Deniz'in Washington Günlüğü
Home
Posts RSS
Comments RSS
Edit
Öyle yazı
11:51 PM - Posted by deniz -
9 comments
Washington'a on yıllardır görülmemiş bir karın yağdığı haftasonundan, kar fırtınasının başlamasından iki gün önce, ailecek yürüyüşe çıktık. Güneş var ama kış güneşi. Sadece daha az üşüyorsunuz.
Elektronik aletlerin satıldığı Best Buy'a gitmek niyetindeyiz. O kadar az sokağa çıkabiliyoruz ki bebek doğduğundan beri. Şikayetçi de değiliz ama şu gerçeği tespit etmemek imkansız: Hayatımız toptan değişti. Bambaşka bir düzen var artık. Sokağa çıkmak için daha hazırlanırken yoruluyoruz. Hamile aklımla, gitmiş bir bebek arabası seçmişim ki evlere şenlik. Jogging stroller. Yani üç tekerlekli bir bebek arabası ki bebeği içine oturtup arabayı ite ite koşuyorsunuz, spor yapıyorsunuz, hesapta bebek de aktiviteye katılmış oluyor. Şimdi gülüyorum tabii. Nereden ne vakit bulunacak da koşulacak. Kaldı ki, bu soğukta ne koşusu? Hangi kış dışarda koşmuşum ben?
Neyse, jogging stroller'ı alıyoruz. Kalın battaniye şeklinde bir torba düşünün, içi kürklü, ''Bundle Me'' diyorlar burada, onu alıp bebek arabasının içine oturtuyoruz. Onun içine de Timuçin'i. Şapka ve eldivenleri çantanın kenarına koyuyoruz, tam sokağa çıkarken takılacak ki biz hazırlıkları tamamlarken sıcaktan bunalmasın çocuk. Ne olur ne olmaz, yüzü ince polar bir ekstra battaniyeyle korumaya alacağız. Acıkırsa diye mama, bebek bezi, emzik, ağzı silme bezi, bizim elleri dezenfekte edecek losyon, bunların konulduğu çanta. Derken, ter içindeyim. Asansörde Trevor'a rastlıyoruz. Uzun boylu, herzaman kahkahası insanın içini ısıtan, başından beyzbol şapkasını eksik etmeyen, apartmanın mühendisi Trevor. ''Hava soğuk biliyorsunuz değil mi?'' diye soruyor. Üstüne bir de, şapkasız Timuçin'e bakıp, ''Bu çocuk böyle mi sokağa çıkacak?'' diyor. ''Yok yok Trevor, işte burada şapkamız, eldivenlerimiz. Merak etme'' diyorum. ''Ha tamam o zaman, mesele yok'' diyor.
Yolda arabayı itme görevini ben üstleniyorum. O kadar ağır ki, ''ne koşması kardeşim!'' diye bir kere daha gülüyorum kendime. Belki de kışlıklar, battaniyeler, çantalar yüzünden böyle. Yaz olsa tamamdı. Yol boyunca uyuyan Timuçin Best Buy'a girdiğimiz ve durduğumuz anda uyanıyor. Daniel'ın, bozulan laptop'ını tamire vermesini bekliyorum Timuçinle. Hamileyken herkesin anlamlı, sevgi dolu bakışları bu kez, bebek var diye var. Gören geliyor, dokunuyor. Zaten domuz gribinden tutun da her çeşit hastalık kol geziyor. Kimse dokunsun istemiyorum. Ama insanlara ''dokunmaaa!'' demek de çok zor. İyi niyetli insanların kalbini kırmak hoşunuza gitmiyor. Çocuğunuz hasta olsun da istemiyorsunuz. Sonuçta, grip bebeklere daha çok dokunmayla geçiyor diyorlar. Elimizde taşıdığımız mikroplarla. İşte biraz bu yüzden, herkes gelip Timuçin'i sevmek istiyor diye hoşuma gitmesine rağmen, yüzüme yayılan gülümsemeyi toparlayıp ''bitch mom'' oluyorum. Gülümseyerek gelenleri görür görmez, aksi yöne dönüp gidiyoruz. Timuçin merakla elektronik eşyaları, insanları izliyor. Ona anlatıyorum, ''Bu buzdolabı güzelmiş değil mi Timuçin? Bak ne güzel kırmızı kırmızı çamaşır makinaları!''. Tam çıkmak üzereyiz ki, altını değiştirmek gerektiğini farkediyorum. İlk defa evin dışında bir yerde altını değiştireceğiz. Çok heyecanlıyım! Tuvalette, bebeklerin altını değiştirmek için açılır kapanır masa var, duvara monte edilmiş. Türkiye'de böyle şeyler var mı diye düşünüyorum. Cevabını bilmiyorum. Bir kere, niyeyse, en temiz çarşılarda bile tuvaletler pis pis kokar, sifon çekilmemiştir, temizlik hiç yapılmamış gibidir. Oradan hemen kaçmak istersiniz. Kaldı ki çocuğun altını değiştirelim.
