’Dün gece rüyamda…’’ diye birisi başlarsa konuşmaya, az içiniz sıkılarak, ‘’ay şimdi saçma sapan birşeyler dinleyeceğim, bari dinliyormuş gibi yapayım’’ düşünme balonuyla karşılık verebilirsiniz. O yüzden yazılı olarak anlatıyorum burada, ki sonra yazılı yapılacak. Dikkatinizi verin.

Rüyamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül basın toplantısı yapacakmış. Washington’da. Herzamanki otel lobilerindeyim, herzamanki gazeteci arkadaşlarım. Herzamanki sohbetler, uzun beklemeler, hazırlıklar. Birden panik içinde zıplıyorum: ‘’Ben artık Anadolu Ajansı’nda çalışmıyorum!’’. Ve beni zıp zıp zıplatan düşünceler zinciri geliyor: ‘’Benim gazeteci kimliğim yok! Keşke Yabancı Basın Merkezi’nden aldığım kimliğim olsaydı. Keşke, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın kimliği olsaydı. Keşke…Keşkesi meşkesi yok, kimliğim yok ve ben bir yerde çalışmıyorum ki artık’’. Ama Cumhurbaşkanı her an gelebilir. Ve benim o basın toplantısında olmam lazım. Niyeyse artık. Birileri bana bir kimlik uyduruyor bir yerlerden. Çok büyük bir yaka kartı. Koyu pembe. Üzerinde de resim olarak penguen resmi var. Vesikalık da değil, elle çizilmiş! Yalanım varsa, sol gözkapağım da düşsün, valla rüya aynen böyle!

Uyanınca, kendime üzüldüm. ‘’Vah canım’’ dedim. Bunca yıldan sonra ilk defa ‘’gazeteci kimliğim’’ yok. Demek ki bu duruma içerliyorum bilinçaltından. Penguen resmiyle de olsa bi kimlik uydurup çalışmaya razıyım. Rüyamda bi de otel lobisinde Semih İdiz’I görüyorum. ‘’Mutlaka ona görünmem lazım’’ hissi içindeyim. Durumumu öğrenirse, ‘’aa Deniz seni muhakkak şuraya şuraya alalım’’ der ve yine gazetecilik yaparım diye düşünüyorum. Semih İdiz’in rüyama girmesi boşuna değil. Bir kere bana, -rüya değil, gerçek- New York’ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için verilen bir resepsiyonda, ‘’İyi ki sen Washington’dasın. Haberlerini herkes kullanıyor. Çok iyi iş yapıyorsun’’ demişti. Anlaşılan bu durum da bilinçaltıma işlemiş. Ne alaka olacak ama bir kere de Hasan Cemal bir basın toplantısında arkamda oturuyormuş. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşuyordu. Herzamanki gibi takır takır yazıyorum. Toplantı bitince Hasan Cemal, ‘’valla bravo, kelime kelime her dediğini yazdın. Hiçbir şey kaçırmadın. Çok hızlı yazıyosun’’ demişti. Yani şunun şurasında zaten üzülmüşüm, rüyama kadar girmiş, bırakın da bari eski anılarla övüneyim. Hiç de istemediğim bir duruma düşeyim. Gazetecinin yaşlısı kadar fena birşey yoktur. Hani ben daha 40 yaşındayım ama demek yeterince uzun olmuş gazeteciliğim. Bi de Semih İdiz görse beni, işim iş, daha 40 yıl devam ederim.

Şimdi kendilerini gerçekten pek bir severim ama bazı gazeteci arkadaşlarımız, bir başlarlar eski anılarından anlatmaya, ‘’rahmetli Turgut Özal’I izlerken şöyle şöyle bir yere gitmiştik. Bilmemkim hatırlıyo musun sen de’’. Bilmemkim cevap verir, ‘’yok lan, o öyle olmamıştı’’ der ve uzuuun uzuuun başka bir hikaye anlatır. Aynı hikayeleri uzun yıllar boyunca, enine boyuna her açıdan dinlediğim için ve gazeteci dostlarımı da kıramadığımdan, ‘’aaa bunu anlatmıştınız’’ da diyemediğimden, ‘’ben asla böyle olmayacağım’’ yeminleri etmiştim içimden. Aha da olmuyormuş. İlla bi anılarımızı anlatacağız. Daha bende ne hikayeler var. Rahmetli Ronald Reagan’ın ayaklı koca saatini deviriyodum ben Beyaz Saray’da da, güvenlik görevlisi koluma yapıştıydı mesela. Neyse…Geçmiş gün…Yahu bu yaşta adam emekli olursa, olacağı budur işte. Daha ben gençkızım be, ne emekliliği! Hayret birşey.

Neyse, sözün özü, henüz kimse beni işe almadı ama ben kendi blogumdan ve de kendi usulümden size, bulunduğum yerden, yani Avustralya’dan haberler geçicem ara ara. Şimdi ben Batı Avustralya’dayım. Kaynanam ve kayınpederimle kalıyorum. Lakin umuyoruz ki bir aya kalmadan kendi evimize taşınacağız, Daniel, ben ve 2 yaşındaki oğlumuz Timu. Kayınpederin köyünde, ki kayınpederi bir önceki blog yazımdan hatırlarsınız (wink wink), haberler süper.

