Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. İyice bakın içeriye. Düşüncelerinizi bir izleyin. Pek zannettiğimiz kadar iyi, düşünceli insanlar olmayabiliriz kafamızın içinde. Düşüncelerinizi dikkatle izlerseniz, sokakta hiç tanımadığınız bir kişiye karşı, daha önce hiç farkında olmadığınız önyargılarınızla yaklaştığınızı görüp şaşırabilirsiniz. Bende yok demeyin, sadece izleyin düşüncelerinizi. Aslında ideali, pek bir şey düşünmemek, içinizdeki sonsuz boşluğun keyfini çıkarabilmek. Düşünceler gelirse de, illa bunları ciddiye almamak, her bir düşünceyi, iyi ya da kötü ayırdetmeden, ”bulut” farzetmek. Bulutlar, yani düşünceler gelip geçiyor. Gökyüzü hep yerinde kalıyor. İçimizden yükselen her duyguya engin gökyüzü gibi, uzay gibi bir açık meydan tanıyabilmek önemli.

Bugün, kendimi biraz hasta hissediyorum. Grip başlangıcı gibi. Ve önümde yapılacak zorlu işler var. Bir hafta kadar hasta olmak sözkonusu değil. Evde oturup uyusam, çok daha iyi olacak. Ancak gidilmesi gereken bir toplantı var. Dışarısı çok soğuk ve karanlık. Metroya yürüdüğüm mesafe, dağları aşmak gibi geliyor. Hiç ama hiç keyfim yok.

Kulağımda kulaklıklar, beni hep rahatlatan bir ”audiobook” dinliyorum. Bu audiobook denilen şey çok güzel. Birisi, çoğunlukla da yazarın kendisi, kitabını seslendiriyor ve siz de yürürken, metroda, yolculukta bu kitabı dinliyorsunuz. Kulağımda, Pema Chödrön’un ”how to get unstuck” (sıkışmışlıktan nasıl kurtulunur) ya da ona benzer bir adı olan audiobook’u var. Pema’nın kendisini dinlemeye gelenlerle yaptığı bir oturum sırasında kaydedilmiş. Dinlediğim bölümden özetle şunu anlıyorum. Dünyada en küçüğünden en büyüğüne derecelendirirsek şiddetin kaynağı kendi içimizde. Sinirli, agresif hareketlerle atmosfere her nefeste daha fazla şiddet katıyoruz. Tek yapmamız gereken, farkında olmak. Neredeyse kafamı sallayacağım onaylar anlamda. Oturduğum bankta metronun gelmesini bekliyorum. Dinlediğim şeye çok konsantre olmuşum. Üşümemek için dolma gibi giyinmiş durumdayım. Metro beklenen yer sıcak. Dışarısı ise soğuk. Rahatsızım. Neyse, şimdi anlatacağım davranışıma yol yapıyorum da ondan böyle rahatsızdım, hastaydım diye bahanelerimi önceden sıralıyorum. Olan şu. Genç bir siyah çocuk, sırtında sırt çantası, ona bakmamakta ısrarlı, gayet soğuk bir yüz ifadesi takınmama rağmen, önümde durup bana bir şeyler söylemeye başlıyor. Bir saniye bile düşünmeden yaptığım hareket şu. Sinek kovar gibi elimi, ”çekil git” anlamında sallıyorum. Bunu yaparken çocuğun yüzüne bile bakmıyorum. Fakat o saniyede, yaptığımın kabalığını anlayıp, kulaklığımı çıkararak, ne istediğini soruyorum. Artık çok geç. Genç adam, ‘’sadece bir soru soracaktım!” diye isyan ediyor. Yüzünde, tiksinti ifadesi var. Yürüyüp geçiyor, sorusunu başka birisine soracak.

Birden bire herşeyin farkındayım. Ne kadar hasta hissettiğim, şu toplantıya gitmek istemediğim gibi düşünceler önemsiz artık. İyi ki dışarı çıkmak zorundaymışım. İyi ki bu olay olmuş ve ben içimdeki önyargıyla, düşüncesiz eylemlerin yol açtığı en basitinden şiddetle yüzleşebilmişim.

Burada, bu kentin bir gerçeğini ifade etmem de gerek. Belki biraz kendi adıma savunma niteliği taşısa da. Yanınıza yanaşan, bir çeyreklik ya da her ne olursa bozuk para isteyen, bazen kolunuza yapışan, bazen -ki bu bana ve bir kaç tanıdığıma da oldu-, silahı olduğunu söyleyip sizi tehdit eden yüzde 99.9 siyahtır.