Brit aksanlı siyah bir kız bana kapıyı açtı, sağolsun. Sonra ilgilenmiş görünen bir kadın, ''kaç aylık bu bebek?'' diye sordu. Söyleyince de, ''Ne? İki aylık bebek bu soğukta sokağa mı çıkarılırmış!'' diye bir laf attı. Ben de artık burada kala kala Amerikalılardan öğrendim ya. Şöyle çook geniş bir gülümseme yayıldı yüzüme. Ama gözlerim, ''rahat bırak beni, çok bilmiş teyze'' diyordu. Topladık çantamızı, çıktık dışarı. Best Buy'ın önünde Daniel, evsizlere yardım için sokak gazetesi satan ve kendisi de evsiz olan bir siyah adamla sohbet ediyordu. Burnu Daniel'a benziyormuş Timuçin'in, dudakları da bana. Tolga'dan sonra, Timuçin'i bir şekilde bana benzeten ikinci kişi. Tolga, Başbakan'ın ziyaretini izlerken güvenlik için sonsuz beklemelerimizden birinde, Timuçin'in resimlerine bakıp, ''bence yanakları aynı sen'' dedi. Yanaklar da tabii tombik tombik bizim oğlanın. Şişkoyum evet. Biliyorum. :) Ama zayıflayacağım.
Geçen sene hamile olduğum ancak daha haberimin olmadığı dönemde yazdığım bir blog yazısını okudum yeniden. Kışın aldığım birkaç kiloyu ''bahar gelmeden halletsem iyi olacak'' düşüncesiyle vermek istiyordum. Niyet iyiydi ama spor ve rejim yönündeki bütün çabalarım ters tepiyordu. Ne zaman biraz hareket etmeye başlasam, kalbimin çarpıntısından, ''ulan ne oluyoruz, yaşlandık mı ne?'' diye korkup bırakıyordum. Spor merkezine gitmek üzere hazırlanıp, Daniel ile yola çıkıp sonra tam önünde vazgeçtiğim, ''Danielcim sen git yap sporunu, ben Starbucks'tan kahve ve kek alıcam, seni şuracıkta bekliyorum'' olmuştu. Elimde kahve ve kek, treadmil'de koşan Daniel ile aramızda bir cam, karşısına geçip güldürmeye çalışmıştım. Üzerine, kalp rahatsızlığı veya yaşlılıktan değil hamilelikten muzdarip olduğum ortaya çıktı. Üç ay kadar mide bulantısından sadece patates, makarna, bagel, pretzel yiyerek beslendim. Bir gün Daniel et kızartmış, eve girdiğim anda kokudan hemen kurtulmak için kendimi neredeyse balkondan atacaktım. İlk üç ay hiç kilo almadım. Ama doktorum, ''merak etme, mide bulantısı geçtiği anda açığı kapatacaksın, deli gibi yemek yiyeceksin'' dedi. Aynen de öyle oldu.
Üç ayı doldurduğum sırada, biri sanki bir düğmeyi çevirdi ve herşey yoluna girdi. Bunun zamanlaması da enteresan oldu. Daha Ocak ayında göreve gelmiş olan Obama, ilk denizaşırı ziyaret programına Türkiye'yi koydu. Bana da bu ziyareti izlemek düştü. Üstelik malumunuz, Londra, Strasburg, Kehl, Prag, İstanbul, Ankara diye dolaştık. Arada NATO zirvesini çıkardık. Beyaz Saray'ın gazeteciler için tuttuğu özel uçağa binmek üzere Andrews Askeri Hava Üssü'nün yolunu tutmadan önce, bavulları vermek için saatler öncesinden Beyaz Saray'ın arkasındaki bir parka gitmem ve ilgili kişileri bulmak gerekiyordu. Öyle bir durumdayım ki, yürüyemiyorum. Kendimi zor taşıyorum ve her an çıkarabilirim. Daniel ile bavulları aldık, bindik bir taksiye, parkın yolunu tuttuk. Bavulları verdim, biraz yürüyelim dedik ama her ağaç altında duruyoruz, ben çıkarmamak için kendimi zor tutuyorum. Daniel, ''çok endişeliyim, nasıl gideceksin?'' dedi. Doğrusu ben de endişelendim ama ben kendimi biliyorum. Adrenalin altında, ölmediysem, gözüm görüp, elim de laptop'ta yazacak kadar işliyorsa çalışırım ben.
