Her şeyin giderek sanallaştığı bir dünyada yaşadığımızı görüyorum. Sürekli internet başında zaman geçirmek belki de bizi sabırsız yapan. Bir tıkla her işimizi hallediyoruz. Çabuk da yaşlandık internetle. ”Bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler kurabilirim ben, 90′lardan bahsederken. Öyle çok şey değişti ki o zamandan bu yana. İnternetsiz bir dönem, çok uzak bir geçmiş gibi. Yazdığımız haberleri biz ilk önce, modemle geçerdik. E-mail kullanmazdık. Benden sadece on yaş büyük meslektaşlarımın, ”haberin değeri, eline gelen teleksin titremesinden anlaşılır” benzeri sözlerini hatırlıyorum. Ben telekse yetişmedim. Ama ilk yazdığım haberler de dos programındaydı. Hani o karanlık ekranda komutlar vererek işlem yaptığımız dönemler.

Bugün, gelen postayı kontrol etmek için merdivenlerden inerken, içimde büyük bir sabırsızlık hissettim. Bazı işler var ki, internetten halledemiyorsunuz. Türkiye’de bu kadar hızlı ve etkili değil daha internet, bunun farkındayım. Ama Amerika’da internete dayanmayan hiçbir şey yok. Sevgiliye romantik mektuplar yazıp heyecan içinde cevabının gelmesi beklenen dönemler çok gerilerde kaldı. Artık her şey çok hızlı. Bir e-mail mesajıyla ayrılıyor artık çiftler. Yaz gönder, bitti. Hepimiz sabırsız olduk. Beklemeye tahammülümüz yok. Postayı almak için merdivenlerden inmek zorunda kaldığıma yerinirken buluveriyorum kendimi. Şunu da bir tıkla halletmek mümkün değil diye. Zaman kaybediyorum diye de endişeleniyorum. Sık sık duyuyorum, ”ah şu gün 24 değil de bir kaç saat daha fazla olsaydı, kendime de zaman kalsaydı” denildiğini tanıdıklarımdan. Her şey otomatik oldu ama hayatımız daha zorlaştı bence. Eskiden mesela, çamaşır günü olurmuş. O gün sadece çamaşır yıkanan koca bir gün. Belki elde yıkamak zordu ama, başka bir iş yapılmıyordu. Otomatik makinalar çıktı, herkes çok mutlu oldu. Artık ellerimiz aşınmayacak, kendimize daha fazla zaman kalacak diye. Bir çok işi makinalar yapıyor, internete dayanıyoruz da, niye hala kendimize zaman bulamıyoruz? Kaybolan zamanları kırpıp kırpıp yıldız mı yapıyorlar? Kim bunun sorumlusu?

Ne olacak, bir çok işi bir araya sıkıştırmak zorunda kalıyoruz bu kez de. Çamaşırlar makinaya atılacak, bulaşıklar makinaya dizilecek, o gün yapılacak yemekler için alışveriş, oturup yemekleri pişirmek gerek. Bu arada artık eşitlik var ya, işe gidip çalışıyoruz da. Bazen ben, organizasyon yapmaktan yoruluyorum. Liste çıkarma alışkanlığından, çok elzem bir durum olmadıkça vazgeçtim. Listeler moralimi bozuyor. Sabah kalkar kalkmaz, listedeki bütün maddeleri yerine getirmenize imkan olmadığını görüyorsunuz. Aralarından seçim yapmak gerekiyor. ”Uzun zamandır görüşmedik, başka işler daha önemli demek senin için” diyen arkadaşların sitemleriyle suçluluk duymamak mümkün olmuyor. Sanki zaman, az biraz daha hızlı ilerliyor benden ve ben yetişebilmek için sakin sakin yürümek yerine koşmak zorunda kalıyorum. Hatta bazen depar atıyorum. Sonra da ayağım takılıp düşüyorum tabii. ”Yavaşlık” diye bir kitap okumuştum. Amerikalı bir gazeteci yazmış. Bir kaç işi aynı anda yapmaya çalışırken, aslında bütün yaptığımız işlerin kalitesini azalttığımızı düşünüyor. Kendi hayatından da örnek veriyor. Benimkine çok benziyor bu örnek. Sabah, bir yandan açık televizyondan haberleri bir kulakla dinlerken, aynı anda gazeteleri okumak. Bazen, gazeteyi hesapta okuyup bitirdiğimde, bir yandan da televizyonu dinlediğim/seyrettiğim için, hepsini yarım yamalak yapmış olduğunu görüyorum. Adam sonunda bilinçli olarak yavaşlamaya karar vermişti ve hayatının kalitesinin arttığını görmüştü. Önce gazeteyi oku, arkasından da televizyon haberlerini dinleyip bilgilerini cilala. İşe yarıyor.