Gazete başlığı: ‘’Shark!’’. Yani meali ‘’Köpekbalığı’’. Ertesi gün, ‘’Shark seen again!’’. Olan şu. Birinci gün birisi köpekbalığı görmüş. İkinci gün de bi adam balık tutarken ‘’köpekbalığı mı lan o’’ demiş. Hikaye bundan ibaret! Haa bi de yüzerken bi adamcağız kaybolmuş, yazık mayosunu bulmuşlar. 68 yaşında. Haberde diyor ki ‘’kesin köpekbalığı yemiştir’’. Şimdi burdan ne ders çıkarıyoruz? ‘’Beni deeee, o okyanusa girip yüzeni de köpekbalıkları yiyor, girmiyoruz!’’. Oğlana da bişey uydurmam lazım, büyüyecek şimdi, sörf mörf tutturacak. ‘’Senin okyanus suyuna alerjin var oğlum’’ mu desem acaba? İnandırabilir miyim?

Geçen gün de, gazetenin manşetinde şu vardı. Kadının birinin sekiz yaşındaki oğlu için, Facebook’ta, ‘’bilmemkimden nefret edenler’’ diye grup kurulmuş. Selim’e fikir vermiş gibi olmayayım ama, neyse. Kadın okulu şikayet etmiş, siteyi kapattırmış. Manşet haber! Kayınpederin yorumu çok güzeldi ama: ‘’Toughen up princess!’’. Yani o kadar güzel bi İngilizce ki, Türkçe’ye çevirmeye dilim varmıyor. ‘’Kendine gel prenses’’ gibi birşey diyor, Facebook kurbanı ufak oğlana.

Gelelim adli haberlere. Kadıncağızın biri, yemyeşil otların arasında parkta güneşte oturup sandviç yiyormuş. Sen dört tane ‘’koyu tenli’’ genç oğlan yaklaş, kadını sandalyeden iterek düşür, parasını çal. Çok acımasız yani. Kadın televizyon haberlerinde beş dakika kadar içini çekerek ağladı. Ama başka haber yok yani, naapsın televizyoncular burada. İki tane Başbakan Julia Gillard haberi, bi tane kamuoyu araştırması, gerisi tırışka. Neyle doldurcaksın, yok! Ama ben olsam, işim olsa yani, neler neler yazardım, karşılaştırmalı kültür haberleri falan falan. Crocodile Deniz olurdum, orman canavarlarını yazardım. Daha neler neler.

Halbuki ben şimdi Timu’yu arkası dönükken gıdıklıyorum. Dönüp ‘’anneeee’’ dediği zaman da, ‘’Yapma donkey! Donkey yaptı Timu. Yapma donkey yapmaaaa!’’ diye oyuncak eşeğin üstüne atıyorum suçu. Timu da düpedüz yalan söylediğimi ve de suçu zavallı donkey’e atmaya çalıştığımı anlayıp kihkihkih gülüyor.

Bir rüya daha gördüm. Tee Amerika’dan seçip seçip getirdiğim en sevgili kitaplarım. İki kütüphane dolusu. Şimdi, kütüphanesiyle beraber Ankara’da şanslı bir kişinin evini süslüyor. Rüyamda, o kütüphanenin önünde, özlediğim kitaplarıma bakıyordum ve üzülüyordum. Kaynanam da yanımdaydı. Şöyle bir kitaplara baktı. Sonra bana dönüp, ‘’Bence o kitapların gitmesi senin için bir şans. Çok hafifleyeceksin’’ dedi. Doğru söylediğini düşündüm. Uyanınca da, sabah karga bokunu yemeden çıktığımız yürüyüşlerden birinde kaynanama bu rüyamı anlattım. ‘’Yeah, I am a wise woman’’ dedi gülerek. ‘’Evet ben akıllı, tecrübeli, ermiş bi kadınım’’ gibi bi yanıt verdi diyelim. Meditasyon yastıklarımı bile bıraktım. Bunlar bana iyi bir tecrübe oluyor. Sürekli taşın, boşan, iş değiştir, yeniden evlen, falan filan derken derken, daima birşeylere elveda diyorum. Özlü doğu felsefesi içeren kitaplarımdan birinde dediği gibi, aslında hayatın özü bu. Değişim. Değişimi kabul edemiyorsan, hayatı da kabul edemiyorsun demek. Herşey doğup, büyüyüp sona eriyor. Doğan gün, gecenin bitimi demek. Ben de ‘’elveda mavi bardaklar, elveda kanepe, elveda yastık, elveda canım evsahibim, elveda Ankara’daki arkadaşlarım, elveda Washington’daki arkadaşlarım…’’ diye diyeee bugüne geldim. Daniel’a diyorum ki, en önemli eşya yemek masası olacak yeni evimizde. Yemek masası aldık mı, artık ben taşınmıyorum demektir. Yerleşiyorum demektir. Ki bu sefer öyle yapacağım. Haa bi de oturup kitap yazacağım. Yayıncım şimdilik beni dürtmeye ara verdi, halime acındırdığım için. Yoksa bi ara, her çarşamba buluşup ‘’nerde hani, kaç sayfa yazdın, göster, niye bu konuyu açmadın, daha uzun yaz’’ diye başımın etini yiyordu. Neyse, ama muhteşem bi kitap olacak. Hiç duymadığınız şekliyle Daniel ile tanışmamızın hikayesini yazcam. Acaba yazar mı olsam  Hadi ben yatıyorum, saat onbir olmuş dünyanın aşaasında. Zaten yarın plaja gidicem, yaz geliyor malum, havalar sıcak, yanıyoruz. Battaniyenizi dizlerinize örtmeyi ihmal etmeyin, zavallı kuzey yarımküreliler.