Beyaz Saray'ın kiraladığı uçak, United Airlines'a ait bir uçak. Personel dünya tatlısı. Gezilerde hiç değişmiyorlar. Dolayısıyla hep seyahat ettikleri Beyaz Saray muhabirleriyle sıkı fıkılar. Amerikalı gazeteciler en önde first class uçuyorlar. Düşündüm, Türkiye'de böyle bir durum olsa, ''ya şimdi bu New York Times muhabirine, bu NBC televizyonu muhabirine ayıp olacak, bir yer verin, arkada oturun, siz nasılsa bizdensiniz'' diyebilirler. Uçakta biz hepi topu üç Türk gazetecisiyiz. Üçümüz de kadın. Tülin, Emel, ben. Yakınımızda oturan Alman gazetecilerle uçaktaki ''sınıf ayrımını'' konuşuyoruz. En önde Amerikalılar, ortada Avrupalılar, en arkaya Araplar. Bir United Airlines görevlisi, ''first class uçanlar, hemen her geziye gelen, kurumları dünyanın parasını harcayan kişiler. Sizin düşündüğünüz gibi bir ayrım yok'' diye bizi yatıştırmaya çalışıyor ama herkes ülke ülke ayrılmış işte. Uçakta yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda. Sürekli hizmet. Süper güleryüz. Aralarda açık büfe gibi masalar var. İsteyen kalkıp şampanyasına kadar alabiliyor. Üç aylık hamileliğin sonuna gelmiş olan ben, ilk defa uçakta peynir yiyebiliyorum, biraz meyva atıştırıyorum. Ama tabii her Amerikan uçağında yaşanan şey yaşanıyor, derin dondurucudaymışsınız gibi soğuk. Londra'ya fena halde grip iniyorum. Gazeteciler için kaldığımız her otelde yan yana yan yana oturduğumuz bir çalışma salonu kuruluyor, herkesin masası belli, internet bağlantısı, telefonu var. Ve kapının hemen önünde de bir açık büfe kuruluyor. Acıkan gidip yemek yiyor. Yoksa perişan olursunuz. İyi de ben şimdi ne yiyeceğim? Otel yönetimine, ''bana sade patates veya makarna haşlar mısınız?'' mı diyeyim? Daniel çantamı paket paket cereal bar ile doldurmuş. Hiçbir şey yiyemezsem, en azından onları atıştırırım diye düşünüyor. Zaten yola çıkmadan herkes, İngiliz yemeklerinin ne kadar kötü olduğundan bahsetmiş. En çok da kokulardan çekiniyorum. İşte o ''biri bir düğmeyi çevirdi ve mide bulantısı geçiverdi'' denilen dönem, tam o sırada başladı. Ben az az da olsa, o yemekleri güzel güzel yedim. Grip için ilaç da alamıyorum, portakal sularını devirdim. Grip oldum diye hiç doktora gitmemişimdir, hayatımda ilk defa Londra'da, bir sabah uyandım ve ''acaba hastaneye mi gitmeliyim?'' diye düşündüm. Ajansın Londra muhabiri Dilek ile bunu konuştum. Sonunda, ilaç kullanamayacağım için, bunun yararı olmayacağına kanaat getirdik ve Dilek bana sıcak sıcak çorbalar, portakal suları ve çay ısmarlayarak destek oldu. Son gün düzelmeye başlamıştım.