Çoğumuzun kafası, windows içinde windows (pencere içinde pencere) gibi açılan düşüncelerle karışmış durumda. Bir pencere açıyoruz kafamızda, bir konuda konuşmaya başlıyoruz, arkasından bir çağrışım yapıp başka bir pencere açıyoruz ve pencere pencere açıla açıla kendimizi başlangıç noktasından çok farklı bir yerde buluveriyoruz. Epeyce eskiden, Taha Akyol’un bir kitabını okumuştum. Kitabın adı aklımda kalmadı ama ”düşünme disiplini” denilen kavram kafama yerleşti. Basit şekliyle, düşünme disiplini, belli bir konuya tam olarak odaklanabilmek ve yan meselelerle vakit kaybedip suyu bulandırmamak ve asıl konudan uzaklaşmamak. İşte sanal dünyamız, düşünme disiplinini korumamızı da zorlaştırıyor.

Şimdi hazırlanın, ”aylaklığa övgü” dizmenin girizgahını yapıyorum. Zamanında çalıştığım gazetede, masada oturmak kabul edilemezdi. Çaylak stajyer olarak bunu anlamam zaman almıştı. Bu yüzden herkes kendisini sokağa atıp alışverişe çıkar, dondurma yemeye gider veya buna benzer birşeylerle uğraşırdı. Velev ki masada otururken yakalandınız. O zaman, müdürler etrafta dolaşırken muhakkak telefonda olmanız gerekiyordu. Çalışan gazeteci. Ofisten erken çıkılamazdı. Saati vardı. İşiniz olmasa bile. Bütün bu, ”-miş gibi yapmalardan” herkes yorgun düşüyordu. İnsanların çalışmadığını zannetmeyin. Herkes, rekabet ortamı yüzünden eşekler gibi haber peşinde koşturuyordu. Ama bir haberi kendi başınıza pişirmiyorsunuz. Konuyla ilgili bilgisi olan kişilerden alacağınız yorumları beklemek zorundasınız. Cep telefonunun daha olmadığı dönemlerde telefonun başında az beklemedim. Halbuki aylaklık serbest olmalı. Özellikle de stresli işlerde. Japonların öğle uykusuna yattığını duymuştum. Bir saat, her iş yerinde öğle uykusu için zaman veriliyor. Herkes yenilenmiş olarak kalkıyor ve daha verimli oluyor. Ben de, diğer stajyer arkadaşlarla kendimi sokağa vurup, sağda solda bir saat aylaklık edip gazeteye geri döndüğümde kendimi çok iyi hissederdim. Kafamda yeni fikirlere yer açılmış olarak dönerdim masama.

O yüzden, sadece önemli görülen işlere odaklanmak yerine, aylaklığa da zaman ayırmak şart. Burada Amerikan çocuklarına bakıyorum. Üzülüyorum hallerine. Anne babaların idealleriyle süslü piyano dersinden, matematik kursuna, futbol antrenmanından kütüphaneye koşturup duruyorlar. Boş oturmaya vakit yok. Sokakta oynamak diye bir kavram yok. Okul bittiğinde, yaz geceleri bizim mahallenin çocuklarıyla sokakta bahçe demirine tüneyip çekirdek çıtladığımız, boş boş konuştuğumuz ve güldüğümüz günleri düşünüyorum. Bundan daha iyi meditasyon olamaz herhalde. Kimsenin öyle fazla oyuncağı yoktu mesela. Kırk yılda bir, birisi annesini kandırıp top aldırırsa yakantop oynanırdı. Ya da ip atlardık. Çin-çan. Gerisi hayal gücümüze kalmıştı. Birinci sınıfa başladığımda, en yakın arkadaşım Bertan ile, okula yürümeden önce bizim bahçede çamurdan televizyon, koltuk takımı falan yaptığımızı hatırlıyorum. Sonra bizim bahçenin musluğunda yıkanan o ellerle sınıfa gidip, tırnak ve mendil kontrolü de varsa, çamurlu tırnaklarla Yıldız öğretmenden laf işitirdik.

