bina falan görmedim'' dedim. Başka soru sormadı. Gözlerimi açık tuttuğum aralarda, Fidel Castro'ya benzeyen bir üniforma giymiş ''kötü adam'' karakterini gördüm. Judie Dench, Bond'un annesi rolündeydi. Hesapta patronu biliyorsunuz. Ama böyle bir ''anne şefkati'' falan numaraları sıkıştırmışlar filme. Halbuki, en başında Judie Dench, ya da filmdeki adıyla Em, ''Bond'un bütün pasaportlarını ve kredi kartlarını iptal edin'' diyordu, sözünü dinlemedi diye. Ona güvenmiyordu en başta.

Filmin sonu nasıldı en ufak bir fikrim yok şu anda. Sadece iki saat onbeş dakika önce filmden çıktığımız hesaba katılırsa, bu çok enteresan. Tek hatırladığım, film bittiği zaman ''Yeeeey!!'' diye (Türkçesi Yaşasın!) bağırdığım ve el çırptığım. Bu arada Bond'u canlandıran Daniel Craig'e haksızlık etmeyeyim. Çok şık hareketleri var. Ama bir daha gitsin başka bir film seçsin kendine.

Sinemadan çıkmak da epey zaman aldı. Her yer yağmur gibi bebe kaynıyor. Birden anladım. Bunların hepsi, ''Twilight'' (Alacakaranlık) denilen yeni gençlik filmine geliyordu. Gençlik filmi diyorum da, vampir filmi aslında. Tanıdığım birisinin tavsiyesi ve bütün kitapçılarda boy boy afişleri nedeniyle gidip kitabını almıştım. İlk bölümünü Daniel ile beraber okuduk. Sonra bana sıkıntılar bastı. Kurgu şeyleri, çok çok ama çok başarılı değilse okuyamıyorum ben. Hiç de kolay beğenmem, bilen bilir. Daniel sonuna kadar okudu. Sonra da, ''lise çocukları için yazılmış, vampirlerin aşk romanı'' diye özetledi durumu. Sinemanın önündeki bebeler, bu filmi görmeye gelmişti. Bazen ben de böyle uyduruk bir roman yazayım, biraz para kazanayım diyorum. Sonra, öyle uyduruk bir roman yazarken ne kadar ama ne kadar çok sıkılacağımı düşünüp vazgeçiyorum. Düşünmeye bile değmez. Varalım zengin olmayalım. Zaten bugün bana Kanada piyangosundan para kazandığım duyuruldu e-mail ile. Niyeyse (!) Kanada piyangosunun parası bir Afrika bankasındaymış. Benden, sosyal güvenlik numaramı, banka hesap numaramı ve bilimum bilgileri istiyorlar. Koskoca Kanada piyangosunun e-mail adresi ise bir gmail adresi. Adres aynen şöyle: JamesKing@gmail.com Kanada piyangosuna katıldığımı hatırlamıyorum. Bana zaten sık sık piyangodan para çıktığı e-mailleri geliyor. Veya, falanca falanca kişinin bilmemne bankasında parası mahsur kalmıştır, bir süre bu parayı sizin hesabınızda saklamak istemektedir. Transfer için acaba banka numaranızı vermeniz mümkün müdür. İşlem çok aceledir, acilen bilgiler gönderilmelidir. Böyle kandırmaca e-maillere kanan eminim çok insan vardır. Onları buradan saygıyla selamlıyorum. Herkesin zayıf bir noktası var. Bir diplomat arkadaşım, e-maille gelen ''free laptop'' (bedava dizüstü bilgisayar) yazısına kanmıştı mesela. Laptop gelmediği gibi, evinin telefonu susmak bilmemişti. Saflığını kanıtlamış birisi olarak, fırsatçı şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı hedef kitle arasında kayıtlara geçmişti adı.

Ben gidip kendime bir sütlü çay yapayım. Bu yazıyı göndereyim. Hepinize son Ceymis Bond'dan daha iyi senaryolu aksiyon filmleri dilerim. Sırada seyretmek için beklediğim çok enteresan bir film var. Kolu yerine makinalı tüfek takılı olan Japon bir kızın heyecanlı maceraları. Çok güzel olduğuna şüphem yok! Yarın hava yine soğuk olacakmış.

Yelda atkımı hala vermedin bana, çok ama çok üşüyorum! (hahahaha, şaka şaka)