Hapşırıp öksürdüğüm için benim on metre uzağımdan yürüyen Amerikalılar bile iyileşme belirtilerinin ardından yavaş yavaş konuşmaya başladı. Zaten Amerikalı gazetecileri, 2004 yılında Bush'un Türkiye gezisini de izlediğimden çok iyi tanıyorum. O gezi kapsamında İrlanda da vardı. Yolda veya İrlanda'da hiçbir Amerikalı selam bile vermedi. Türkiye'ye yaklaşırken birden yüzüne geniş bir gülümseme yapıştıran, ''aa sen nerelisin? İstanbullu musun yoksa?'' diye sohbete başlayıp, Türkiye'de darda kalırsa yardım alabilecek kadar samimiyet kurmaya çalışıyor. Şimdi bu gazetecilere sahtekar imasında bulunmam boşuna değil. Aralarında çok iyileri de var, herkesi aynı kefeye koymuyorum ama bu Washington kültüründen midir yoksa gazeteci milletinin ortak özelliği midir nedir bilmiyorum. Ankara ve İstanbul'da çok samimi olduğunu zannettiğin bu Amerikalı gazetecilerden bir kısmı, Washington'da yeniden sizi tanımaz, selam vermez.
Bir tanesini çok iyi hatırlıyorum. Türkiye'deyken ne espriler, ne samimiyet, sanırsınız akraba olduk. Derken döndük Washington'a, Beyaz Saray'da bir basın toplantısı izlemeye gittim. Bush dönemi yine. Beyaz Saray'ın ön kapısında, içerde güvenliğin bize ''tamam girebilirsiniz'' onayı vermesini bekliyoruz. Baktım bu benim akraba oldum zannettiğim gazeteci. Daha da geziden yeni dönmüşüz. Yani zaman geçti, unuttu diyemem. Ben yüzümde geniş gülümsemeyle yaklaşıyorum, adam beni kesinlikle başından atmak ister bir ifade takınıyor. Bir saniye sonra nedenini anlıyorum. Washington'da beni ne yapsın bu adam? İşe yaramam. Türkiye'de olsak neyse. Ama benim arkamda Washington Post'un muhabiri duruyormuş. Hemen onunla sarılıp öpüşüyorlar. Ben orada, 1.90 boyumla duruyorum, görmezden geliniyorum, ''haa...'' diyorum. ''Bu işler böyle oluyormuş demek''. İşte bizim meslekte ''tecrübe'' bu demek. Obama'yı Beyaz Saray muhabirleriyle izlerken de, uçakta tam önemli bir adamı yalnız yakalamışım, soruları peş peşe yapıştırıyorum, çatır çatır cevaplarını alıyorum. Soruyorum ''bunlar on the record mı?'' diye, adam da demesin mi ''yaz, sakıncası yok''. O beni tanımayan Amerikalı gazeteci, yüzüne geniş bir gülümseme yayarak yaklaşıyor. Şaka gibi. ''Sen İstanbullu muydun? Seviniyor musun İstanbul'a gidiyoruz diye?'' sorusunu yöneltiyor bana. Gülüyorum, ''Ben Ankaralıyım'' diyorum ve önemli zat ile özel konuştuğumu söyleyip nazikçe ''buradan git, şimdi senle uğraşamam'' demeye getiriyorum. First class'ta oturan Amerikalılar'ın bazıları, Türkiye'ye gidiyoruz diye bizim ülkeye ayrılan departmana yaklaşıyorlar uçakta.
Mesleki konulara bir daldım mı lafı bitiremem, şimdi laf lafı açar. Ben kilo alma meselesinden bahsediyordum. Üç ay kilo almadım hamileyken demiştim. Arkasından bir iştahım açıldı, iyi ki hamilelik 9 ayda bitiyor. Kalan 6 ayda yiyip içip yattım desem yeridir. Tam 22 kilo aldım. Doğumdan sonraki iki ayda 15 kilosunu verdim. Öyle çok yoruluyor, öyle uykusuz kalıyorsunuz ki, büyük kısmı gidiyor. Şimdi kaldı 7 kilo. Tabii hamile kalmadan önce almış olduğum 15 kiloyu da sayarsak, benim şimdi 22 kilo vermem lazım. ''Aa senin boyun var, göstermiyor'' diyenlere de buradan kafa atıyorum. Acaba bugün Evrim'in getirdiği pastayı yemese miydim? Saat geç olmuş, ben yatıyorum, bu yazıyı burada kesiyorum. Günlerdir aynı dosyada sürünüyorum çünkü. Sıkıldım. Bütün okuyucularıma iyi bir yıl diliyorum.
Ay ''iyi yıllar'' deyince aklıma geldi. Bugün Ümitle konuştuk da, ''bir yılda amma şey değişti lan'' tespitinde bulunduk. Geçen yıl bu sıralar ben işinde gücünde, kendi halinde, o kitap senin bu kitap benim okuyan, meditasyonunu, yogasını yapıp derin düşüncelere dalan bir zat idim. Neler oldu neler? Hamile olduğumu öğrendim. Üç aylık hamileyken Obama'yı izlemeye Türkiye'ye gittim. Oğlum oldu. On yıldır burada beraber çalışmaya alıştığım Washington ile bütünleşmiş olan Ümit Türkiye'ye döndü. Yaz ortasında ajansın çıkardığı bir genelge kapsamında benim de gelecek yıl Türkiye'ye döneceğim ortaya çıktı. Taşınma telaşı içine girdim. Çok büyük bir değişim yılı oldu bu yıl. Araya bir üç tekerlekli bisiklet sıkıştıramadık yenilikler arasına ama bakalım, kısmet Türkiye'ye. Belki yazlıkta halamın üç tekerlekli bisikletini sürerim, izin verirse. ''Ben mavi istiyorum'' diye bir tutturmuşluğum var. Halamın bisikleti de maviymiş, öyle söyledi. Pazar selesine de Timuçin'i atarım artık.
sosyete mahallesinde (bizim maalle) vakit geçirmek
3:50 AM - Posted by deniz -
1 comments
Pazar günü Daniel'a, ''Yelda ile bizim maallede kahve içmeye çıkıyorum'' diyip evden bir çıktım, çıkış o çıkış. Saatlerce sokakta gezdim. Bebek bakıcılığı Daniel'a kaldı. Üstüne bi de kahve bile içmedim. Neler yaptım anlatiyim.
Yelda'dan önce bir mesaj geldi telefonuma, ''Mac'de buluşalım''. Benden yanıt şöyle oldu: ''Mac nedir?''. Bu arada Daniel'a sordum, o da ''Mc Donalds mı acaba?'' dedi. İyi de Yelda bana niye Mc Donalds'da buluşalım desin? Pek nefis bir yer sayılmaz buluşmak için. Bir de o kadar zaman olmuş ki ben sokağa çıkmayalı. Sağolsun Mehtoşcum arabayla evden aldı, eve bıraktı 9 ay hamilelik boyunca. Bebek doğduğundan beri de köşedeki kahveye gidiyorum çok çok. Mac, makyaj malzemeleri satan mağazanın adı. Mesajlaşmalardan hayal meyal hatırladım, öyle birşey yeni açıldı bizim mahalleye de. Bir tane de Georgetown'da var. Bizim mahalle, geçenlerde hakkımda yapılan bir dedikoduyu aktaran kişi sayesinde öğrendiğim üzere ''sosyete maallesiymiş''. Tabii ben de sosyete olduğum için başka nerde oturcam? Tiffanys'e komşuyuz diye, olduk sosyete! Daniel'ın bana acilen elmas bişey alması gerekirse Tiffanys iki adım ötede, kolaylık oluyor tabii, orası ayrı. Bu espriyi Yelda'ya yapmıştım daha önce, Yeldacım sen burayı okuma istersen. :))
Mac'e girdim, baktım Yelda yüksek sandalyelerden birinde oturmuş, orada çalışan kızlardan birine göz makyajı yaptırıyor. Hah dedim, tam aradığım fırsat. Hep böyle birşey yaptırmak istemişimdir, gün bugünmüş. Ben de oturdum, o göz farı mı bu göz farı mı diye denemekle başladım. Hayır bir de ne yapacağım makyaj malzemesini? Benim daha aylarca evden çıkmam zor. Etiyopyalı bakkal teyze Teni'nin dükkanına gidip kahve içerken mi yapacağım makyajı acaba?
Üzerimde eşofman, Airmax 360 ve de mont. Ama yüzüm, Beyaz Saray'da Obama'nın verdiği bir davete katılacakmışım kadar makyajlı. Mac'te çalışan kız, önce gözüme bir sürme çekti, kuyruklu kuyruklu. Aynısını Yelda'ya da yaptı. Aynada Yelda ile gözlerimiz buluştu, fazla da gülemiyoruz. Çünkü bize makyaj yapan kızın gözünde de aynı kuyruklu sürme var. Yine de tutamadım kendimi, ''Halloween yüzü oldu bu biraz'' dedim. ''Ay evet biraz fazla oldu'' dedi kız ve kuyruğun ucunu sildi. Gözlerimin altına da bir sürme çekti, bu sefer dedim ''Aynı Kim Kardashian'a benzedim!''. Ama kız, bunu ben makyajdan memnun oldum, Kim Kardashian'ı da beğeniyorum, ona benzedim diye sevindim şeklinde algıladı. Ben de bozmadım. Eve döndüğümde durum, bilgisayar başındaki Daniel'ın dikkatinden kaçmadı. Bana, ''evden çıkarken böyle makyaj yaptığını hatırlamıyorum'' dedi! Kahve içmeye diye çıkıp eve ful makyajla dönmek enteresan oluyor tabii.
Mac'te siyah bir çift vardı. İki erkek. Bir tanesi, hangi nemlendiricinin cildine iyi geleceğini, hangi göz kaleminin gözlerini daha belirgin kılacağını tartışıyordu çalışanlardan biriyle.
Sonra gittik bizim mahalledeki mall'a. Yılbaşı geliyor diye süslemişler. Laf açılmışken, bugün Giant denilen markete gittim. Bir elinde çan, kilise için Christmas (Noel) bağışı toplayan bir kadın. Tam kapının önüne dikilmiş. Her gireni taciz ediyor. Çanı yüzüme yüzüme çaldı, ''bağışta bulunmuyor musunuz?'' dedi. ''Yok'' dedim ben. Kinayeli kinayeli ''İyi tatiller!'' deyip yine çanı yüzüme yüzüme çaldı. Bağış yaparım yapmam yahu. Larry David anlar ne demek istediğimi eminim. Ben Christmas'ı severim halbuki. En güzel zamanıdır bu ülkede olmanın. Yol boyunca ağaçlar ışıklandırılır, evlerin bahçeleri süslenir, insanlarda iyimser, iyicil bir hava vardır. Onu bile sömürecek birileri çıkıyor.
Neyse kahve içelim derken derken, ''benim karnım acıktı Yelda'' dedim. Hesapta Giant'a gideceğiz, alışveriş yapacağız, Daniel da bize pizza yapacak. Satış bu satış, gittik bir restorana. Eve dönerken de Daniel'a hamburger götürdük, herkes mutlu oldu.
Sonra günlerden pazartesi oldu. Timuçin'i doktora götüreceğiz kontrole. Araba koltuğu olmadan taksiye binmek kanunlara aykırı. İki adımlık yol, her seferinde bizim randevumuz olduğu gün yağmur yağıyor, mecburen taksi çağırıyoruz. Sosyeteyiz ama arabamız yok işte. Koltuğu taksiye tak, çıkar ömür geçiyor. Bebek üşümesin, uyanmasın diye uğraşması ayrı. Doktorun ofisinde hasta çocuk patlaması olmuş resmen. Her odadan bir ağlama sesi geliyor. Daniel ile birbirimize bakıyoruz. Daniel, ''burada insan bütün gün boyunca oturursa aklını oynatır, nasıl dayanıyorlar acaba çalışanlar'' diyor. Timuçin pür dikkat, diğer ağlayan çocukları dinliyor, gözlerini kocaman kocaman açmış halde.
Pediatrist bulması çok zor oldu. Bizim apartmanın yanındaki pediatristi seçtik önce. İki kadın doktor. Ne güzel dedik, hemen yan apartman. Doğumu takiben hastaneye gelen bu doktorlardan biri, Timuçin'i öyle bir muayene etti ki, benim ağlamaktan gözlerim şişti, Daniel ise kadını tartaklamamak için kendini zor tuttuğunu söyledi sonradan. Kadında hiçbir sempati, insanlık belirtisi yok, benim kıyafet giydirirken nazikçe tuttuğum çocuğun kollarını neredeyse koparacak. Timuçin'in sesi hiç duymadığımız tonlamalara çıktı, çocuk kendini kaybedecek gibi ağlıyor. Bir de kadın beni azarladı, yok emzirirken öyle tutulurmuymuş da, niye formula da vermişiz de. Yahu beş dakika önce doğurdum ben bu çocuğu, kitaptan okuduk ama emzirmek herhalde pratik gerektiren birşey. Tabii bu tecrübeden sonra biz bu kadını şutladık. Zaten öbür kadın doktoru görmeye ofislerine bir gittik, iğrenç bir ofisleri var. Buzdolabına girmiş kadar soğuk, hiç yıkanmamış temizlenmemiş, yerlere atılmış pis pis oyuncaklar, hesapta çocuklar oynasın diye ve karanlık, az florasan ışıklı depresif odalar.
Bugün gittiğimiz ve bundan sonra pediatristimiz olan ise gayet iyi. Washingtonian (Washingtonlu) dergisinin doktorlar sayısında, bu bölgenin en iyi çocuk doktorlarından biri seçilmiş, bugün duvarda asılıydı gördüm. Ofis bir kere çok güzel, çok özenli. Çocuklara hitap ediyor. Ben bile bekleme odasında kendimi oturma odamdakinden daha rahat hissettim. Timuçin'e zatürreye karşı aşı yapıldı, bacağından. ''Annesi sen tut'' dedi bana doktor. Timuçin bana bakarken bakarken, iğneyi bacağında hissedince, inanmaz gözlerle baktı ve çığlığı bastı. Bana öyle geldi ki, ''bana bunu yapmalarına nasıl izin verirsin?'' diye şaşırdı oğlan. Hep böyle şeyler olduğunda Timuçin'den bile daha çok ağlıyorum. Eve kadar tuttum kendimi tabii. Evde kanepeye kendimi atıp hıçkırmaya başlayınca Daniel, ''yine ne oldu?'' diye bıkkınlıkla sordu. Cevap verebilecek kadar bile enerjim kalmamıştı. Hamilelik, lohusalık derken bakalım bu ağlamalar ne zaman bitecek.
Ha bir de şu var. Bu sabah evden tam çıkmak üzereydik, doktora giderken, Timuçin yediklerini üstüme çıkarıverdi. Hem Timuçin'in hem de benim kıyafet değiştirmemiz gerekti. İşte böyle, anne olmak çok eğlenceli bir şey! Şimdi bir oda bir salon sosyete apartmanımızda, her bir santimetrekaresi bebek eşyalarıyla kaplı bir şekilde oturuyoruz. Birkaç aya bu ülkeden gideceğimiz için daha büyük bir apartmana taşınmak veya gidip bebek eşyalarına göre dolap almak gibi şeylere kalkışamıyoruz. Neyse bugün çok iş bitirdik. Bebeğin doğum belgesi için başvurduk. Sigorta şirketine yeni pediatristin adını kaydettirdik. Bunları itiraf edeyim Daniel yaptı. Ben kanepede ağlarken. Ama o bunları yapınca ben de biraz rahatladım, kalktım tavuklu pilav yaptım. Yanına bir de salata. Hatta kusmuklu kıyafetlerimi bile yıkadım. Sonra da hazır Timuçin uyurken, yeni merakımız olan Lost'tan bir bölüm daha seyrettik.
Şimdi biraz Lost geyiği yapabilir miyim? Aslında ayrı bir yazı konusu Lost. ''Ben en çok Sawyer'ın karakterini beğeniyorum'' dedim. ''Ben de ben deee!!'' dedi Daniel heyecanla. Çoğunluk Jack karakterine bayılıyor galiba. Onun bu doğrucu tavrı beni çileden çıkarıyor. Herşeyin nasıl yapılması gerektiğine dair bir fikri var. Lidercilik oynuyor. ''Sen gelmiyosun Hurley!'' deyiveriyor mesela. Yok yaaa! Niyeymiş? Evlendiği sahne de baydı beni. Tutmuş kızın ellerinden, ağlıyor hüngür hüngür. Yahu kızlar ağlar öyle evlenirken falan! Senin ağlamaman lazım Jack! Hiç beğenmedim hiiiiç. Ben o kızın yerinde olsam, ''vazgeçtim evlenmiyorum'' derdim. Zaten kız da ayıp olmasın diye evlendi herhalde, o noktadan sonra geri dönmek zor olacağı için. Sonra dayanamadı Jack'in sulu gözlü kız hallerine, boşadı adamı. Ben de ağlamıştım Daniel ile evlenirken ama ben kızım, ağlarım! Ağlamaktan evlenemiyordum neredeyse.