Taha Akyol’un düşünme disiplininden bahsettikten sonra, pencere açıp başka konulara dalmak biraz komik olacak ama, ilkokula başlama hikayemi buraya sıkıştırmak istiyorum. Mahalledeki bütün arkadaşlarım, (Esra, İdil, Bertan) benden bir yaş büyüktü. Ama ben, hepsinden uzun boyluydum. Annemin, babamın, halamın okula yazdırma çabaları, ”yaşı küçük” diye müdür tarafından defalarca geri çevrilirken, Bertan beni okula yazdırıverdi. Bir gün yine böyle çamurla oynuyor, çok başarılı eserler çıkardıyorduk. Yüz metre ötedeki okulun zili çalınca Bertan, ”aa ben geç kaldım, hemen okula koşmam lazım” dedi. Oyunumuz yarım kalmış, ikimizin de canı sıkılmıştı. Elimizi yıkarken, ”Deniz sen de gel benle okula. Öğretmen bir şey demez” dedi. Çok sevindim ve hemen ”tamam” dedim. Anneme haber vermeden okul yolunu tuttuk. Sıdıka öğretmen, ”aa Bertan sınıfa misafir getirmiş ne güzel” dedi. Bana pek bir ilgi gösterdiler. En ön sıraya oturdum. Öğretmen, ‘’sen kaçıncı sınıfa gidiyorsun yavrum, beşinci sınıfta mısın?” dedi. Bende tabii taa o zamandan boy pos yerinde! Hemen şikayet ettim, daha 5 buçuk yaşındayım diye müdür beni okula almıyor, ”bir yıl daha bekleyin” diyordu. Ama Esrai, İdil, Bertan hepsi aynı sınıfa gidip eğlenirken, mahallede bir tek ben kalıyordum. Onlar okuldan dönsün diye bekliyordum. Tahtaya adımı da başarıyla yazdıktan sonra öğretmen, ”annene söyle, müdüre bir kutu şeker yaptırsın yarın gelsin. Ben seni sınıfıma alacağım” dedi. Koşa koşa eve gittim. Annem uzun süre bana inanmadı. Sonra ikna olmuş olacak ki okula gittik ve benim okul hayatım başlayıverdi. Üzerimde pembe ceket ve etekle, bana siyah önlük dikilinceye kadar, Halide, Hakan ve Ümit ile en arka sırada yan yana oturdum. Bertan, en önde oturuyordu.

Kaybolan saatlerin peşine düştüm ya. Zamanımın bir kısmı aylaklıkla geçiyor. Ama bu aylaklıklarım bana neşe veriyor, besliyor. Mesela televizyonda izlediğim saçma sapan programlar. Reality şovları kaçırmıyorum. Normal, düzgün insanların hayatları iyi şov programı olmuyor. O yüzden ne kadar yaratık varsa, onların hayatı realite şov olarak sunuluyor. Mesela ”90210 Plastic Surgeon”. Adam Beverly Hills’in en çok para yapan doktorlarından. Ameliyat öncesi, ellerini yumruk yapıp şınav çekerken gördüğümde gülmüştüm. Kolsuz bir ameliyat önlüğü var. E o kadar uğraştığı kaslarını göstermesi lazım. Ne var ki, adamın bu hali beni güldürüyor. Şınav çekmek hadi neyse, bir gün, elinde ”nunchuck” (nançak okunuyor, bazı yerlerde namçak diye de geçiyor) salladığını görünce hayretle baka kalmıştım. Bu adam sizi ameliyat etsin ister misiniz?

Bugün izlediğim ”Real Housewives of Atlanta” (Atlanta’nın gerçek evkadınları) dizisi bir başka örnek. Böyle arkadaşlıklar olmasa da olur. NBA ve NFL yıldızlarının karılarından evkadını olur mu? Malikanelerde oturuyorlar ve kendilerine iş yaratmaya çabalıyorlar. Aslında iş miş bahane, tek dertleri, saç baş yaptırmak, giyinip süslenip birbirleriyle kavga etmek. ”Böyle de iğrenç bir şov olur mu?” diye başlayıp bir bakıyorum karakterlerin başına bir sonraki bölümde ne geldiğini öğrenmeye can atıyorum. Kırk yılda bir Türkiye’ye geldiğimde de işim gücüm bunları seyretmek. En son gelişimde Daniel’a, ”Dest-i İzdivaç” şovunu tercüme ettim mesela. Gözlerine inanamadı ama çok da hoşuna gitti şov. Daha önceki gelişlerimden birinde, ”kaynanamı kim öptü” veya ”gelinim olur musun” benzeri bir adı olan şovu izliyordum. Önümde bir çekirdek dağı ve iki litrelik kola şişesi duruyordu. Babam kapıdan içeri girip, çıt çıt çıt çekirdek yediğimi ve gözümü televizyondan ayırmadığımı görünce, ‘’sen de mi!” demişti, Brütüs tarafından karın boşluğundan bıçaklanmış Sezar edasıyla. Odadan çıkarken de, ‘’senden bunu beklemezdim” demişti.