Bu durumun, insanların rengiyle alakası yok. Bu durumun, beyazlar tarafından yaşadıkları kıtadan kaçırılıp ucuz iş gücü ve sermaye için bu topraklara getirilen siyahların bu toplumdaki yeriyle bir alakası var. Türkiye’de otururken Amerikan televizyon dizilerini seyredip edindiğim izlenim, siyahlarla beyazların hep bir arada yaşadığı, arkadaş oldukları, ülkenin zenginliklerini paylaştığı, hatta siyahların çok neşeli, komik insanlar olduğu yönündeydi. İnsanları genellemelerle sınırlamak sizi yanlış yerlere götürebilir. Bunun sakıncasını görüyorum. Ama bazı gerçekler var. Benim şu anda yaşadığım ABD başkenti, dört bölgeye ayrılmış durumda. Ben bir çok beyaz gibi kuzey batıda oturuyorum. Diğer bölgelerde siyahlar ağırlıklı ve bir çizgiyle çizilmiş gibi farklı topraklara geldiğinizi anlıyorsunuz. Taksi şoförleri bu bölgede bir adrese gitmiyor.

Kente ilk geldiğimde bana söylenen, ‘’siyahların yaşadığı Anacostia’ya sakın gitme, öldürülürsün” oldu. Metroyla yanlışlıkla Anacostia’ya giden İngiliz turistin daha iner inmez öldürüldüğü benzeri hikayeleri duyuyoruz. Bunlar şehir efsanesi olmanın ötesinde. Washington Post’un bir eki var, haftada bir çıkıyor. Bölge bölge, nerede ne suç işlenmiş okuyabiliyorsunuz. Sayfa sayfa, suç raporu. Bunların büyük çoğunluğu siyahlar tarafından işlenmiş. Bir örnek, McDonalds hamburgercisinde oturan bir adam, arkasından beyzbol sopasıyla yaklaşan bir başkası tarafından kafasına indirilen darbelerle yaralanmış. Hava karardıktan sonra, kentin en beyaz bölümünde bile güvenli değilsiniz. Ara sokaklarda kafasına bir şey vurulup öldürülen bir Amerikalı gazeteci ve geçen yaz kızarkadaşıyla sinema dönüşünde boğazı kesilerek öldürülen çocuk aklıma geliyor.

Siyahların, suçla doğrudan ilişkilendirilmesi, toplumun öne çıkan, saygın siyahları arasında da çok büyük bir kırgınlık yaratıyor. Çünkü, tesadüfen bir sokakta siyah bir adamla karşılaşırsanız, çantanıza daha sıkı yapışıyorsunuz.

Siyahlara karşı bir önyargı beslemediğimi zannediyordum. Farkında bile olmadan, sürekli para isteyen, ”paran yoksa öpücük versen de olur” benzeri sözlerle dalgasını geçen siyahlara karşı bir tavır geliştirmişim. Duvar gibi bir surat ve sinek kovma hareketi. Benim bu çocukcağıza karşı davranışım, onu kırdı. Muhtemelen beyazların, düşüncesiz, önyargılı, kaba insanlar olduğu yönündeki kanısını güçlendirdi. Bugün ben, dünyadaki şiddete bir katkıda bulundum.

Bunu anlatmaktaki amacım, suçluluk duygusu değil. Böyle düşüncesizce bir harekette bulunup karşımdakini kırdığım için üzgünüm. Ama memnun olduğum bir taraf var. En azından, kendi davranışımı, düşünce yapımı yakaladım. Halbuki evden çıkmadan önce, Daniel ile oturup, Gabriel Garcia Marquez’in, ”Kolera Günlerinde Aşk” filmini izlemiştik. Bu çok sevdiğim romandan uyarlanan filmin sonunda gözyaşlarımı tutamamıştım. Sinek kovma olayından sonra aklıma, çok sevdiğim bir yazarın söyledikleri geldi. Yazar, film gibi gerçek olmayan bir şeyi, hareket eden resimleri bir perdeden izleyip ağlayan insanların, sinema çıkışı sokakta üşümüş bekleyen simitçinin önünden, bu kadar açık bir gerçekliğin içinden geçerken en ufak bir duygu kırıntısı hissetmemesine işaret etmişti. İyi duygularla, güzelliklerle örülmüş bir hiyayeye gözyaşı döküp, arkasından genç bir adamı, soru sormasına bile fırsat vermeden, bir sinek gibi kovmak. Hepimiz kendimizi iyi insanlar zannediyoruz. ”Aman ne insanlar var” demeyin. Sadece derecesi farklı. Hitler’in vejeteryan olduğunu biliyor muydunuz? Hayvan seven, çiçek yetiştiren, resim yapan bir yanı varmış. Milyonları ölüme gönderirken bile, belki kendisinin vatanını seven, iyi, duygusal bir insan olduğunu zannediyordu.