Bizim maalle çok pratik valla. Yine bizim maallede sayılır, birkaç metro durağı ötede mahkeme evinde evlendik. Hatta metroyla gittik evlenmeye. Daniel gitti fiş aldı, sıraya girdi. Ben de, ''Daniel bunlar evlenme lisansı almak için bekliyor, bizim şu odaya girmemiz lazım, fiş sırasını beklersek bize verilen evlenme saatini kaçıracağız'' dedim. Daniel, ''otur bekle işte'' diye geçiştirdi. Aman bir sinirlendim, ne o öyle ''otur bekle!''. Sanırsın Türkle evleniyoruz! Topuklarımın üzerinde döndüm ''belki de evlenmememiz lazım!'' dedim. Çıktım gittim, kar yağıyor, ben mahkeme evinin etrafında tur atıyorum. Topuklarım katır kutur karlara girip çıkıyor. Kar havası beni açtı, geri geldim. Baktım Daniel hala sırada, elinde fiş. Sıramız geldi, ''aa niye kuyrukta beklediniz, bunlar lisans alanlar için'' dediler. Ben ''yaaa yaaaaa'' diye dönüp müstakbel eşimin yüzüne baktım. O da o günden bugüne, benim ettiğim ''belki evlenmememiz lazım'' lafını hesapta benim sesimi taklit ederek tekrarlayıp durur. Bir de hani ''hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde'' dedikleri bölüme geldik. Benim de tekrar etmem lazım, o kadar ağlıyorum ki hıçkırmaktan konuşamıyorum. Sırada bekleyenler var, adam tez bitirmek istiyor. Artık Daniel'ın bile sabrı kalmadı, elimi sıkıyor hadi hadi diye. Zor bela lafımı tamamladım da evlendik.
Özgür abim kırk yıldır söylüyor, ''Lost'u seyret bak, beğeneceksin''. Ali de söylemişti. ''Ben ABC'de biraz özet seyrettim yeni sezondan önce. Pek tutmadım'' diye ukalalık bile ettim her ikisine de. Özgür dedi ama, ''öyle özet seyretmekle anlamazsın. Tek tek seyredicen, bölüm atlamıycan''. Bir keresinde Handan'ı aramıştım. Meğer tam mısır patlatmış, Lost seyretmeye oturmuş. Konuşmayı bitirdik, tam kapatırken dedi ki, ''valla Denizcim, başkası olsaydı hayatta konuşmazdım. Senin bende bak bu kadar hatrın var, Lost'u bile bir kenara bıraktım''. Şimdi anlıyorum arkadaşlar.
Newer Posts
Older Posts
Home
Subscribe To
Posts
Atom
Posts
All Comments
Atom
All Comments
Önceki Yazılar
►
2012
(1)
►
August
(1)
►
Aug 05
(1)
►
2011
(2)
►
October
(2)
►
Oct 17
(1)
►
Oct 12
(1)
►
2010
(6)
►
July
(1)
►
Jul 11
(1)
►
March
(2)
►
Mar 26
(1)
►
Mar 14
(1)
►
February
(2)
►
Feb 05
(1)
►
Feb 01
(1)
►
January
(1)
►
Jan 18
(1)
▼
2009
(25)
▼
December
(2)
▼
Dec 27
(1)
Öyle yazı
►
Dec 01
(1)
sosyete mahallesinde (bizim maalle) vakit geçirmek
►
November
(1)
►
Nov 19
(1)
►
October
(3)
►
Oct 28
(1)
►
Oct 11
(1)
►
Oct 04
(1)
►
September
(1)
►
Sep 06
(1)
►
July
(2)
►
Jul 25
(1)
►
Jul 06
(1)
►
June
(2)
►
Jun 12
(1)
►
Jun 09
(1)
►
May
(3)
►
May 29
(1)
►
May 27
(1)
►
May 23
(1)
►
April
(2)
►
Apr 29
(1)
►
Apr 18
(1)
►
March
(2)
►
Mar 26
(1)
►
Mar 07
(1)
►
February
(3)
►
Feb 22
(1)
►
Feb 14
(1)
►
Feb 03
(1)
►
January
(4)
►
Jan 28
(1)
►
Jan 15
(1)
►
Jan 10
(1)
►
Jan 03
(1)
►
2008
(14)
►
December
(4)
►
Dec 29
(1)
►
Dec 13
(1)
►
Dec 10
(1)
►
Dec 04
(1)
►
November
(7)
►
Nov 29
(1)
►
Nov 26
(1)
►
Nov 22
(1)
►
Nov 19
(1)
►
Nov 12
(1)
►
Nov 08
(1)
►
Nov 05
(1)
►
October
(2)
►
Oct 31
(1)
►
Oct 25
(1)
►
September
(1)
►
Sep 30
(1)
takip edenler
Göz attıklarım
sibelİNkalemi
6 years ago
Anne Rose Writes
6 years ago
elif ada
7 years ago
Hilal's Notes
7 years ago
Inspirational
8 years ago
goks
9 years ago
PuCCa GüNLüK
10 years ago
SÖZÜN BİTTİĞİ YER...
11 years ago
THE COOL ADVICE
15 years ago
HANDE ATAY ALAM
15 years ago
"Meral Erdoğan / İllüstrasyonlar"