Bir de magazin haberlerini (Amerikan) benden iyi kimse bilemez. Ben bütün dergileri okurum. People, Globe, National Enquirer, Us weekly, In style ne ararsan. Marketteki çocuk bile, bunları alırken, ”ben de bunları kim alıyor diye merak ediyordum?” dedi. Ben alıyorum ne var? Aslında adet, bir kitapçıda arkadaşınızla buluşmak (Yelda) ve bu dergileri karşılıklı okuyup, kıyafetleri, çantaları ve Lindsay Lohan’ı, Heidi ile Spencer’ı, Angelina Jolie ve Brad Pitt’i, Jennifer Aniston’ı, Tom Cruise ve Katie Holmes’u takip etmektir. Bazen dört saati böyle geçirdiğimi hatırlıyorum. Daniel önce, ”ha ha ha, bunları mı okuyorsun” diye küçümsemişti. Kenarından köşesinden bir başladı, artık bırakması mümkün değil. Geçen yaz 2 buçuk yaşındaki Jaspar, ”Daniel Amca, bunlar kız dergisi!” diye bağırarak bu dergileri Daniel’ın elinden çekiştirmişti. Artık bu dergileri onun elinde görmüyorum. Bana, ”ne oldu, Tom ile Katie ayrılmadı mı hala?” diye soruyor arada sırada.

Şimdilerde ”My farm” (Benim Çiftliğim) diye bir program var, facebook içinde. Oraya fena kafayı takmış durumdayım. Arkadaşlarınız size ağaç fidesi, keçi, tavuk, inek, at gönderiyor. Siz de bu ağaçları dikiyor, tarlayı ekiyorsunuz. Her gün de, ”domateslerim çıkmış mı?” diye bu programı ziyaret etmek şart. Önce tarlayı belliyorum. Arkasından çilek, mısır, domates, patates, pirinç, buğday tohumlarından seçip ekiyorum. Bunların hepsi ‘’sanal paraya” maloluyor. Parayı da idareli kullanmak lazım. Ekip biçtikten sonra kazandığım paralarla kendime kırmızı bir ahır almaktı son günlerdeki amacım. Hatta Levent’in kırmızı ahırını görünce kıskançlıktan çatlayacaktım. Levent bana, ”Denizcim valla mümkün olsa göndericem sana bir kırmızı ahır” demişti. Sonunda ekip biçtiklerimden elde ettiğim sanal 50 bin dolarla kırmızı bir ahır almayı başardım da, çiftlikte yetiştirdiğim atları, koyunları, tavukları, keçileri satabiliyorum. Hasat mevsimi de iki günde bir geliyor. Sanal ne de olsa. Kim bir mevsim bekleyebilir hasat için? Ben değil. Bu yazı uzun oldu, düşünme disiplinini de yine koruyamadık. Ben kaçıyorum.

Bi dakka şunu da ekleyeyim. Meditasyonun bile internette yapılanı var. Bir yere tıklıyorsunuz, gong çalıyor, tekrar gong çalıncaya kadar sessiz oturmanız lazım. Dünya barışına katkı sağlamış oluyormuşsunuz. Ben diyenlerin yalancısıyım.

Yazının başlığını, yazdıktan sonra attım. Bana haber yazmanın çok kilit noktalarını öğreten ve bu dünyadan çoktan göçmüş olan bir abim, ”önce başlık atılır” derdi. Ben yazıyı yazdıktan sonra atıyorum başlığı. Demek herkesin bir başka yoğurt yiyişi varmış. O yüzden ”paşa çayı” meselesini de anlatmam lazım. Benim bir arkadaşım var, annesi yabancı kökenli. Gençken evlenmiş bir Türkle ve Türkiye’ye yerleşmiş, Türk kültürünü öğrenmiş. Bu dönemde bir gün evine komşular misafirliğe gelmiş, çocuklar vesaire. Bir hanım, oğlu için paşa çayı istemiş. Paşa çayı, malumunuz, çocukların dili yanmasın diye üzerine soğuk su eklenen çaydır. Niye paşa çayı denmiş, kökenini bilemiycem. Arkadaşımın annesi, ”tamam” demiş mutfağa koşmuş. Bir telaş bir telaş. Bu paşa çayı ne ola ki? Sonunda çareyi bulmuş. Salona dönüp, ”kusura bakmayın, paşa çayımız kalmamış!” demiş. Hadi ben kaçtım.




This entry was posted on 3:18 AM and is filed under . You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

0 comments: